YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
“Baba, bana bir masal anlatsana!”
“Olur. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler olur mu?”
“Hayır, birçok kez anlattın onu. Başka masal isterim!”
“Ya Kara Keçi ve Sarı Keçi?”
“Onu daha dün anlatmıştın!”
“Yahu kızım sana da masal beğendiremiyorum! Kırmızı Başlıklı Kız nasıl olur?”
“Aman baba, hep aynı masallar. Uydursan bir tane olmaz mı sanki?”
“Peki kızım. Seni mi kıracağım! Deneyeyim madem!”
“Ama sahici gibi olsun. Hep aynı tipte masallar anlatıyorsun. Kahramanlar hep kazanıyor, masalın sonu hep mutlu oluyor. Bu sefer ne olursun gerçekçi olsun. Ben artık büyüdüm!”
“Tamam kızım. Oldu. Söz! Başlayalım bakalım:”
“Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çok uzak diyarlardan birinde çok mutsuz insanların yaşadığı bir ülke varmış. Bu ülkede insanlar sürekli mutsuzluktan şikâyet eder dururlarmış. Fakat kimse birbirini mutsuz etmekten de geri kalmazmış. Bu ülkenin insanları sürekli birbirlerini gözlerler, birbirlerinin yanlışlarını bulmaya çalışırlar, kendilerinin yaptıkları her şeyin de tek doğru olduğuna inanırlarmış.
Her toplumda olduğu gibi, bu insanlar arasında da birbirlerinden farklı düşünenler, birbirlerinden farklı şeylere inananlar, birbirlerinden farklı değerleri olanlar yan yana yaşarlarmış. Ama diğer toplumlardan farklı olarak her grup diğer gruplara kendi yaşam tarzını, değerlerini, önceliklerini ve tercihlerini dayatmaya çalışırmış. Hiçbir grup diğerlerini kendisiyle eşdeğer ve eşit görmez, onları düşman addeder, yüzlerine gülüp arkadan kuyularını kazarmış.
Her grup kendilerinden birileri devletin başına geçsin istermiş. Çünkü bu yolla kendilerinden olmayanlara karşı daha kolay üstünlük elde edeceklerini bilirlermiş. Tümüyle kendilerinin isteklerine göre kararlar almak, kendileri gibi olmayanları hiçbir şekilde dikkate almamak, belki de en nadir ortak noktalarından biriymiş. Çünkü her grup fırsatını bulup da gücü ele geçirince aynı şekilde hareket edermiş. Böylece sonunda ülkenin başına kötü bir padişah geçmiş. Önce bazı iyi işler yapmış, karakteri iyiymiş gibi yapmış, böylece insanların desteğini kazanmış. Sonra gerçek yüzünü göstermiş. İktidarları süresince diğer gruplara hayatı dar etmiş. Korkunç bir zulüm başlatmış. Güçlendikçe zulmünü arttırmış. Ona destek olan başka kötü grupların desteğini alabilmek için onların istediği daha da kötü şeyleri yapmaya başlamış
Böylece yıllar yılları kovalamış.
Tüm zorluklara karşın, bir gemide inatla birbirlerinden farklı yönlere doğru kürek çeken tayfa gibi, bu padişahın hükümranlığı altındaki ülkedeki tüm ilerleme potansiyeli tükenmiş. İyi olan, hatta vasat olan her şey kötüye dönüşmüş. Bu ortamda insanların birbirlerine karşı olan şüpheleri derinleştikçe derinleşmiş, zamanla nefrete dönüşmüş. Sonunda birbirleriyle yan yana var olan, ama kendilerini birbirlerine ait hissetmeyen kutuplar halini almışlar. Daha önceki ayrılıkları artık açıkça bir husumet ve çatışma halini almış.
