“Allah devletimizden razı olsun, devlete zeval vermesin!”
Arada televizyonu açınca hastanede yatan bazı depremzedelerin bunu dediğini duyuyorum. Aldıkları her nefese şükreder hâle gelmiş, kendilerine gösterilen en küçük ve kaçınılmaz bir ihtimama bile minnet duyan insanlar bunlar. Yaşamlarını yıkıldığı yerden sürdürebilmek için her şeyi olumlu yönden görmeye çalışıyorlar.
Fakat onların ve depremden doğrudan zarar görmeyen tüm ahalinin bunu söylemesini sağlamak için pek çok mecra emek harcamıyor mu? Devletin ideolojik aygıtları üzerinden devlete minnet hissi yaratılmaya çalışılıyor. Kimden kaynaklanıyor bu? Doğrudan doğruya devletten. Devlet onaylansın, kendisine teşekkür edilsin ve böylece affedilsin, on yıllardır depreme karşı yapması gerekenleri yapmadığı, alması gereken tedbirleri almadığı için mazur görülsün ve bir şekilde bu konu kapansın istiyor.
“Ben sizin devletinizim! Ben ne dersem o olur.”
Bunu kabul ettirse sorun çözülmüş olacak. Herkes eski düzenine dönecek. Devlet yönetimine hâkim olan liyakatsiz, nepotist, adam kayırmacı ve vurguncu gidişat, şehirlerin ve binlerce binanın yıkıldığı ve on binlerce canın kaybolduğu şu tatsız deprem kesintisini geride bırakarak süregidiverecek.
Ne tatlı bir rüya! Ne yazık ki, sadece bir rüya. Televizyonlarda gerçekleştirilen tüm yardım canlı yayınlarına rağmen AKP iktidarı üzerinden yürüyen devlet pratiği bunu sağlayamıyor. Neden? Çünkü suyun bittiği yere geldik. Savunulacak en ufak bir şey kalmadı. 1999 depremi sonrasında şehirlerin yıkılmamasını, insanların enkaz altında ezilerek ve yavaş yavaş ölmemesini sağlayacak bir sistem oluşturulabilirdi. Bu yapılmadı. Bu kadar uzman, siyasetçi ve sivil toplum oluşumu durmaksızın bunun çağrısını yaptığı halde, devlet bu işin rant yönünde yürümesinden vazgeçmedi ve bu ranttan nemalandığı gibi, sağında solundakini de nemalandırdı. Birileri nemalansın diye, on binler öldü ve bugün milyonlar bu felaketten etkileniyor. Felaketin etkileri ekonomiye yansıdıkça, tüm ülke çok daha fazla ve çok daha uzun süre etkileniyor olacak.
HER TARAF DEVLET
Biz devlet düzeneğinin altında ezilen bir toplumuz. Bu, çok uzun bir süredir böyle. Cumhuriyetin ilk yüzyılını bu açıdan da düşünmemiz lazım. Topluma acemi er muamelesi yapan, kendi istediği gibi davranması için her tür katakulliden ve baskıcı uygulamadan yararlanan bir devlet yaklaşımıyla yüz yıl geçirdik biz. 12 Eylül 1980 faşist darbesinin ardından, bu devlet yapısı şahtı şahbaz oldu. Bugün 12 Eylül faşizminin ve 1982 Anayasası’nın mantıksal sonucunu yaşıyoruz. Bu kadar kontrolcülük, demokratik bir topluma yol açacak değildi ya. Aça aça Erdoğan tek adamcılığına yol açmış oldu.
Bugün her yerden devlet fışkırıyor. Baskıcılığı, kontrolcülüğü son raddede ama bir şeyleri düzgün yapmaya, zevahiri kurtarmaya filan da uğraşmıyor. Son noktada dayandığı şey yasal şiddet tekeli tabii. Polis ve asker üzerinden her tür karşı çıkışı bastıracağını açıkça gösteriyor ve bastırıyor da. Fakat işin oraya varmadığı zamanlarda, herhangi bir muhalefeti engellemek için bin bir türlü mobbing/bezdiri yöntemi de kullanıyor. Vatandaşını dinlememek ve sesi çok duyulur hale gelirse akla hayale gelmedik yollardan onu perişan ederek etkisiz kılmak için sürekli taktik ve strateji geliştiriyor.
