Erken seçimlerin tarihi nihayet Erdoğan tarafından 14 Mayıs olarak ilan edildi. Bu tarihin ilanıyla birlikte 14 Mayıs 1953 seçimlerine dair gerek iktidarın, gerekse muhalefetin göndermeleri de yoğunlaştı. Peki 14 Mayıs’ta ne olmuştu?
Türk burjuva Cumhuriyeti, Osmanlı hanedanlığının enkazı üzerinde ilan edildiğinde, bu yeni devlet dolaysızca dayanacağı bir burjuva sınıfından yoksundu. Anadolu ve Trakya’da kapitalizm zaten son derece sınırlı derecede gelişmişti. Kapitalist ilişkilerin taşıyıcısı olan ticaret ve sanayi burjuvazisi ise neredeyse tümüyle ‘gayri müslim’ idi. Türk milliyetçiliği temelinde yeni devlet, Ermeni, Rum ve Yahudi burjuvalarına güvenemez, onlara dayanamazdı. Oysa kökünü Osmanlı’daki ayan sınıfından alan Türk toprak ağaları sınıfı, sadece Milli Mücadele boyunca Ankara’daki meclise destek vermekle kalmamış, aynı zamanda tefeci tüccar sermayesiyle bağlantı içinde yerel eşrafın da hatırı sayılır bir kısmını oluşturmuştu. Öyleyse 1923’te açılan yeni tarihsel dönem içinde Ankara’da kurulan yeni devlet, bir yandan Mustafa Kemal’in ve savaş arkadaşları etrafında birleşen burjuva subay-bürokrat tabakasına dayanarak Türkiye’de kapitalizmi geliştirmeye çalışacak ama diğer yandan ise sınıf tabanı olarak toprak ağalığına dayanacaktı. Başka bir deyişle yeni devletin daha baştan anti-demokratik yapılanışı neredeyse tüm azınlıkları potansiyel vatan haini sayarak dışlaması, onu toprak ağalığına dayanmaya, burjuva devriminin temel sosyal adımı olan toprak reformundan uzak durmaya mahkum ediyordu.
‘TOPRAK AĞALARI CUMHURİYETİ’
Bu tarihsel gerilimi daha kısa ve çarpıcı biçimde ifade etmek için 1923’te kurulan devletin, bir ‘toprak ağaları cumhuriyeti’ olduğunu da söyleyebiliriz. Yeni cumhuriyetin biçimi burjuva, özü ise yarı feodal idi. Bu sebepledir ki Mustafa Kemal’in tepeden devrimi toprak sorununu çözmedi, toprak ağaları sınıfını tasfiye etmedi. Nüfusunun yüzde 85’inin yaşadığı köylük bölgeleri toprak ağalarının hakimiyetine bıraktı. Kemalistlerin bu dönemde yaptıkları üstyapı reformlarına direnen, bir türlü başa çıkaramadıkları ve bilimsel olarak tanımlamadıkları ‘kara kuvvetin’ sosyal temeli de burada yatıyordu. Bu dönemde CHP Türk burjuvazisi ile Türk toprak ağalarının ittifakının partisiydi ve Adnan Menderes (Aydın), Emin Sazak (Eskişehir) gibi büyük toprak ağaları CHP Milletvekili olarak TBMM’de yer alıyorlardı.
Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ülkede hüküm süren koşullar ve CHP’nin çeşitli nedenlerle güç yitirmesi, 1945’te meclise bir ‘toprak reformu’ yasa tasarısı getirdi. Her ne kadar bu yasa son derece ılımlı olsa da, toprak ağaları sınıfını zayıflatmasa da yine de toprak ağalarının temsilcileri bu girişimden çok rahatsız oldu. Böylece CHP meclis grubu içerisindeki dört milletvekili Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan ‘dörtlü tekrir’ olarak bilinen önergeyi vererek parti yönetimine karşı bayrak açtı. 1945 bütçesine karşı oy kullanan bu gruba o oylamada Emin Sazak da dahil olmuştu. Ne var ki, neticede “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” meclisten geçti ve bu dört milletvekili partiden ayrılmak durumunda bırakıldı. (Uygulamada bu kanun, büyük toprak sahiplerinin mülklerine hemen hiç dokunmazken, devlet topraklarının köylülere dağıtılması şeklinde rol oynadı.) Nihayetinde, en ılımlısından dahi olsa toprak reformu demokratik dönüşümüne karşı çıkışı bayrak edinen, toprak ağaları ve ticaret burjuvazisinin bu temsilcileri, (DP) adı altında kendi partilerini kurdular. ( 7 Ocak 1946)
AYBAR: DP TATLI BİR RÜYA İDİ
İnönü liderliğindeki CHP, bir yandan uluslararası ve iç durumun zorlamasıyla rakip bir burjuva partisinin kurulmasına izin verse de, özellikle son, sosyalist ve anti faşist muhalefete nefes aldırmıyordu. Tan Matbaası baskını, Aralık 1946’da yeni kurulan sosyalist partilerin (TSP ve TSEKP) ve işçi sendikalarının kapatılması bu yönlü adımlardı. Bir ‘demokrasi’ olacaksa da bu, bir ‘sağ demokrasi’ olacaktı, sola kapılar kapalıydı. CHP’nin bu dönemde Bayar’ın partisini solculukla, sosyalistlikle suçlaması da enteresandır. DP, dayandığı sosyal tabanın verdiği özgüvenle, bir yandan Osmanlıcı, saltanatçı, hilafetçi sosyal muhalefeti canlandırıyor ama diğer yandan ise kendisini dünyadaki ‘anti faşist’ rüzgarın bir parçası gibi sunmak amacıyla TKP’li aydınlarla da sınırlı temaslar kurabiliyordu. Demokrat Parti’yi, Terakkiperver Fırkası’nın akıbetine uğrayıp kapatılmaktan koruyan ise, yükselen emperyalist güç olarak ABD’nin himayesiydi. Savaştan Nazilerle kurduğu uzun süreli ilişkiler nedeniyle uluslararası alanda meşruiyet sorunu yaşayan İnönü- CHP iktidarı, bu meşruluğu ancak DP’ye alan açtığı ölçüde elde edebiliyordu. Örneğin ABD-Türkiye askeri anlaşmasının imzalandığı 12 Temmuz 1947’de aynı gün yürürlüğe giren İnönü’nün ’12 Temmuz Beyannamesi’, muhalefete CHP ile eşit hareket hakkı veriyordu.
