İnsanların dillerindeki zaman kullanımı tuhaf, her şeyi bitiriyor gramerlerindeki geçmiş zaman kipleri: Gelmişti, bitmişti, gitmişti. Her şey bitmişti denilince biten şeyden bağımsız üzülür ya insan. Dildeki uçurum, birinin dediği gibi söz cesetleri. Öleni bir daha bir daha öldürmek için planlanmış sanki.
İkiye ayırıyorum şimdi geçmiş zamanda olup bitenleri, dünyaya zarar verenler, başkalarının canını yakanlar için sonsuzluğun boşluğuna düştü ve silindi anlamına gelecek puffff oldu zamanı, ama ortak bir iyi için mücadele etmişlerin gidişleri gibi ya da gitseler bile bizde büyüyen şeyler için geçmedi zaman’ı kullanıyorum. Çok sevdiğim birinin anısı yanımda duruyor, suya yansısı düşen, kaldırımın kenarında bir gölge gibi uzanmış olan, duvar diplerinde göğe bakarak yere düşen çok kişi burada duruyor, geçmedi zamanda.
Ömrümüz, “az önce buradaydı ve çok iyiydi”nin aniden yere düşüşlerinin görüntü kayıtlarından ibaret, takvimler ise -mecbur değilsem bakmadığım- bu düşüşlerin kayıt defteri. Bakmadan biliyorum artık, ekim yaklaşıyor, ocak yaklaşıyor, temmuz yaklaşıyor. Bakmadan biliyorum, biraz sonra aynı şey yeniden yaşanacak, çünkü olup bitmedi, hep olacak, aynı hareket sonsuza kadar tekrarlanacak.
Hrant ahparig her Ocak ayında aynı gün aynı saatte oraya uzanacak ve bize o anı hep yaşatacak. Bitip geçmedi çünkü, geçmedi zaman kipinde kaldı. Şöyle denilecek her düşüşünde: Çok güzel bir insan vardı, ölü çocuklardan oluşan ürkütücü bir geçmişi, şefkatle iyileştirmeye çalışıyordu. Çok ama çok yetenekli bir adamdı, acıdan ve yoksunluktan aşk; zalimlikten adalet ve merhamet çıkartırdı.. Ve zaten böyle biri olduğu için yaşatmadılar onu, çünkü karanlık yüreklerin sistem dedikleri labirentlerde, bir felaketi iyileştirmeye çalışan herkes kaybedilirdi. Barış diyen düşerdi yere, kardeşce yaşayalım diyen de.
Hrant ahparig her Ocak ayında aynı yere düşecek, aynı biçimde, ve biz o düşüşe bakacağız, toplumsal ümitlerimizin nasıl yere düşürüldüğünü hep hatırlayacağız.
Geçmedi zamanda yaşayan ölülerle eğer isterse insan konuşabilir. Kendimden biliyorum.En çok ölülerle konuşuyorum ben. Yaşarken tanımadıklarımla öldükten sonra arkadaş oluyorum, başka bir zamanda ve başka bir ülkede yaşamış olsalar bile, onların ne dediklerini biliyorum.
Ölülerle konuşuyorum ben. Sadece kendi için yaşamamış ölülerle, başka hayatlar için acı çekmiş, kısa ömrünü, başka bir hayat nasıl kurulur diye düşünerek geçirmiş ölülerle. Niye kaybolduklarını biliyor onlar ve başa dönseler yine aynı biçimde kaybolacaklar, bunu da ben biliyorum. Bu yüzden onlar sonsuz tekrarında bir hareketin. Bu yüzden Hrant’ın düştüğü yer hep aynı biçimde sislenecek, oradan çok uzak zamanlarda parçalanmış hayatlardan kalmış kederli çocukların Ermenice bir ağıtla usulca geçtikleri hep görünecek. Bir kadının dolu kalbi, orada durup hep ona seslenecek.
Ölülerle konuşuyorum ben. Der Zor’dan Münbiç arasında taşlaşmış duranlarla, duvar diplerindeki, bir su birikintisindeki, kalın taşlı duvarların arkasındaki ölülerle konuşuyorum hep. Onlara her şeyin bitmediğini söylemek için. Akşam Hrant’la konuştum, konuşmanın sonu mealen şöyleydi, size de aktarayım.
Hrant ahparig, Lanetli Yıllar’ı okuduktan sonra Tarsus’a gittiğimde başka bir şey gördüm,doğduğum topraklarda Adana’da da. Belirsiz gölgeler Çukurova ovasının üzerine eğilmişti, bir yere gitmemişler dedim kendime. Buradalar. Neyse sana o anı kitabından bir Rum teyzenin hikayesini aktaracağım şimdi, öyle tuhaftı ki. Ben tuhaf kelimesini çok kullanırım Ahparig, kanıksamaya teslim olmamak için. Bu teyzeyi hapishanede görüyor Yervant Amca ve merak ediyor niye orada olduğunu.Şöyle anlatıyor:
“Ben Aya Stefanosluyum. Kuluçkaya oturmak isteyen bir tavuğum vardı, ben de izin vermiyordum. Ama baktım ki tavuğum sıhhatini kaybediyor. Dostlar birkaç kere deniz suyuna batırmamı salık verdiler. Tavuğumu aldım, deniz kenarına gittim ve ayaklarından tutarak birkaç kez suya sokup çıkardım. Tam o esnada birinin kolumdan tuttuğunu gördüm.”
Teyzeyi alıp götürüyorlar Ahparig, kıyıdan denizaltılara işaret verdi diye. Çok komikti ama gülemedim.Yine de o anıların içinde azcık komik olan bir tek bu vardı, ondan anlattım sana.
Anıları ve şiirleri, tarihten daha çok seviyorum. Bir şey ispat etmeye çalışmadan felakete ta kalbinden bakıyor onlar, sadece bakıp anlamaya çalışıyorlar, bizim gibi. Peki, şu şiiri hatırladın mı Hrant. Garbis Cancikyan’ın şu şiirini:
cehennem ateşler içindeymiş
biz ısınmak
yemek pişirmek
ve ütü yapmak için yakarız ateşi
bütün günahkârlar
cehenneme gidecekmiş
yalan
arkadaşım sarkis
uçurtmamı yırttığından beri
uğramaz oldu evimize
cehennem yukarıdaymış
yalan
gökte bir şey yok
bazı bulut ve güneş
bazı ay ve yıldızlar görünür
gecelerde
yalan hepsi
yalan söyler hepsi de
sadece annemin sözüne inanırım ben
hiç yalan konuşmaz annem
ve her gün aynı sözü söyler:
CEHENNEM EVİMİZ OĞUL
Söz olsun Hrant bir gün sana daha neşeli şeyler söyleyeceğim. Bir gün sana.
Süreyya Karacabey: Adana’da doğdu. 1992’de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK’sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht’ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***