Bu ülkedeki insanlar her ne kadar birbirlerinden çok farklı olduklarını düşünseler de, aslında birbirlerine çok benziyorlarmış. Hepsi de aynı nefretin kurbanı, aynı mutsuzluk kaderinin ortağıymış. Çocukları aynı zehirle zehirleniyor, bu nefret ortamında sevgiden, iyilikten ve güzellikten uzak, kötülüğün, husumetin, çekişmenin, itişmenin içinde anne babaları kadar mutsuz ve umutsuz, hayatlarına devam ediyorlarmış. Kimse içine doğdukları veya bir şekilde kendilerini ait hissettikleri gruptan kendisini soyutlayamıyor, o grubun dışında hayatını anlamlı kılacak hiçbir kimlik bulamıyormuş. Tek kimlikleri, ötekileştirdikleri insanlar gibi olmamak üzerine kuruluymuş. Yan yana aynı ortamda okuyan, çalışan, yaşayan bu insanlar, birbirlerinden tümüyle uzak, birbirlerine yabancı, birbirlerini anlama yetisini kaybetmiş şekilde anlamsız ve acınası hayatlarına devam ediyorlarmış. Arada birileri uyanıp bu hazin durumu fark etse ve çevresini uyarsa, hemen hainlikle, öteki tarafa geçmekle, kendi grubunu satmakla suçlanırmış. Bu farklı paralel toplumların üyeleri birbirlerinden o kadar uzaklaşmışlar ki, artık günlük hayatlarında onları gözlemleyen yabancılar bile bu insanların aynı ülkenin insanları olduklarına zor inanır hale gelmişler.
İnsanlar bir türlü bir araya gelip asgari müştereklerinde birleşemiyorlarmış. Kötü yürekli padişahın ve adamlarının karşısına geçecek bir cesur ve dürüst kimse çıkamamış. Çünkü dedim ya, insanlar bölünmüş, parçalanmış, birbirlerinden nefret eder durumda çaresizce çırpınıp duruyorlarmış. Kimsenin aklına birleşme gelmiyormuş. Partizanlık, tarafgirlik, öznellik, kabilecilik gibi aklınıza gelebilecek her türlü bölünme gerekçesi, bu ülkede geçer akçeymiş. Bu ortamda sağlıklı, liyakate dayalı, herkese eşit koşullar sunan rekabetçi bir eğitim sistemi, tarafsız bir bürokrasi, kapsayıcı bir devlet, rasyonel işleyen bir ekonomi oluşamamış. Tüm olanaklar, kaynaklar, devletteki kadrolar, iş imkânları kabile aidiyetleri üzerinden sahiplerini bulurmuş. Korkunç bir kötü yönetim bir virüs gibi tüm ülkeyi istila etmiş ve işleyen tüm kurumları zamanla felce uğratmış. Yine de iktidar sahipleri ellerindeki politik gücü kullanarak kendilerinden gördükleri insanlara kol kanat geriyor, ülkenin azalmakta olan kaynaklarını bu yakın çevrelerine ve tabanlarına dağıtarak iktidarda kalmaya devam etmeyi umuyorlarmış. Dahası, kendileri için tehlikeli gördükleri diğer grupları takibata alabilmek için onların terörist ve kriminal olduklarını ileri sürerek, kontrolleri altındaki bürokrasiyi, mahkemeleri, polisi ve diğer devlet kurumlarını kullanarak, hasımlarını ve ötekileştirdiklerini devletin ve toplumun dışına itiyor, kendilerine “onlarsız bir alan” açıyorlarmış.
Bu distopyada kendilerinden olmayan on milyonlarca insan etnik kökenlerinden ve kültürlerinden dolayı dışlanmış. Hem de son 100 yıl içinde! Dillerini konuşmamak, çocuklarına kendi isimlerini vermemek, diğerlerinin milletine ait olduklarını söylemek gibi koşullarla varlıklarını garanti altına almışlar, ama yine de kim olduklarını unutmayanları ve kimliklerinde ısrarcı olanları büyük ayrımcılıklar yaşamış, acılar çekmiş.
Sayıları milyonları bulan başka bir gruptan insanlarsa, kendilerini tanımladıkları dini-sosyal bir grup aidiyeti üzerinden birtakım bahanelerle dışlanmış, kitleler halinde işleri, mülkleri, maddi imkânları, kurumları ellerinden alınmış. Aralarından bazılarının işledikleri iddia edilen suçlar yüzünden kitlesel olarak kriminalize edilmiş, hapse tıkılmış, işlerinden atılmış.
Bunlar gibi birçok başka grup, bu toplumun son 100 yıllık tarihinde benzer felaketlere uğramış. Ancak gerçek şu ki kimse kendilerinden olmayan bu insanların dertlerini dert etmemiş, başını öte yana dönerek hayatlarına devam etmeyi seçmiş. Milyonlarca insan sadece başka bir dil konuştuğu veya başka bir dine inandığı için topluca sürülmüş, soykırıma uğratılmış, yollarda ölmüş, öldürülmüş. Daha şanslı olan milyonlarcası kaçmayı başarmış ve ülkelerine bir daha asla geri dönememiş.
