Şiirin bir tarihi var mıdır? İnsanın, insanlığın bir tarihi varsa şiirin de bir tarihi olması kaçınılmaz. Öte yandan, insanın düşünsel, duygusal, dilsel, bedensel soyutlamalarının ve ifadelerinin ne zaman, nerede, nasıl başladığına, kayda geçirildiğine ilişkin kerteriz yaratmanın, eşik bulmanın müşkül iş olduğu da açık. Ancak bilimsel gelişmeler ve teknoloji sayesinde, bilimin ışığı geçmişin uzaklığına ulaştırmakta, derinliklerine indirmekte her geçen gün daha da büyük mesafeler kat ediliyor. Bilim, teknolojinin katkılarıyla uzayı ve zamanı kazmaya devam ediyor. Çok eski zamanlarda kalan, günümüzden binlerce yıl uzaktaki geçmişe ait bilgilere, belgelere daha kolay, daha rahat biçimde ulaşılabiliyor artık. Uzayda olduğu gibi eski zamanlara doğru da yeni yolculuklar yapılıyor, keşifler gerçekleşiyor. İnsanın geçmişi aydınlandıkça önünün de ışıklı olacağına dair umut sürüyor.
KENDİLİĞİNDEN ÇALIŞIP KAYIT TUTAN BİR BELLEK CİHAZI
Şiirin bir tarihi var mıdır diye sorarak başladık. Şiirin tarihi, şiirin bizzat kendisi olarak okunup yorumlanabilir. Bununla birlikte şiirin tarihinden kopuk ya da bağımsız bir şiirden söz etmenin de imkânı, bilebildiğimiz kadarıyla bulunmuyor. Sözü daha fazla uzatmadan söyleyelim; şiirin tarihi elbette vardır. Kısa tarihi de vardır, gizli tarihi de vardır, açık tarihi de vardır. Sözü şuraya bağlayacağız: Bağlamıyla, nesnel karşılığıyla birlikte okunup yorumlandığında, şiirin şiir olmanın yanı sıra toplumsal ve tarihsel gelişmeleri, kendi özel diliyle kaydeden bir araç, yahut bir tür “hatıra sandığı” olduğu da son derece açık.
Şiir kendiliğinden çalışıp kayıt tutan bir bellek cihazı gibidir de diyebiliriz. Şiirin tarihini araştıran, irdeleyen, inceleyen yapıtlar da bu kanıyı güçlendiriyor.
Londra doğumlu edebiyat eleştirmeni John Carey’in (1934) yazdığı, Gökhan Göbetçin tarafından Türkçeye çevrilen ve Alfa Yayınları’ndan çıkan “Şiirin Kısa Tarihi” adlı kitabın da onlardan biri olduğunu söyleyebiliriz.
“Şiirin Kısa Tarihi” adıyla Türkçeye çevrilen kitabın yazarı John Carey, Oxford Üniversitesi’nde uzun yıllar çalışmış bir edebiyat profesörü.
Carey’in kitabında, dört bin yıl öncesinden günümüzün son dalgasına, dalga boyuna ya da dalgalarının ucuna ulaşan şiirin yolculuğu sergileniyor. Elbette bunun bir özet çalışma olduğunu belirtmek gerekir.
Yazar şiirin uzun yolculuğunu ve serüvenlerini anlatmaya bir soruyla, “Şiir nedir” sorusuyla başlıyor. Kırk bölümden oluşan kitabın ilk bölümünün ilk cümlesi olan “Şiir nedir” sorusunu yönelttikten sonra Carey, “Müziğin sesle ilişkisi neyse, şiirin dille ilişkisi odur” diyor ve devam ediyor: “Şiir özel kılınmış dildir. Özel kılındığı için hatırlanacak ve değerli görülecektir. Elbette ki her zaman bu şekilde işlemez. Yüzyıllar boyunca binlerce şiir unutulup gitmiştir. Ama bu kitap unutulmayanlar hakkındadır.”