14 Mayıs 1950 seçimlerine işte bu koşullarda gidildi. TKP’nin yurtdışında Türkçe yayın yapan Bizim Radyosu’nun seçimlerde CHP’ye oy verilmemesi yönündeki çağrısı, muhalefetin komünistlerle bağlantılı olduğu suçlamasına neden olmuştur. *Oysa 1946 seçimlerinde DP listesinden Bursa’da ‘bağımsız aday’ olan, ancak kısa süre sonra DP’yi sert bir şekilde eleştiren Mehmet Ali Aybar’ın 1948’de yazdığı gibi “DP tatlı bir rüya idi. Bir kısmımız uyandık, bir kısmımız da uyanmak üzeredir. Yıllarca şef hükümetlerinin çıraklığını edenler, hürriyet bayrağını ne sıfatla ve nasıl taşıyabilirler? Nitekim taşıyamadılar. Hepsi İnönü’ye dehalet ettiler. Hakikat şudur ki kurtuluş günlerinden daha çok uzağız. Bize hürriyeti, demokrasiyi, cumhuriyeti, prensibinde kaya gibi sert, yepyeni insanlar getirecektir. Halkın içinden çıkan, onun dilini konuşan yepyeni insanlar. “**
DP’nin 1946-50 dönemindeki hürriyetçi söylemi, gerçekte büyük toprak sahiplerinin özel çıkarlarına ve tutucu siyasetine geçirilmiş bir kılıftı. Bu sloganı tam manasıyla değerlendirebilmek için, “partinin ismini seçerken ilham aldıkları” (Celal Bayar) ABD’deki Demokrat Parti’nin tarihini incelemek lazımdır. Zira bu parti, güney eyaletlerindeki toprak (ve köle) sahiplerinin çıkarlarını “hürriyet” sloganı altında savunmuş ve iç savaşta kölelik yanlısı tavır almıştır. Yine 1946’da anti faşist aydınlarla kimi temasları yürütmüş olmasında Demokrat Parti’nin o dönemde hala bozulmamış olan ABD-Sovyetler ittifakından da esin aldığını belirtebiliriz.
TAN MATBAASI BASKINI
CHP’nin resmi “tarafsızlık” tutumuna rağmen, 1943 sonlarına değin Nazi Almanya’sı ile örtük bir ittifak sürdürdü. Saraçoğlu hükümetinin Almanya’ya krom madeni ihracatı, Kırım Tatarlarının Nazilere katılmaya teşvik edilmesi gibi yaklaşımları savaş sonrasında ‘milli şef’ iktidarının uluslararası meşrutiyetini sorgulatacaktı.
Dönemin yegane sol gazetesi olan ve anti faşist çizgide yayın yapan Zekeriya ve Sabiha Sertel’in Tan Gazetesi’nin ‘dörtlü takrir’ muhalefetine ikinci bir anlam atfetmesi hatta bu milletvekillerinin ortak biçimde ‘Görüşler’ dergisini çıkarmaya niyetlenmeleri bu dönemin iklimi içinde değerlendirilmelidir. CHP’nin bu yakınlaşmaya yanıtı Tan Matbaası baskını ile bu sesin susturulması olmuştu. Görüşler Dergisi, Cumhuriyet gazetesi tarafından, sözüm ona G harfinin “tersten bakıldığında orağa benzemesi” bahanesiyle hedef gösterilmişti; galeyana gelen milli hissiyatı yüksek(!) üniversite gençleri ise, CHP il teşkilatından aldıkları sopalarla Tan Matbaasını yerle bir etmişlerdi.