Bu ülkede nasıl ki daha önce zulme uğrayanlarla kimse ilgilenmediyse, şimdi zulmün kurbanı olanlarla da kimse ilgilenmemiş. Zulme uğrayanlara sırtını dönmek de, belli ki bu ülkedeki insanların diğer bir ortak özelliğiymiş.
Bu mutsuzluklar, umutsuzluklar, zulümler, ölümler – hiçbir şey bu ülkedeki insanları uyandıramıyormuş, onları birleştiremiyormuş, onları aslında birbirlerinin kardeşi olduğuna ikna edemiyormuş. Bu fesat ve tükenmeyen fetret atmosferinde başa geçen kimse aynı düzeni devam ettiriyormuş.”
“Ama baba, bu çok üzücü! Peki sonra? Sonra ne olmuş?”
“Sonrası bu kızım. Masalın sonu yok, çünkü bu masaldaki insanlar daha masalın sonunda neler olacağına karar vermemişler.”
“Ama olmaz ki baba! Bu yaptıkları çok saçma. Neden bir araya gelmiyorlar? Neden konuşup anlaşmıyorlar? Hep mutsuz mu olmak istiyorlar?”
“Ben de kendime bu soruları soruyorum kızım. İnan yanıtını ben de bilmiyorum!”
“Galiba Pamuk Prenses veya Kırmızı Başlıklı Kız daha iyi olurdu. O masallarda ya kötü cadı ya da kötü kurt kaybediyor. İyiler kimse onlar kazanıyor. Masalın sonu ‘onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine!’ diye bitiyor.”
“Biliyorum kızım. Ama sen benden gerçekçi masal istemiştin, unuttun mu?”
“Evet, ama bu çok umutsuz! Çok üzücü! Ne olur beni üzme, ümit dolu anlat, sonu iyi bitsin, herkes mutlu olsun. Onlar da muradına ersin, biz de kerevetine çıkalım!”
“Peki. Öyle olsun! Ama sen bunun gerçek olmayan bir masal olduğunu unutma sonra. Olmaz mı?”
“Anlaştık. Sen bana duymak istediklerimi anlat! Gerçek olup olmadığı umurumda bile değil!”
“Tamam. Bak dinle o zaman mutlu sonu:”
“(…) Derken efendim, bir gün o ülkedeki birçok farklı gruptan insanlar kötü padişahı yenmek için onun karşısına iyi bir adam geçirmeyi akıl etmişler. Bu iyi adam, padişahın sürekli kustuğu nefrete rağmen herkesi kucaklayan, herkese gülümseyen, herkesi kardeş olmaya davet eden tutumundan taviz vermemiş. Giderek herkesin saygısını ve ondan da önemlisi sevgisini kazanmaya başlamış.
Padişahın destek bulduğu kesimler giderek azalırken, iyi adamı destekleyenler artmış. İnsanlar birleştiklerinde güçlendiklerini, güçlendikçe umutlarının arttığını görmüşler. Bunu gördükçe bir kartopunun çığa dönüşmesi gibi büyümüş, büyümüşler!”
“İşte şimdi olmaya başladı, baba! Ama uykum geldi artık. Sonunu anlat!”
“Sabret kızım. Bitiyor:”
“(…) Neyse, lafı uzatmayalım, iyi adam sonunda kötü padişahın yerine başa geçmiş. İnsanları farklarına karşın kardeş olduklarına ikna etmiş. İnsanların kalplerindeki yaralar kabuk bağlamış, sonra iyileşmiş. Yeniden bir arada olmaktan hoşlanır olmuşlar. Birbirlerine şüpheyle ve nefretle yaklaşmanın esas mutsuzluk kaynağı olduğunu, kötülerin de bundan beslendiğini anlamışlar.
İyi adam, uzun süre ülkenin başında kalmış. Ülke sakinleşmiş, adil, huzurlu ve mutlu, herkesin kendi olabildiği, özgür olabildiği bir yere dönüşmüş. Ve masal da böylece sona ermiş.”
“Hah, bak şimdi oldu işte! Bu masalı sevdim. Ama son cümleyi de söyle lütfen baba!”
“Elbette güzel kızım! Nasıl da unuttum! Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine!”
“Tatlı rüyalar!”
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***