Şaşırtmak, şaşkınlık yaratmak ya da Rus biçimcilerinin diliyle “aşinasızlaştırma” geçtiğimiz yüzyılın temel sanatsal tekniklerinden biriydi.
Avangartlarda şok yaratma, beklenti bozma biçiminde vuku bulan, epik tiyatroda yadırgatma/yabancılaştırma biçiminde formüle edilen tekniğin temel amacı, insanların yaşadıkları olaylara karşı geliştirdikleri “otomatik algıyı” kırmak, nesnelere, olaylara, süreçlere başka açıdan bakmalarını becermekti.
Brecht tiyatrosunda bu formülün çıkış noktası, klasik dramdaki özdeşleşme ilişkisine itiraz olarak belirmişti ve zeki abimiz bir karakterle, bir durumla özdeşlik kurmanın yarattığı körlüğe uyanmış ve dünyayı değiştirmek isteyenin öncelikle bu sahte evrensellerden kurtulması gerektiğine belirtmişti.
Evrensel değil tarihseldi her şey ve bu bir ümit barındırıyordu, değişim için bir ümit. Değişmez sanılan şeylerin yapay ve kurulmuş şeyler olduğuna ilişkin vurgunun sahnedeki karşılığı, kapılarak izlemenin koşullarını yapısızlaştırmak, aynı nedenle oyuncu ve rol ilişkisini uzaklaştırmak, seyirci ile anlatılan olay örgüsü arasında mesafe yaratmak ve gündelik anlamla kesinti yaratarak şaşırtmak.
Üzerinden uzun zaman geçti ve bu teknik karşımıza en çok bilim kurguda çıkmaya başladı ve şaşkınlık yaratmanın anlamı değişti. Bütün bunlar aklıma tiyatro tarihi aşkına gelmedi, bir arkadaşım olan bitenler karşısındaki tepkime, “aa neye şaşırıyorsun, alışmadın mı, görmediğimiz saçmalık kalmadı” deyince geldi.
Bu çok ciddi bir mesele diye düşündüm ve şu modası geçmiş tekniğe şimdiki zamanda, hangi biçimde ihtiyacımız olacağını da.
Bu kalpsiz gerçekliğin içinde ruhumuzu korumak ve bu amcaların geldiklerinden beri, zıvanadan çıkmış bir şekilde hızlanan “teflonlaştırılma” seferberliğine karşı çıkabilmek için çalışmamız gerekiyor diye not aldım ciddiyetle. Çünkü hiçbir şey verili değildir, her şeye çalışmak gerekir, bizi belli bir biçime getirmek için nasıl uğraştıklarını ve ne kadar çok egzersizden geçtiğimizi düşünürseniz, buradan çıkabilmek için de en az o kadar çalışmamız gerektiğini kabul edersiniz.
Benim kişisel hayatımda gündeliğin kayıtsızlaştırıcı etkisine fazla maruz kalıp, etkilendiğim şeylerden etkilenmemi azaltmak için kullandığım bir yöntem vardır, ben kendini büyülemek diyorum ona, şiirle, şarkıyla ya da düş gücüyle sıradan olanın dışına çıkmaya çalışmak gibi bir şey, düzleşmiş algımı yeniden eski Süreyya’nın naif algısına benzetmek çalışmak gibi bir şey, bir acıya, yeryüzünde ilk defa karşılaşılmış bir acı gibi bakmak gibi bir şey.
Aptal mısın diye sorduklarında hiç alınmamak gibi bir şey, kimseyle zeka yarıştırmadan saf bir şeyi hatırlamak gibi bir şey.
Dünyanın zorladığı biçime karşı bir karşı biçim, daha önce “budalalığa övgü” diye yazdığım ve vazgeçmediğim bir şey. Ama bu tekil salaklığın aslında kolektif bir şaşırmayı öğrenmek egzersiziyle çok işe yarayacağını, işte o arkadaş bana, “neye şaşırıyorsun ki” dediği anda kavradım.