DÖRT BİN YILLIK DESTAN
Kitabın ilk bölümünde, yaratılıp yazıya aktarıldığı dönemden bu yana binlerce yıl geçmiş olmasına karşın unutulmayan bir destana, günümüze binlerce yıllık zaman engelini aşarak ulaşan “Gılgamış Destanı”na değiniliyor. Yani John Carey, “Şiirin Kısa Tarihi”ni anlatmaya, dört bin yıl öncesine giderek başlıyor.
“Gılgamış Destanı” da her destan gibi alegoriktir. Yazar, söz konusu destanın birkaç boyutu üzerinde duruyor. Anlatının tarihe ve kültüre olan etkisini irdeliyor. Ayrıca dinlerin, kutsal kitapların ve inançların oluşumundaki payına dikkati çekiyor. Destanda yer alan birçok motifin, temanın, izleğin daha sonraki benzer anlatılarda yinelendiğinin altını çiziyor. Carey, çalışmasının bu bölümünde, ilk kurucu metin olarak “Gılgamış Destanı”nı “kısaca” ve önemini vurgulayarak okura hatırlatıyor.
Destanın baş kişisi olan Gılgamış bir Uruk şehrinin hükümdarıdır. Aynı zamanda bir tirandır ve bütün tiranlar gibi halkına zulmeder. O aynı zamanda tanrıları öfkelendiren kibirli bir kraldır. Ayrıca destanda dile getirildiği haliyle doğayla ve doğayı yöneten tanrılarla, onların “askerleri” olarak karşısına çıkarılan canavarlarla da dövüşen bir kahramandır. Uruk şehrinin hükümdarı, tanrılarla boşuna dövüşmez. Doğanın yöneticisi, mutlak hâkimi kim olacaktır, belirlenmesi gerekir. Aradaki savaşın amacının aslında bu sorunun çözüme kavuşturulmasıyla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Destanda kralla tanrılar arasındaki kıyasıya çatışmanın yanı sıra aşk, nefret, vefa, fedakârlık gibi temalara da yer verilir. Bilhassa aşk teması ön plandadır. John Carey, destanda işlenen aşk anlayışına ilişkin şunları dile getiriyor: “Aşk uygarlaştırıcı bir güç olarak takdim edilir. Gerçek anlamda bir insan olabilmek için aşka ihtiyacınız vardır. Bir haftalık aşk, Enkidu’yu hayvandan insana çevirir. Yaratılıştaki Adem’le Havva’nın aksine ‘Gılgamış Destanı’ iki erkek arasındaki derin aşkı da yüceltir.”
KAHRAMANLAR DA ÖLÜR
Aşk gibi ölüm de destanın başlıca temalarından biridir. Tiran bile olsalar kahramanların da başa çıkamadıkları mutlak bir güç vardır: Ölüm. Gılgamış da hayatta karşısına çıkan tüm zorlukları yense bile birine karşı koyamaz. Ölümü yenemez. Ölümü kimse yenemez. Çünkü ölüm hayata dahildir. Yine de Gılgamış, “kahraman ama kibirli” değil de “alçakgönüllü bir halk kahramanı” olarak arasaydı ölümsüzlüğü, acaba bulabilir miydi? Merak etmeye değmez mi?
John Carey’in “Gılgamış Destanı’ıyla ilgili göz ardı edilmemesi gereken son derece önemli bir saptaması daha vardır. Yazar, dört bin yıl öncesinden gelen metnin aynı zamanda politik bir içerik taşıdığını belirtir. Ona göre kibri sevmeyen tanrılar Enkidu’yu Gılgamış’ı hizaya getirmek için göndermiştir. “Bu açıdan bakıldığında” diyor Carey, destan, “serzenişte bulunan ve tiranları uyaran politik bir şiirdir”.
Modern öncesi dönemler de dahil şiirde ortaya çıkan eğilimlere, arayışlara kaynak oluşturmuş kurucu nitelikli iki destan ya da metin daha vardır. Bahse konu iki kurucu metnin aynı zamanda, şiirin tarih içerisindeki yolculuğuna da yüzyıllar ötesinden ışık tuttuğunu söylemek mümkün. Buraya döneceğiz.
