Maraş’ta 19 Aralık 1978’de başlayan, Alevileri hedef alan ve aralıksız bir hafta süren saldırılarda resmi kayıtlara göre 120 can yitirilmiş, yaralı yurttaşlar çareyi kenti terk etmekte bulmuştu. Katliamın hemen ardından Maraş’a giden dönemin TRT muhabirinin katliam mağdurlarıyla yaptığı röportajlar vahşetin boyutlarını siyah beyaz ekranlara taşımıştı. Mikrofon uzatılanlar saldırıların nasıl başladığını, balta ve kesici aletlerle nasıl kıyıma uğradıklarını, kurşuna dizildiklerini tek tek anlatmış, yaşanan dehşet “devletin ekranı”nda sinyal alabilen evlere, kahvelere taşınmıştı.
TRT kökenli ilk genel müdür olan Cengiz Taşer’in yönetimindeki TRT’nin ne kadar önemli bir iş yaptığını, sahip olduğu özgürlük alanının önemini bugün daha iyi anlayabiliyoruz. Çünkü, aradan tam 45 yıl geçtikten sonra TRT, yine Kahramanmaraş’ta, fakat bu sefer doğal bir afetten, büyük deprem felaketinden sağ kurtulan vatandaşların isyanını sansürlüyor.
Tecrübeli TRT haber spikeri Fuat Kozluklu, deprem bölgesinden yayın yaptığı sırada mikrofona konuşup sesini duyurmaya çalışan bir depremzede, “Merhaba, sorar mısınız yöneticilerinize iki gün boyunca, 50 saat boyunca burayı yapayalnız bıraktıkları için memnunlar mı ? Sorar mısınız, sorun onlara. Söyleyin.” diyor. Vay, sen misin bunu diyen! Bu sözlerin ardından TRT, Kahramanmaraş’tan canlı yayını kesiyor. Canlı yayın sunucusu Nilgün Balkaç, “Fuat hazır olduğunda bir kez daha döneceğiz Fuat’a” diyerek konuşmayı oldu bittiye getiriyor. Fakat en azından o muhitteyken bir daha Fuat’a bağlanılamıyor.
İktidarın emrindeki İletişim Başkanlığı’nın, adını halk henüz yaralarını saramamışken “Asrın felaketi” adını koyduğu, alelacele alınan çok takipçili sosyal medya hesaplarıyla ve propaganda aygıtlarıyla yaptığı algı çalışması yaşananları gölgeleyemedi. Öte yandan 7,7 ve 7,6’lık Kahramanmaraş depreminden sonra sansür, maalesef kamu yayıncılığı yapması gereken TRT ile sınırlı kalmadı. Her biri iktidarın birer aparatına dönüşen, İletişim Başkanlığının Whatsapp mesajlarıyla yönetilen, “Alo Fatih” telefonlarıyla hizaya getirilen televizyon kanalları da TRT’nin yolundan gitti.
Kahramanmaraş’tan Habertürk yayınına bağlanan Show Tv muhabiri Tuğba Södekoğlu, mikrofon uzattığı bir vatandaş yine istemediği şeyler söyleyince yayından alındı. Hem de kaba ve saygısız bir yöntemle…
Enkazdan çıkarılan bir kadının, “Enkazdan çıktım ama annem babam ve kardeşim enkazın içinde. Kaç gündür bekliyoruz tek bir araç bile gelmiyor. Hiç kimse asla gelmiyor” sözleri üzerine panikleyen muhabir, “Evet, bunun da altını çiziyoruz. Ekipler Kahramanmaraş’ı karış karış gezmeye çalışıyorlar ama henüz ulaşılamayan noktalar var” dedi ve saniyeler içinde uzaklaştı. Acılı kadın öylece kalakaldı.
Bir zamanların saygın haber kanalı NTV de, yeni döneme ayak uydurduğunu bir kez daha kanıtladı. Deneyimli muhabir Yağız Şenkal, Kahramanmaraş’taki durumu aktarırken arka planda depremzedelerin öfkeli sesleri duyulunca yayın kesildi. Sunucu Mesut Yar yayına stüdyodan bildiği gibi devam etti.
TV 100 muhabiri Sertaç Murat Koç, “6 gündür elektriğimiz yok, çadır yok” diyen vatandaşın sesi duyulmasın diye mikrofonu sakladı, hemen ardından kurum yayını kesti.
İSTİSNALAR…
İstisnalar da yok değil elbette. Habertürk yayınında Mehmet Akif Ersoy, kamera ışıklarını kapattırarak arama-kurtarma çalışmalarının karanlıkta yapıldığını izleyicilere gösterdi. Çalışmaları yürüten ekibin tek ışık kaynağı, kanalın getirdiği ve gücünü bir jeneratörden alan ekipmandı.
AKP Sözcüsü Ömer Çelik, depremin ardından “Cumhur İttifakı olarak sahadayız” derken bir yandan da arama-kurtarma çalışmalarına yönelik eleştirileri “Afeti siyasallaştırmayın” diyerek susturmaya çalıştı, hatırlarsanız. Oysa aynı Ömer Çelik, 1999 depreminin ardından, o dönemde köşe yazarı olduğu, “Devletin çöküşü” manşetini atan Yeni Şafak gazetesinde dönemin hükümetini arama kurtarma çalışmalarındaki eksiklikler nedeniyle sert bir şekilde eleştirmişti. Bu yazısı için ne kapısına polis dayandı ne gazeteme zarar gelir diye korktu.
