Yazının başlığı bana değil, İsveçli Sosyal Demokrat siyasetçi Nalin Pekgül’e ait. Kendisi partinin lider kadrosu içinde ve 8 yıl parlamentoda mebus olarak yer aldı. Türkiye’de son dönemde trol basının saldırılarıyla karşı karşıya kaldı. İsveç Başbakanı Ulf Hjalmar Ed Kristersson, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği krizinin çözülebilmesi için Erdoğan’ı Ankara’da bizzat ziyaret etti.
Bu arada Erdoğan’ın siyasi sığınmacıların iadesi talebi konusunda bir jest yapılarak, KİP üyeliğinden 6 yıl hapse mahkum olan ve İsveç’ten iltica talebinde bulunan ve bu talebi Göçmen Dairesi tarafından reddedilen Mahmut Tat, Türkiye’ye iade ediliverdi. Çünkü hakkında Göçmen Dairesinin yasal bir kararı vardı, İsveç hükümetinin uygulayabileceği. Bu iadeye, TC Adalet Bakanı da şaşırdı, “listemizde yoktu ama…” denilerek.
Diplomatik olarak verilmek istenen mesaj şuydu: “Göçmen Dairesi ya da Yüksek Mahkeme tarafından verilen kararlara uyuyoruz sadece, bunları çiğneyemeyiz”. Hasılı kabak Mahmut Tat’ın başına patladı.
Sağ popülizmin yükseldiği Avrupa’da bu tür yeni kararların başka ülkelerde de çıkması tehlikesi var. 12 Eylül sonrasında böyle bir eğilim Almanya’da güçlenmiş ve ancak Berlin’de iade edilmek üzere gözaltına alınan bir siyasi mültecinin intiharı sonrası kamuoyu tepkisi sonucu durmuştu. Bugün de bu tür uygulamalara karşı kamuoyunun harekete geçmesi son derece önemli.
Bu konuda Sosyal Demokrat siyasetçi Nalin Pekgül ile Muhafazakar Başbakan arasında düzeyli tartışma oldu. Keşke bu Türkiye’de de mümkün olsa. Şimdi Nalin Pekgül’ün Başbakan mektubunu paylaşmak istiyorum. Bu açık mektup Nalin Pekgül’ün düzenli yazmağa başladığı SvD (Svenska Dagbladet) yayınlandı. Daha sonraki yazımda ise Başbakan Ulf Kristerssonun ona yanıtını ileteceğim.
Merhaba Değerli Ulf!
Farklı siyasi tercih ve duruşlarımıza rağmen her zaman saygı duyduğum bir kişi olduğun için bu mektubu sana yazıyorum. Senin renginin mavi ve benimkinin kırmızı olmasına rağmen, ben her zaman iyi bir insan olduğunu hissetim ve umarım ki ben de senin açından böyle görülmüşüm. Ancak son zamanlarda beni derinden endişelendiren bir şey oldu.
Seni, 1994 yılında İsveç Parlamentosu’na seçilmemden kısa bir süre önce tanıdım. Senden ve Henrik Laderholm’den gördüğüm dostluğu ve desteği asla unutmadım. Sizler tecrübeli parlamento üyeleriydiniz ve benim gibi yeni olan birine cömertçe tavsiyelerde bulundunuz. Yeni olan bizleri evine davet ettin ve bu ziyarette anladım ki senin ve eşin Birgitta’nın kapısı her zaman açık bir kapıydı. Bu durum bana Türkiye’de gerçekleşen 1980 askeri darbesinden sonra kaçan Kürtlere, sizin gibi kapısı açık olan kendi anne ve babamın (ebeveynlerimin), evini hatırlatıyordu.
Stockholm Belediyesi Sosyal Hizmetler Daire Başkanı olduğun zaman beni arayarak, namus iddiası ile yapılan baskılar ve sosyal ve demografik ayırımlar konusunda daha fazla bilgilenmek ve bunlarla nasıl mücadele edileceğini konuşmak üzere benimle iletişim kurmuştun. Toplumun bu mağdur insanları ile ilgili gösterdiğin bu büyük ilgi beni derinden etkilemişti. Yönetici pozisyonundaki politikacılarda alışık olmadığımız biçimde, konuşmacı olmamana rağmen toplantılarda bulunmanı çok anlamlı buluyordum. Sen ender bulunan bir dinleyici ve öğrenmeye istekliydin. Ve bütün bunları prestij konusu yapmadan yerine getiriyordun.
