YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
Mü’min, varlık ve olaylara ibret nazarı ile bakan ve bunlardan ibret alan kimsedir. Kur’ân yüzlerce âyet-i kerimesinde geçmiş kavimlerin kıssalarını anlatır ve akıl sahipleri için bunlarda ibretler olduğunu haber verir. Tabiat olaylarından, gece ile gündüzün deveranından, hayvanların yaratılışından bahseder ve yine bütün bunlarda ibretler olduğunu haber verir. “Ey akıl sahipleri, ibret alın!” (Haşr suresi, 59/2) ayetiyle akıl sahiplerine seslenir ve ibret almalarını ister. Sûfiler de mü’minin konuşmasının zikir, sükutunun fikir, bakışının da ibret olması gerektiğini söyler. İbret alan kimse Rabbini bulur. Varlığa ibret nazarıyla bakan kimsenin marifetullah bilgisi artar.
Peki, nedir ibret? Kısaca görülen, bilinen şeylerden ders çıkarabilmektir. Bilinen ve görülenden hareketle bilinmeyene, görünmeyene ulaşmaktır. İşin akıbetini kavramaktır. Yanlış davranışların sebep olduğu kötü sonuçları önceden tahmin ederek bunlardan kaçınabilmektir. Varlığa ve meydana gelen olaylara hikmetle bakabilmek ve onların dilini anlayabilmektir.
İbret alabilme, aklî melekeleri iyi kullanmaya, muhakemeye, basiret ve firasete bağlıdır. Dolayısıyla ibret alma; gaflete dalan, aklını kullanmayan, ezber ve şablonlara göre yaşayan kimselerin yapacağı bir iş değildir.
Hayatını teenni ile yaşayan, varlık ve olaylar üzerinde tefekkür eden kimseler her şeyden ibret alır, ders çıkarırlar. Yaşanan hadiselerin verdiği mesajı çok iyi kavrar ve bunun gereğine göre iş yaparlar. Bir delikten iki kez sokulmazlar. Aynı hataları tekrarlamazlar. Sonu tehlikeli olan yola baştan girmezler. Muhtemel risk ve tehlikeleri en aza indirebilme adına almaları gerekli olan tedbirleri alırlar. Varlığın ahenk ve ritmine uygun hareket ederler. Esbaba riayette kusur etmezler. Göz göre göre kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atmazlar…
Ne var ki yaşanan deprem de gösterdi ki ibret almıyoruz. Yaşanan acı tecrübelerden ders çıkarmıyoruz. Allah’ın bahşettiği aklî melekeleri yerinde kullanmıyoruz. Bırakalım gündelik hayattaki basit olayları, ağır yıkımlara yol açan büyük felaketler dahi bize bir şey anlatmıyor. Daha doğrusu biz onların hâl diliyle anlatmak istediği mesajları, yaptıkları ikazları anlayamıyoruz. Anlasak da çabuk unutuyoruz. Bazen gafletimiz buna mani oluyor, bazen de dünyevî çıkarlarımız galebe çalıyor. Göz göre göre binlerce, milyonlarca insanın hayatını tehlikeye atıyoruz.
Şayet ortada binlerce insanın canına mâl olan, milyonlarca insanı evsiz barksız bırakan, bütün ülkeyi yasa boğan büyük bir felaket varsa, faturanın bu kadar ağır olmasının sebepleri inceden inceye tetkik edilmeli, varsa sorumlular bulunup çıkarılmalı ki aynı felaket yine tekrarlamasın. Depremi engellemek elimizde olmasa da yıkıcı sonuçlarını önlemek elimizde. Şayet bir ülkede sık sık deprem oluyor ve her deprem sonrası aynı şeyler konuşuluyorsa yaşananlardan hiç ders çıkarılmıyor demektir.
Maraş depremi bir kere daha gösterdi ki Türkiye’nin deprem bölgesinde olması hiç nazar-ı itibara alınmamış. Geçmişte yaşanan depremler bize bir şey öğretmemiş. Ne depreme dayanıklı binalar yapabilmişiz ne de deprem sonrası yaşanan insanlık krizini çözme adına uygun planlamalar. Deprem sonrası uzmanların ve ilgili kurumların yazdıkları raporlar, yaptıkları uyarı ve ikazlar çok da dikkate alınmamış. İmar aflarıyla depreme dayanıksız yapılaşmalara izin verilmiş. Sağlam bir zemin etüdü yapılmamış. Şehirler depreme göre planlanmamış. İki kuruş fazla kazanma hırsıyla demirden, çimentodan çalınmış. Çıkılan kaçak katlara, yapılan izinsiz eklemelere, kesilen kolonlara göz yumulmuş. Tarım arazilerine, fay hatları üzerine, dere yataklarına binalar dikilmiş.
