YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
İslamcılar sistemin ötekisi oldukları halde neden otoriterleşmeye eğilimli oldular? Güç zehirlenmesi mi? Yoksa suça batmış olmaları devleti kontrol etmeyi mi gerektirdi? Kültürel ve politik kültürle alakalı nedenler mi bunda başat rol oynadı? AB yolunda ilerlerken ve demokratik bir ülke inşa ettikleri düşünülürken nasıl oldu da bir anda değişiverdiler? Yoksa Kemalist laiklerin iddia ettikleri gibi hep böyleydiler de takıyye mi yapıyorlardı? Ezilenken nasıl bir anda ezen haline dönüştüler? Buna üst yönetsel elitler karar verdiyse bile, neden taban bunu bu denli hızlı bir şekilde kabullenebildi?
Bu sorular önemlidir. Sanırım uzun yıllar bunların yanıtını aramaya çalışacağız.
Birinci bölümde genel anlamda Türk-İslam toplumunda otoriterleşmeyi incelemiş ve özetlemeye çalışmıştım. Bu yazıda ise yukarıdaki sorulara eğilmek istiyorum.
İslamcılar otoriter bir sisteme doğdular. Tıpkı doğduğunuz aile gibi, içine doğduğunuz siyasal kültür de sizi etkiler ve düşün evreninizi büyük oranda belirler. Nasıl ki Kemalizm İttihatçılığın çocuğudur, İslamcılık da Kemalizm’in evladıdır. Bir tür Freudyen kompleks gibi, babasına karşı öfkeyle ve yok etme hisleriyle dolu da olsa, İslamcılık babasından ve dedesinden devraldığı genel karakterin dışına çıkamadı. Otoriterizm İttihatçılarda da Kemalistlerde de devleti ele geçirme ve kontrol etme üzerine inşa edilmişti. İslamcılar da bunun dışında bir düşün evrenine sahip olamazlardı, olamadılar da.
Dahası İttihatçılar da, Kemalistler de toplum mühendisiydiler. İslamcılar, normalleştirdiklerini iddia ettikleri topluma baba ve dedeleri gibi bir mühendislik malzemesi olarak yaklaşmaktan geri durmadılar. Nasıl ki İttihatçıların ve Kemalistlerin ötekileri vardıysa ve kendilerini o ötekiler üzerinden tanımladılarsa, İslamcılar da hep ötekiler devşirdiler. Kendileri gibi olmayanları Müslüman bile kabul etmediler.
Ben bunu çok sıklıkla gözlemledim. Mesela İslamcı tabanı Müslümanlar olarak nitelediler. Müslüman kesim kavramını duymuşsunuzdur. Merkez sol ve sağdan bahsederken onları bu Müslüman kesime asla dâhil etmediler. Henüz iktidarda değilken bir tür alt grup olduklarını, “Müslümanların” (yani kendilerinin) azınlıkta ve ezilen olduğunu tahayyül ediyorlardı. Bu Türkiye toplumunda en az Kürtlerin yabancılaşmaları kadar önemli bir fenomendir.
Bu durum İslamcıların otoriter eğilimlerini kamçılayan bir faktördü. “Azınlık” statüsünden kurtulmak, devleti ele geçirmekten geçiyordu. Tecrübe ettikleri politik gerçeklik buydu. Ancak devleti kontrol ederek bu makûs talihlerini değiştirebileceklerdi. Demokrasinin “iyi bir tramvay” olduğundan şüphe yoktu. Ağırdan da olsa hedefe götüren bir araçtı çünkü. Ve istenilen durağa gelindiğine kanaat getirildiğinde inmek de kolaydı.
Eğreti Batılılaşma toplumu modernize edememiş, Türkiye Soğuk Savaş sonunda cascavlak yarı modern ve yarı gelişmiş bir toplum olarak ortada kalmıştı. Soğuk Savaş’ın jeopolitik gereklilikleri Türkiye’nin Batı nezdinde önemini neredeyse sıfıra indirmişti. Askeri-Bürokratik kesim vesayet rejimini devam ettirebilmek için gereken dış desteği artık bulamıyordu. Türkiye’ye tolerans azalmıştı.
AB süreci İslamcıları özgürleştirdi ve sisteme entegre etti. Ama onları dönüştüremedi. İslamcılar seçimsel demokrasiye dört elle sarılsalar da, devleti demokratikleştiremediler. Demokratikleşen yasalardı ve yönetmeliklerdi. Ama bu özünde Kemalistlerin İsviçre’den medeni kanun çevirmeleri gibiydi. İslamcılar demokrasiyi hayata geçiremediler. Geçirmek isteyip istemedikleri tartışmalıdır da, bence bu irade yoktu. Bugün anladığımız budur. Dolayısıyla, AB reformlarını bir kaldıraç olarak kullandılar ve sisteme yerleştiler. Bu esnada daha az Ortodoks olan Gülen Cemaati, sistemin esas ötekisi Kürtler, üvey evlat liberaller gibi gruplardan büyük destek aldılar. Ama bu safraları atacakları günlerin gelmesini bekliyorlardı.
Eski nomenklatura – derin yapı – İslamcıların yolsuzluğa nasıl bulaştıklarını sabırla gözlemleri ve onları ne zaman punduna getireceğini ustalıkla hesapladı. Ergenekon ve muadili davalar, İslamcıların yön değiştirdiklerinde derin devletin intikamından korkmaları için yeterli ve anlaşılır bir nedendir.
17 Aralık 2013 sonrasında İslamcılara ciddi bir manevra alanı doğdu. Kürtleri ve Cemaat’i günah keçisi olarak ilahlara kurban vermek, cazip görünüyordu. Liberalleri zaten kale almalarına bile gerek yoktu çünkü çok azdılar. Herkes bu üç gruptan nefret ediyordu. Kürtler yeni Ermenilerdi. Cemaat dış ajandı. Liberaller liboştu, haindi. Erdoğan ve İslamcılar, böylece otoriter devlete tam entegrasyon şansını yakaladı.
Derin yapı, İslamcıları sisteme dâhil edip onları eritebileceğini hesaplıyordu. Kontrollü ve düşük yoğunluklu bir korozyonla, ağırdan ama istikrarlı biçimde İslamcıları “evcilleştireceklerdi”. Bir tutam nasyonalizm, mebzul miktarda açlık ve güç ihtirası ile birleşince ortaya çıkan tepkime bir tür nükleer zincirleme reaksiyon gibi, harika sonuçlar verebilirdi.
Öyle de oldu. Erdoğan’ın yeni bir tür “ezeli ve ebedi lidere” evrilmesi, derinlerle yapılan mantık evliliğinin tabanca kabul edilmesini sağladı. Geriye sayım artık başlamıştı.
Bu olan biten her şey siyasal kültürle ilgilidir. Adeta bir tür Türkiye klasiğidir. Bu hikâyede herkes kendinden bir şeyler bulabilir. Peki, bu hikâyenin sonu nasıl olacak? Onu da diğer yazıya bırakalım mı?