Daha sonra, 2017 yılında parti başkanlığı için aday olduğunda, aşağıdaki mesajı sana yazmaktan kendimi alamadım.
Merhaba Ulf
Aday olduğunu işittim. Senin başbakan olmanı istemediğimi anlamana rağmen, bu duruma ne kadar sevindiğimi bilemezsin. Ancak, gerçekten senin gibi akıllı insanların bunun gibi önemli mevkilerde bulunmasının gerçekten önemli olduğunu düşünüyorum.
Başarılar diliyorum
Birbirinin rakibi olmasına rağmen, demokrasi adına insan gönülden ister ki siyasi partiler akıllı ve bilgili kişiler tarafından yönetilsin. Cevabın şöyleydi:
Nalin,
Senin ”çifte/ikili” selamına aşırı değer veriyorum ve bunu bilmeni istiyorum. Hem politika içinde hem de dışında sana tüm geleceğinde başarı diliyorum. Ulf
Parti lideri olduğun beş yıl boyunca bir tek kelime ile bile seni eleştirmedim. İsveç Demokratları Partisi [Sverigedemokraterna/SD1] ile bir işbirliği adımı attığın zaman arkadaşlarım, hala seni savunabildiğim için bana kızgındılar. Ben kendimi, senin böyle bir karar vermeye zorlandığına inandırıyordum ve bu durumun, İsveç Demokratları Partisi ile ideolojik nedenlerle işbirliği yapabilecek birisi yerine, değerleri konusunda hiç şüphe duymadığım birisi tarafından yapılmasının daha iyi olabileceği inancındaydım.
Her ne kadar Sosyal Demokratların hükümeti kaybetmelerine üzülsem de, kendi kendimi partimin iktidarın aboneliğine sahip olmadığı düşüncesi ile avutuyordum/ikna ediyordum. Her ne kadar mevcut hükümet değişikliği, Putin ve Orbán gibi otoriter liderleri alkışlayan İsveç Demokratlarına bağımlılık ile gerçekleşmiş olsa bile, demokrasilerde iktidar değişikliği olmalıdır.
İsveç’in NATO üyeliğini kabul etmesi için ileri sürdüğü şartları görüşmek üzere 8 Kasım Salı günü Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmek için Türkiye’ye seyahat ettin. Erdoğan tarafından ifade edilen şartlar açık bir şekilde terörist olarak damgalanmış olan Kürt örgütü PKK hakkında yoğunlaşmaktadır. Ben Kürt köklerine sahibim ama politikanın etnik kimliklerle ifade edilmesine karşıyım. İsveç’te yaşayan Kürtlerin, NATO üyeliği müzakerelerinde sürecinde, Hükümet’i rehin alma çabası içinde olma hakkı yoktur.
Benim hem PKK ve hem de Türk rejimi ile yaşadığım şahsi ve acı deneyimlerim mevcuttur. İlk olarak zikrettiğim, bugün bir terör örgütü olarak sınıflandırılmakta ve diğeri ise bundan çok uzak biçimde davranmamaktadır.
Aile olarak bizleri bütünüyle yerle bir eden olay, doktor olan halam Lamia Baksi’nin 80-li yılların başında PKK’ye katılmış olmasıdır. Bu hareket bir tarikata benzetilebilir ama o zaman henüz terörist olarak damgalanmamıştı. Benim sevgili halam maalesef bu hareket içine çekildi ki bu durum onun bütün akrabaları ile iletişiminin kesilmesine de yol açtı. O, 1987 yılında, Abdullah Öcalan’ın emri ile örgüt içindeki muhaliflerin temizlenmesi sırasında kendi örgütü PKK tarafından katledildi.
Ondan yedi yıl önce, bir diğer halam, Necla Baksi, Türk askerleri tarafından katledildi. O, hem bir Kürt kadını hem de Türk rejimine muhalif olduğu için Türkiye’deki askeri darbeden sonra kaçarak Suriye’ye gitmişti. Ancak Türk askeri güçleri O’nu ve arkadaşlarını, kaçıp yerleştikleri evde bularak, hepsini katletti. Bu katliamdan iki küçük çocuk ve bir erkek sağ olarak kurtuldu. Çok sonra öğrendim ki, Necla’nın öldürülmesinin acısı, Lamia’nın PKK’ye çekilmesinin nedenini oluşturmuş. Kendi kız kardeşinin katledilmesinin acısını hiç üzerinden atamamıştı.