Basın ve ifade hürriyetini 45 yıl önceki TRT örneği ile anlatmaya başlasak da 24 yıl önce 1999 depreminin yaşandığı dönemde de böyle bir karartma ve sansür yoktu.
1999 depreminden sonra gazetelerin ve televizyonların tamamı devletin ihmallerini ve eksikliklerini gözler önüne serebiliyor, eleştirileri açıkça dile getirebiliyordu. Medyanın büyük bölümünün son 20 yılda siyasi iktidarın kontrolüne girmesi nedeniyle bugün çok farklı bir manzara var.
1999 depreminin olduğu sabah gün doğmadan, üç gün sonra doğum yapacak eşini apartman kapısının önüne bırakıp giden bir foto muhabiri olarak söyleyebilirim ki, zerre kadar bir korku ve endişe taşımıyorduk. 28 Şubat günlerinin brifinglerle şekillendirdiği medya ortamında, en solundan en sağına kadar hepimiz gidip omuz omuza gazetecilik yapıyorduk. Yazdıklarımızın, kaydettiklerimizin sansüre tabi olacağı, soruşturma-kovuşturma geçireceğimiz aklımıza bile gelmiyordu.
Gölcük’ten Sakarya’ya Türk Silahlı Kuvvetleri, bütün gücüyle sahadaydı ama bugün sürgünde olan ve sesini duyurmaya çalışan dönemin mafya lideri Sedat Peker de sahadaydı. Ecevit hükümeti her ne kadar ‘dinci’ diye sınıflandırdığı vakıf ve derneklerin yardımlarına engel olmaya çalışsa da, bypass etmek mümkündü ve hatırladığım kadarıyla kimse bu yüzden bir takibata uğramamıştı.
Sadece bir kere Jandarma ile karşı karşıya gelmiştim deprem bölgesinde. O da, Yalova’da askerler kamp kurarken hazırlık çalışmalarını çekerken… Beni gören komutan yasak diyerek yanıma koştu. Bu sürede ben de makinedeki filmi çoktan değiştirmiştim belki el konulur diye. Bu bile olmadı…
1980’lerin sonunda, dönemin başbakanı Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal ile Cem Uzan’ın birlikte kurduğu Magic Box’ın ilk özel televizyon olmasının üzerinden yaklaşık 10 yıl geçmiş, Kanal 6, Show TV, HBB derken görece renkli ve çeşitli televizyon kanalları o günkü şartlarda inanın bundan daha iyi, ciddi bir yayıncılık yapıyordu.
Şimdi tek sesli TRT zamanlarından bile bir ışık yılı kadar uzağız. Yüzde 90’ı iktidarın kontrolündeki televizyon ve gazeteler yetersiz kalacak ki, çok takipçili hesaplar, troll ordusu el ele vermiş bize yaşadıklarımızın sanal olduğunu anlatmaya çalışıyor. Gördüklerimize, duyduklarımıza, tanık olduklarımıza inanmamamız gerektiğini söylüyor. Aksi halde sopa hazır…
TRT ekranları mı?
Halkı sansürleyen TRT ekranları ağdalı ve ötekileştirici bir dille inanmamızı istedikleri sanal dünyanın ideolojik altyapısını döşemekle meşgul. Yıllar önce hazırladıkları ve Maraşlı 7 yazarın hayatından yola çıkan Yedi Güzel Adam dizisindeki Maraş katliamı sahnelerini hatırlayalım.
1935 yılında yazılan Tohum adlı tiyatro oyunundaki sahne, Maraş Katliamı günlerinde gerçekleşmiş gibi diziye monte ediliyor. Önüne soğuk “kesik çorbası” konulan Necip Fazıl Kısakürek, vereceği konferans öncesi bazı hadiselerin çıkacağını, “daha da hadiseler” olacağını haber veriyor (!) “Bu memleket gebe çocuklar lakin doğacaktan endişeliyim. Çünkü herkes bir avuç tohum ekti bu memlekete. Kimi diken kimi keten… Kimi gül kimi sümbül. Gül mü tutacak diken mi, sümbül mü boy verecek keten mi, bunu zaman gösterecek.” diyor. Diken kim, gül kim belli olacak bir süre sonra zaten.
Sonra, “İşimiz zor çocuklar, işiniz zor. Memleketin üzerine gulyabaniler çökmüş, milletin hafsalasıyla oynayıp duyuyorlar.” diyor: “Ah Kahramanmaraş! Toprağından başak değil zeka fışkıran şehir… Korkum odur ki bu şehir memlekete çöken karabasanın kan ve kin türkülerinden ibaret piyesinde perde açacağı ilk sahnelerinden biri olacak.”
Umalım ki bu kirli oyunun ve kirli düzenin son sahnesi olur Kahramanmaraş’daki yıkım. “Güzel günler göreceğiz çocuklar” şarkılarının çalındığı değil, güzel günlerin yaşandığı bir Türkiye’yi hep birlikte kurabiliriz.
SELAHATTİN SEVİ
12 Şubat 2023 HABER ANALİZ
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***