Türkiye’de bu devlet yapısı ve uygulaması sürdüğü sürece sorunlarımız çözülebilir mi? Çözülemeyeceğinin, daha da sarpa saracağının bir işaretini, Erdoğan’ın açıklamasının ardından YÖK’ün aldığı üniversitelerde uzaktan eğitim kararında görmüyor muyuz? Bu konuda geçen hafta ne kadar açıklama yapıldı, konu ne kadar çok tartışıldı. Çözüm önerileri genelde devlet dışı unsurlardan, öğretim elemanları dernek ve platformlarından, üniversitelerden, bölümlerden, öğrenci kulüplerinden, sendikalardan geldi. Devlet kuyuya bir taş atmıştı. Üniversite bileşenleri ve muhalefet bunu çıkarmak için çabalayıp durdu. Çıkarılabildi mi? Hayır!
Erdoğan’ın açıklamasının ardından gelen ve sırf Erdoğan’dan geldiği için YÖK’ün dikkate aldığı, emir telakki ettiği gayet belli olan bu karar neden alınmıştı? Çünkü sorunlarla doğru düzgün ilgilenmeyi sevmeyen devlet yapımız, gecikmeden depremzedelerle ilgili çaba gösterdiğini gösterme derdindeydi ve maliyeti büyütmeden, altın getirecek kaz olarak gördüğü turizm sektörüne pek dokunmadan, cebinden mümkün olduğunca az para çıkararak çözüm buluyormuş gibi yapmak niyetindeydi. Dolayısıyla depremzedeleri KYK yurtlarına yerleştirme kararı geldi. Depremzedeleri bu yurtlara yerleştirmek için de, oradaki öğrenciler çıkartılmak zorundaydı ve çıkartıldılar. Tabii KYK yurtlarından çıkartılacak öğrenciler arasında doğrudan ya da dolaylı olarak depremden etkilenmiş öğrenciler olabileceği de düşünülmemişti.
Devlet adamları kaç KYK yurdu ziyaret etmişlerdir acaba? Seçim çalışmalarına dahil edilen yerler değil bunlar. O yüzden belli ki, buraları sadece yatak kapasitesi olarak değerlendirdiler. Halbuki 8, 10 ya da 12 öğrenciyi ranza usulü tıkıştırdığınız bir yurt odasına depremzede bir aileyi nasıl sığıştırır, hayatlarını idame edebilecekleri koşulları ne kadar sağlayabilir ve onları orada ne süreyle tutabilirsiniz? Çok uzun süre olmasa gerek. Depremzedeleri ağırlamak için en kısa süreli seçeneklerden olsa gerek öğrenci yurtları. Çünkü bunlar yaşam standardının son derece aşağıda tutulduğu mekânlar.
Tabii bu karar verilirken, kestirmeden giden devlet aklının dahiyane bir çözümü daha vardı: Üniversitelerde uzaktan eğitim olsundu. Sonuçta iki pandemi yılında, üniversiteler şöyle ya da böyle uzaktan eğitim yapmadılar mı? Öğrenciler Zoom ya da benzeri sistemler üzerinden dersleri izlemediler mi? Onların kalitesi, canlı mı yoksa hocanın aldığı kaydı internete yüklemesi üzerinden mi olduğu, her öğrencinin bulunduğu her yerden uzaktan eğitimi izlemeye internet kapasitesinin yeterli olup olmadığı bu devletin hiç derdi değildi. İki pandemi yılında yükseköğretim yapıldı mı, yapıldı. Şimdi yine yapılsın. Bu kadar açık, net, temiz. Sıkıntı yok!
ÇILDIRMAYA AZ KALDI, ÖĞRENCİLER NEREDE?