PKK’ye hakim olan siyasal ideoloji ve putlaştırılan liderlik anlayışı çok korkunç bir durum ve ben liderleri Abdullah Öcalan’a tepkiliyim. Ancak Erdoğan’ın partisi AKP de, PKK gibi aynı putlaştırılmış lider anlayışına sahiptir. Erdoğan’ın; İsveç’in NATO üyeliği için ileri sürdüğü şartlar bir terör örgütünü ezmeyi amaçlamamaktadır. Esas olarak kendisini güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Ultra Türk milliyetçilerin oylarını almak için, aniden tam bir U dönüşü yapmadan önce, Erdoğan’ın kendisi, Kürtlerin oylarını alabilmek için Öcalan ile müzakere yürütmüştür.
Kemal Atatürk 1920-li yıllarda modern Türk devletini kurduğu zaman, Türkiye’nin Türk olmaya dayalı olarak tek halk ve tek dil esasına dayalı bir ulus olarak inşa edilmesini kararlaştırmıştı. Kürt dili ve bütün Kürt edebiyatı yasaklanmıştı. Her Kürtçe kelime ve her Kürt kültürü ifade eden şey yok edilmeliydi.
Erdoğan’ın partisi AKP, 2002 yılında iktidara geldiği zaman, ”Kemalizm”, ”Erdoğanizm” ile yer değiştirdi. Kemalistlerden farklı olarak, Erdoğan’ın Kürtlere karşı ideolojik olarak bir karşıtlığı yoktu ve bazı alanlarda Kürtlerin durumu biraz daha iyileşti. Artık Kürt olduğunu ifade etmek veya Kürtçe konuşmak yasak değildir.
Şu anda, esas sorun Cumhurbaşkanı’nın eleştiriler karşısında kendisini çok kolay hakarete uğraşmış hissetmesidir. Yüzlerce gazeteci, yazar ve politikacı sadece Erdoğan’ı eleştirdikleri için hapiste bulunmaktadırlar.
Filozof Hanna Arendt’en alıntı yapacak olursak, Erdoğan otoriter bir lider olmaktan, totaliter bir lider olmaya evrilmiştir diyebiliriz.
Değerli Ulf, Cumhurbaşkanı Erdoğan Türk gazeteci Bülent Keneş’in İsveç’ten Türkiye’ye iade edilmesi talebini ileri sürdüğünde, seni ilgisiz ve tepkisiz gördüğüm zaman, içimde bir şeyler parçalandı gibi hissettim. Türkiye’ye ziyaretinden bir gün önce, muhalif politikacı Sezgin Tanrıkulu hakkında, Türk ordusunun kimyasal silah kullandığı iddialarının araştırılmasını istediği için dava açılmıştı. Savcı aynı zamanda TBMM’ne Tanrıkulu’nun yasama dokunulmazlığının kaldırılması için bir talep başvurusu göndermişti. Tanrıkulu’nun araştırma talebi bir demokraside tamamıyla meşru bir tutumdur. Ancak Erdoğan’ın Türkiye’sinde değil!
Sezgin Tanrıkulu TBMM’nde CHP adındaki partiyi temsil eden ve İnsan Hakları Komisyonu Başkan Yardımcısı olan bir milletvekilidir. 90-lı yıllarda kurulan Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) kurucularından birisidir. Yaptığı çalışmalar nedeni ile Robert Kennedy İnsan Hakları Ödülü almıştır. O saygın bir politikacıdır ve İsveç’i defalarca ziyaret etmiş ve aralarında Anna Lindh, eski Maliye Bakanı Mikael Damberg ve şu anda Nato görüşmelerinde baş müzakereci Oscar Stenström’ün de bulunduğu birçok yönetici ile görüşmüştür.
Sevgili Ulf, bir çok konuda farklı görüşlere sahip olduğumuz gerçeğini bir yana bırakalım, çünkü biz farklı ideolojik hareket noktalarına sahibiz. Ancak, ben bu güne kadar hiç bir zaman hukuk devleti ve insan hak ve özgürlüklerini savunma hakkında seninle ilgili bir şüphem olmamıştı. Ancak, şimdi, ilk defa şüphe duyuyorum. NATO üyeliği senin için gerçekten bu önemli demokrasi prensiplerinden daha da önemli midir? Şu anda artık ben, senin kim olduğunu ve o uğruna kendini yaktığın değerlerin nereye gittiğini bilmiyorum. Ve bu durum beni huzursuz ediyor ve korkutuyor. Nalin Pekgul
Kaynak: Nalin Pekgul: Käre Ulf, är Nato viktigare än rättsstaten? / SvD Gazetesi.
İsveççeden çeviri:Vildan Saim Tanrıkulu
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***