Şiirin içinde gerçekleşen, geçmişten günümüze ya da günümüzden geriye doğru yolculukların önemli katkılar sağladığı yadsınamaz. O kazanımlarından biri de farklı zaman diliminde yaşamış, başka çağların şairleri arasındaki “etkileşim”in izini sürme olanağıdır. Şairler arasındaki etkileşim zincirinin takibi, örneğin şiir için olmazsa olmaz olan “yeni”nin keşfi için önemlidir. John Carey’in çalışması gibi yapıtlar bunu, şiir tarihi içindeki yolculuğu daha da kolaylaştırıyor.
ŞİİRİN KURUCU METİNLERİ
Kurucu destanlardan birinin dört bin yıl öncesinden değerini koruyarak gelen “Gılgamış Destanı” olduğunu belirtmiştik. Diğer iki unutulmaz yapıtsa MÖ 700’lü yıllara tarihlenen Homeros’un “İlyada” ve “Odysseia” adlı destanlarıdır. Bu arada, “Şiirin Kısa Tarahi”nin yazarınca, Homeros’un kim olduğunun da, bu destanların bir mi, birden çok şaire mi ait olduğunun da kesin biçimde bilinmediği kaydediliyor.
John Carey, Yunanlılarla Troyalılar arasında geçen savaşı anlatan “İlyada”nın bu yönüyle günümüze ulaşan ilk savaş şiiri olduğunu dile getirir. Destanın hem savaş hem de savaş karşıtı bir anlatı olduğunu belirtir. On yıl süren savaşın son birkaç haftasına odaklanan destanın, savaş karşısındaki tutumu çelişkilidir. Bununla birlikte “İlyada”nın trajik bir destan olduğu, Carey tarafından da vurgulanır. John Carey, “İlyada bir trajedidir. Ama İlyada’nın devamı olan Odysseia tamamen farklı türden bir şiirdir” diyor. Carey şöyle devam ediyor: “Odysseus’un Truva Savaşından sonra İthaka adasındaki evine dönmek için yaptığı on yıllık yolculuğu anlatan Odysseia bir macera öyküsüdür.”
Carey, Homeros’un “Odysseia” destanında “ölümsüzlük ardındaki” Gılgamış’ın zorlu yolculuğunun yansımalarının bulunduğunu da belirtir. Yazar, on yıla yayılan maceralı yolculuğun anlatıldığı destanın düşsel ve fantastik boyutuna değinir. Destanın kolektif bilinçdışının oluşumuna ve evrensel değerlerin pekişmesine olan katkısı üzerinde de durur.
John Carey, hemen hemen herkesin, her kesimden okurun şiirin tarihsel gelişimi için önemli bir kaynak, bir kılavuz metin olarak başvurabileceği kitabın sonraki bölümlerinde de çok önemli şairlere ve yapıtlara yer veriyor. Şiirde tarihsel akış içerisinde oluşan kopmaları, düğüm yerlerini, sıçramaları, kırılmaları da özetliyor.
NE VAR NE YOK
Yapıtlarıyla duygularımızı, düşüncelerimizi, bilincimizi yaşama tarzımızı doğrudan ya da dolaylı biçimde etkileyen Dante, Shakespeare, Shelley, Goethe Heine, Rilke, Puşkin, Whitman, Mayakovski, Neruda, Paz gibi daha birçok şair dönemleriyle birlikte betimleniyor, irdelenerek özetleniyor.
Önemli bir ayrıntının altını çizmek gerekir. Carey “Şiirin Kısa Tarihi”ni yazmış. Dört bin yıl öncesinden günümüze kadar olan süreçteki şiirin dalga boyları üzerinden bir özet çıkarmış. Öte yandan her özet eksiktir. Bu açıdan bakıldığında Carey’in kitabı için de eksik denilebilir. Öyle olsa bile bir boşluğu dolduracağı açık. Ayrıca kanaatimizi de ifade edelim. Kitap, bu 440 sayfada ne var ne yok merakına karışlık bulmak için de, anlamak ve tartışmak için de okumaya değer.