Depremin bize verdiği diğer önemli bir ders, tek adam rejiminin nasıl yıkıcı sonuçları olduğu. Bir kere daha anladık ki istibdadın hüküm sürdüğü bir ülkede hiçbir kurum işini doğru dürüst yapamıyor. Herkes tek kişinin ağzından çıkacak lafa bakıyor, onun gözüne girmeye çalışıyor. Değil sadece devletin resmi kurumları, sivil toplum örgütleri bile istedikleri gibi depremzedelere el uzatamıyor. Depremle ilgili en mükemmel yönetmelikler hazırlansa bile layıkıyla uygulanmıyor. Devlet güç ve enerjisini, enkazdan olabildiğince fazla insan kurtarmaya ve depremzedelerin acil ihtiyaçlarını karşılamaya değil; medya gücünü de arkasına alarak algıyı yönetmeye ve hükümeti parlatmaya harcıyor. Eleştirileri önleme, şikayetleri bastırma, olumsuz havayı dağıtma; enkaz altında can çekişen insanların hayatından daha önemli görülebiliyor.
Deprem sahasından gelen bilgileri ve sosyal medya paylaşımlarını, devlet kontrolündeki medya haberleriyle karşılaştıran kimse, iki ayrı ülkede meydana gelen iki ayrı depremden bahsedildiğini zanneder. Deprem mağdurları enkaz altındaki çığlıklardan, ortalığa koku yaymaya başlayan cenazelerden, sokaklarda yatıp kalkan insanlardan, açlıktan, sefaletten, çaresizlikten bahsediyor; resmi haber organları ise deprem bölgesine giden siyasileri, yardım tırlarını, kurulan çadırları, toplanan yardımları haber yapıyor. Başarılı yapılan bir arama kurtarma çalışması saatlerce canlı yayında verilse de, enkaz altında bekleyen binlerce insan habere konu bile olmuyor.
Şayet bir müteahhit inşaat projesini zemine uygun yapmıyor, malzemeden çalıyor veya kalitesiz malzeme kullanıyorsa suç işliyor demektir. Bunun önüne geçmenin birinci yolu, sağlam bir yapı denetim sistemi kurarak depreme dayanıksız binaların inşaatına izin vermemektir. İkinci olarak da yaşanan bir depremden sonra yıkılan binalar üzerinde detaylı incelemeler yapılması, ihmal ve suistimaller tespit edildiğinde de önleyici ve caydırıcı cezaların verilmesidir. Ne var ki bu da ancak hukukun işlediği ve yargının bağımsız olduğu bir ülkede mümkündür. Tek adam rejimlerinde ise rejimin yanında durduğunuz sürece yargının karşısına çıkmazsınız. Bir işe liyakatınızın olup olmadığı da önemli değildir; rejime sadakatinizi ispatlayın yeter!
Kısacası, tek adam rejiminin hâkim olduğu yozlaşmış bir iktidarın deprem öncesi tedbir alması da, depremden ders çıkarması da mümkün değil. Çünkü depremin bir felaket haline gelmesini önlemek istiyorsanız işi ehline vermek, uzman görüşlerini dinlemek, kurumları kendi yönetmelikleriyle baş başa bırakmak, sorumlulardan hesap sormak zorundasınız. Bu da şeffaf, denetlenebilir, hukukun işlediği bir sistemin kurulmasına bağlıdır.
Bütün otoriter rejimlerin hareket tarzları hemen hemen aynıdır. Esasen onlar çözümün değil, problemlerin kaynağıdır. Fakat maalesef toplum da depremlerden gereken dersi almıyor. Sorumlulardan hesap sormuyor, soramıyor. Her biri birer parti uzantısı haline gelmiş kurumları sorgulamıyor. “Yıllardır toplanan milyarlarca deprem vergileri nerede?” diyemiyor. Siyasilerin yaptıkları üç beş kuruş yardıma, süslü yalanlarına, altı boş vaatlerine aldanıyor. Binlerce insanın vefat ettiği bir felaket karşısında tek bir istifanın dahi olmamasına aldırmıyor. Değil istifa etmek, hiçbir sorumluluğun üstlenilmemesi, hiçbir muhasebenin yapılmaması onu rahatsız etmiyor.
Aslında inanan müminlerin yapması gereken önemli bir vazife de yaşanan felaketlere bir de metafizik açıdan bakabilmek, alması gereken dersi alabilmektir. Zira depremler insana acizliğini, fakirliğini, hiçliğini hatırlatır. Kibir ve küstahlığı bırakmasını, azgınlık ve taşkınlığa son vermesini, zulüm ve günahlardan vazgeçmesini söyler. Dünyanın fena yüzüne dikkat çeker. Dünya malının emanet olduğunu, elde durmadığını ders verir. Taparcasına dünyaya prestij eden insanoğlunu şiddetli bir tokatla ikaz eder. Birbirinden kopan toplum fertlerini yeniden bir ve beraber olmaya, dayanışma ve yardımlaşmaya çağırır. Zelzelenin küçüğünü göstererek, çok daha büyüğünün yaşanacağı kıyameti hatırlatır.
Meselenin manevi boyutu üzerinde daha çok durulabilir. Fakat yazıyı çok uzatmama adına daha önce yazdığımız ‘Deprem niçin meydana gelir’ başlıklı yazıyı hatırlatıp bitirelim.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***