Her şeye yeniden, ilk defa karşılaşıyormuş gibi şaşırmayı becermemiz gerekiyor, “aa evet oluyor öyle şeyler” şeklinde verilen bütün tepkilerden kaçınmamız, bir hak ihlaline, bir zulme, bir tacize, çok ama çok şeye, sanki dünyanın sonu gelmiş gibi bir duyguyla bakabilmemiz gerekiyor. Bunu başardığımızda bir şey olacak kardeşler, kalbimiz eski saflığına “ilk defa” gibi değil ama, seçilmiş bir jestle yeniden kavuşacak. Bunu ben seçtim diyeceğiz, kendimi ben yaptım, tepkilerim onların istediği gibi değil, benim hissetmem gerektiği gibi.
Olağanüstü olağan bir hale geldiğinde, önce masumiyet ölür, herkes olayları nasıl akıllıca analiz ettiğini birbirine göstermeye başlar. “Zaten bekliyorduk, böyle olacağı belliydi” demeseler bile, bunu anımsatacak bir tavra bürünürler. Bu saçma dünyada haklı çıkmak için, en feci olaylara sadece analizci gözüyle bakan arkadaşlarım bile oldu benim. Artık değiller.
Her şeye şaşırmayı yeniden başarmalıyız. Bir çocuk açlıktan öldü, bu sıradan bir durum değil. Altı yaşındaydı ve açlıktan öldü. Eğer daha önce, çalışmak için geldiği İstanbul’da kendini asan o çocuğa şaşırsaydık, ya da camları kırık bir evde soğuktan donan o bebeğe dehşetle baktığımızı yeterince dışavurabilseydik, dün sadece çekim yaptığı için tutuklanan belgeselci arkadaşımız, kentimizin kolektif hafızası Sibel’in tutuklanmasına delirerek baksaydık, Pozantı’da harcanan çocukların durumuna ya da TMK mağduru çocuklar için dünyanın camını çerçevesini indirseydik, olağanüstü bu derece olağan hale gelmeyecekti.
Her şeye şaşırmaya yeniden başlamalıyız. Annem ben küçükken çocukları melekler korur derdi. Meleklerin koruması gereken çocuklara yapılan her şeye, dünyanın sonu gelmiş gibi bakmadığımızda, ortada yeterli delil olmadan insanların süresiz kapatılmalarına, hukuk bilgisini, evrensel hukuk ve etik bilgisiyle yeni okumuş birinin heyecanıyla bakmadığımızda, kalpsiz, duyarsız, tek derdi az acı çekmek olduğu için ya her şeyden kaçan ya da soğukkanlı bir akılla her şeyi çözümleyen kahredici analizlere döneriz. Hala vaktimiz var, bunlar sonsuz değil, biz sadece şaşırmayı ve kendimizi büyülemeyi unuttuk.
SON MIRILDANIŞ
“Çocukları melekler korur.” Dinden çok masallara bağlı zihnim, ışıktan yapılmış uçuşkan, yumuşak bir beyazlık hayal eder ve büyüklerden muhakkak başka bir dünyada yaşayan çocukların etrafına onları yerleştirirdi.
Gökyüzünün açık olduğu yaz gecelerinde aya bakıp meleklerin orada uyuduğunu düşünürdüm.
Sabahları ise yıldızlı bir iple aşağı süzülecek ve çocukların görünmez koruyucuları olacaklardı.
Kuşların yaramazlıklarımızı annemize yetiştirdiği, meleklerin bizi koruduğu çocukluk benim yaşadığım coğrafyada kısa sürdü, bizim mahallede oturan Lütfiye, ilkokulu bitirince evlendirilmişti. Yedi yaşındaydım ve annelerin gizlice konuşmalarından öğrenmiştim bunu, ama bir anlam veremedim. Tuhaf ve uzak bir ses, sadece bir fısıltı parçası, “kızı vermişler, adam hademeymiş.”
Urfa’daydık, bir yaz akşamıydı, balkona çıktım, aya baktım, melekleri göremedim. Lütfiye’yi de bir daha hiç görmedim.
Şaşırmayı yeniden öğrenmeliyiz. Lütfiye’nin gecikmiş hakkı için, açlıktan ölen çocuk için, manasızca tutuklanan bütün kardeşlerimiz için.
Süreyya Karacabey: Adana’da doğdu. 1992’de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK’sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht’ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***