Ben Boğaziçi Üniversitesi edebiyat hocasıyım. Tüm öğretim üyeleri gibi ben de hayatımı anlamlandıran ve tatlandıran YÖK’ün bölümümüzün kontenjanını her sene ufak ufak arttırması üzerinden gittikçe kalabalıklaşan sınıflarda ders yapıyorum. Geçen dönem verdiğim bir birinci sınıf dersinde 80, bir ikinci sınıf dersinde 70 öğrenci vardı. Edebiyat dersi bunlar, dikkatinizi çekerim. Geçen dönem, pandemi koşullarından tamamen çıktığımız ve derslerin tamamen sınıfta yapılması gerektiğinin bize bildirildiği dönemdi. Dolayısıyla ben de, diğer meslektaşlarım gibi derslerimi sınıfta yaptım.
Öte yandan, şöyle dertlerimiz var: Öğrenci sayısının yüksekliğinin de etkisiyle, dersi tekrar alanlar veya başka nedenleri olan öğrencilerimiz ders çakışmaları yaşıyorlar. Sistemimizin çözemediği bir sorun bu. Ben o öğrenciler için dersi kaydetmenin iyi olacağını düşünüyorum ve kaydedip ders sonrasında internete yüklüyorum. Bunu yapıyorum ama bir yandan, geçen sene enflasyon ve İstanbul’da kiraların uçması nedeniyle pek çok öğrencimiz evlerinden İstanbul’a gelemediler. Ben geçerli gerekçesi olan öğrenciler için ders saatinde Zoom yayını da yaptım. Benim derslerim bu hibrit yönteme uygundu. Hem sınıfa gelenlerden hem Zoom’a girenlerden de yoklama aldım. Sonuç itibarıyla 80 kişilik sınıfta 45 kadar öğrenciyi sınıfta ve 15 kadar öğrenciyi de Zoom’da tutan dersler yapabildim. Bu iyi bir sayıydı.
Geçen hafta onlarca akıllı aktörün uyarıları ve çözüm önerilerine rağmen YÖK uzaktan eğitim kararından geri dönmedi. Çeşitli taklalar atıldı ama biz 20 Şubat Pazartesi günü dersleri uzaktan başlatıyoruz. YÖK’ün uzmanları ve toplumu değil de devleti dinlemesi nedeniyle, yukarıda benim uyguladığım tarzda bir yöntemi geliştirmesi mümkün olmadı. Ben bu dönem bir üniversite hocası olarak sınıfa gideceğim, gelebilen gelsin diyeceğim, Zoom’u ya da benzeri başka bir programı açacağım, dersi yapacak ve bitireceğim. Sınıfa gelen olacak m? Büyük ihtimalle olmayacak. Ders sırasında Zoom’a katılan sayısı bile düşük olacak. Çünkü nasılsa ben yoklama alamayacağım ve dersin kaydını sisteme yüklemem gerekecek. Dolayısıyla ben, ders yapıyor olmayacağım, sosyal medya diliyle içerik üreticisi olacak ve öğrencilerimin bu içeriğe tercihan ders saatinde canlı ama gerçekçi olmak gerekirse ancak daha sonra, belki ödev teslim ya da sınav döneminde ulaşmasını bekleyebileceğim.
Dolayısıyla dönem başlamadan bitti. Dahiyane bir devlet çözümüyle karşı karşıya olduğumuz için, yükseköğretim 2022-2023 bahar döneminde heba edilmiş oldu. Zaten kayyım yönetimleri üzerinden iflahı kesilmiş, hallaç pamuğu gibi atılan, kalitesizliğin dibine vurdurulmuş bir yükseköğretim alanında debeleniyorduk. Bu dönem o debelenmenin de pek bir önemi kalmadı. Kurtarılacak bir zevahir de yok. Türkiye’nin sorunlu yükseköğretim yapısı, toptan depremzedeler arasına eklenmiş oldu.
Çözüm hâlâ var. Gereken tüm önlemleri alarak, depremzede öğrencilerin tüm haklarını koruyarak ve destek almalarını sağlayarak, üniversitenin yüz yüze eğitime dönmesi kararı alınmalı. Taş kuyuda duruyor. Bunu yerinden çıkarmak lazım. Çünkü zaten bir felaketi yaşarken, başka felaketlere yol açmanın kimseye bir yararı yok.
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***