‘İl çoğunluk sistemi’ ile gidilen (ilde oyların çoğunluğu olan partinin o ilin tüm milletvekillerini aldığı) 14 Mayıs 1950 seçimlerinde CHP sadece iktidardan düşmekle kalmadı, neredeyse meclisten de silindi. DP %52 oy ile mecliste 416 sandalye elde ederken, CHP ise %39 oyla ancak 69 sandalye alabilmişti. Zonguldak’ta binlerce maden işçisinin oy kullanmak için işe gitmemesi örneğinde olduğu gibi, Demokrat Parti halk kitlelerinin ‘milli şef’ iktidarına karşı birikmiş öfkesini kendi gerici programı doğrultusunda soğurmayı başarmıştır.
14 Mayıs 1950’de devlet iktidarı, ayanın torunları olarak, tefeci tüccar sermayesi ile her daim sıkı bir ittifak içinde olmuş toprak ağalarının eline geçti. Ama bu, kapitalistleşmekte olan bir sınıftı aynı zamanda. Menderes’in Marshall Planı destekli tarımsal modernizasyon hamlesiyle birlikte Türkiye tarımına traktör girerek,* bu sınıfı tedricen kapitalist toprak sahipleri sınıfına dönüştürdü. Çukurova, Ege gibi bölgelerde kapitalist tarımla bütünleşen ham madde sanayilerinin gelişmesiyle sınıfının bünyesinden çıkacak unsurlar, ülkenin yeni burjuvazini oluşturacaktı.
Demokrat Parti iktidarının ilk birkaç ayının ardından sahte demokratik söylemlerini bir kenara bırakıp öncelikle çabalarını solu ezmeye yöneltti. 1951 tevkifattı ile TKP’ye tarihindeki en ağır darbe indirildi. Dahası ABD’deki anti komünüst senatör Mc Carthy’nin söylemlerini yankılayan DP Milletvekili Şevket Mocan’ın azılı nefret diliyle ‘kara kuvvetin’ tün saldırganlığı komünistlere, solculara, barışseverlere yöneltildi. Bu iğrenç kampanya, Kore Savaşı’na asker göndermeyle birlikte tavan yaptı. Bu dönemde binlerce demokrat, sosyalist ve komünist siyasi polisle işkence gördü. (Mihri Belli, Sevim Belli, Enver Gökçe ilk akla gelen isimlerdir. CHP’nin 1938’de siyasi bir kumpasla attığı hapishaneden bu dönemde güç bela çıkabilen Nazım Hikmet, DP’nin canına kasteden ‘askere çağırma’ komplosundan kurtulmak üzere Sovyetler Birliği’ne gittiğinde, anti komünist dalganın baş hedefi haline getirilerek vatandaşlıktan çıkartıldı. 1946’da Bayar ve Menderes’e gazetelerinde olumlu haberlerle yer veren Zekeriya ve Sabiha Sertel de bu dönemde yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. DP’nin anti komünist histerisi o düzeydeydi ki, Atatürk büstlerine saldıran Ticani tarikatı üyeleri bile ‘komünist ajanı’ ilan edilmişti.
Böylece, iktidara geldiğinde hürriyetleri gölgeleyen bütün sınırları derhal kaldıracağını, anti demokratik kanunları en geç bir ay içerisinde ‘sonbahar yaprakları gibi yere sereceğini’ vadeden DP, iktidara geldiğinde bunun tam tersini yaparak, var olan hürriyeti de kıstı. Ne işçilere vadettiği grev hakkını tanıdı ne de basın özgürlüğüne tahammülü vardı. Hürriyet sadece toprak ağaları ve kapitalistler içindi.
Özcesi, 14 Mayıs, halkın oylarıyla iktidarı değiştirme gücünü elde ettiği ama iktidarın egemen sınıfların bir kanadından diğerine geçtiği bir gündü.
*Aktaran; Ateş Uslu, Türkiye’de Siyasal Hayat, Yordam Kitap, s:375
**Aktaran; Ateş Uslu, Türkiye’de Siyasal Hayat, Yordam Kitap, s:382
*** Türkiye’de traktör sayısı 1950’de 16.585 iken 1960’da 42.136’ya çıktı. Kaynak: s:354
Alp Altınörs: Çevirmen, yazar, siyasal iktisatçı, düşünce işçisi. İngilizce, İspanyolca ve Rusça dillerinden çeviriler yapmakta ve bu dillerde araştırmalar yürütmektedir. “İmkânsız Sermaye- 21. Yüzyılda Kapitalizm, Sosyalizm ve Toplum” adlı kitabın yazarıdır. Uluslararası siyasal iktisat, uluslararası ilişkiler, filoloji ve tarih disiplinlerinde; SSCB, Çin Halk Cumhuriyeti ve Osmanlı İmparatorluğu tarihi, sosyalizmin sorunları ve 19. Yüzyıl Rus edebiyatı üzerine pek çok makalesi ve çevirisi bulunmaktadır. TED Ankara Koleji Lisesi’ni ve Eskişehir Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirmiştir. 2008 yılında İstanbul’da kurulan Nazım Hikmet Marksist Bilimler Akademisi’nin koordinatörlüğünü yürütmüş siyasal iktisat dersleri vermiştir. 2014-2016 yıllarında HDP) Merkez Yürütme Kurulu’nda yer almıştır.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***