Yazar, çalışmasını “dünya şiirinin kısa tarihi” olarak adlandırmamış ve “Şiirin Kısa Tarihi” demiş… Hangi şiirin kısa tarihi… Bu sorunun en yakın karşılığı herhalde “en iyi bildiği şiirin” olabilir. Öyle diyebilir miydi: “Bildiğim şiirin kısa tarihi?”
Carey’in “estetik değerlendirmede doğrular ve yanlışlar yoktur, yalnızca görüşler vardır” cümlesi aslında, onun savunması olarak da yorumlanabilir. Haklı ve yerinde bir savunma denilebilir. Carey, bildiği şiirin tarihini özetlerken bir bilim insanı olarak da, bir yazar olarak da risk aldığını, çalışmasının bu açıdan da eleştiriden ve tartışmadan muaf olmayacağını hesaplamamış olabilir mi?
‘GÜNEŞİN SOFRASI’
Şiirin tarihi ne kadar kısa tutulursa tutulsun, yine de yüzlerce şair, binlerce şiirden söz edilmeden yazılması mümkün değil. ayrıca her dilde, kültürde unutulmayanlar ve unutulanlar isimler ve yapıtlar da değişiklik gösterir. Bizim için unutulmayan bir şair ve şiirleri, başkaları için hiç bilinmiyor olabilir. Bunu vurgulamamızın nedeni, şairden ve şiirden bahsedip de bir tek dize bile paylaşamadan yazıyı bitirmeye gönlümüzün el vermiyor oluşu. O nedenle, yirminci yüzyılın şiirini onsuz düşünemeyeceğimiz bir şairden, Nâzım Hikmet’ten bir şiir aktaralım istiyoruz.
Şiirin adı “Güneşin Sofrasında Söylenen Türkü”. Şiirin ön plandaki imgesi “Güneşin Sofrası”nın bir karşılığı var. Şair yirmili yılların ortasında polis takibinden ve kıskacından kurtulmak, aile çevresinden gelen önerileri de dikkate alarak bir suikasta uğrama ihtimaline karşı önlem olarak bir süreliğine İstanbul’dan uzaklaşır. Kemal Sülker’in “Nâzım’ın Gerçek Yaşamı” adlı çalışmasında anlatıldığına göre, şair ülkeyi tekrar terk etmeden önceki üç ayını İzmir’de geçirir. Şair “Güneşin Sofrsında Söylenen Türkü” adıyla yazdığı ve buradaki yaşantısından yansımaların de duyumsandığı şiirinde İzmir’i “Güneşin Sofrası” olarak imgeleştirmiştir. Yani şiirde sözü edilen “Güneşin Sofrası” bir meyhane adı değil, İzmir’dir. Şiirden bir bölüm okuyalım:
Dalgaları karşılayan gemiler gibi,
gövdemizle karanlıkları yara yara
çıktık, rüzgârları en serin
uçurumları en derin
havaları en ışıklı sıra dağlara.
Arkamızda bir düşman gözü gibi karanlığın yolu.
Önümüzde bakır taslar güneş dolu.
Dostların arasındayız!
Güneşin sofrasındayız!
Dağlarda gölgeniz göklere vursun,
göz göze
yan yana
durun çocuklar.
Taşları birbirine vurun çocuklar.
John Carey’in şiir için önemi yadsınamayacak kitabının, ancak ilk iki bölümüne değinebildik. Diğer bölümlerinde dile getirilenleri keşfetmeyi ve irdelemeyi meraklısına bırakıyoruz.
Enver Topaloğlu: Türk dili ve edebiyatı öğrenimi gördü. Birçok sanat edebiyat dergisinde şiirleri yayımlandı. Altı şiir kitabı bulunuyor. Cumhuriyet gazetesinde 1993 – 2015 yılları arasında düzeltmen olarak çalıştı. Emekli oldu. Gazete Duvar’de yazarlığa başladı. Beş yıl süreyle cumartesi günleri modern Türkçe şiiri odak alan yazılar yazdı. 10 Eyül 2022 tarihinde Artı Gerçek’te başladığı köşe yazarlığını sürdürüyor. Topaloğlu 2017’den bu yana İzmir’de yaşıyor.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***