Irkçılık günah keçisine dönüştürülmüş ve insanlar ırkçılıklarını kabul etmek istemiyor. Ben ırkçıyım diyeni bulmak zor, ben milliyetçiyim diyenler çok. Oysa milliyetçilikle ırkçılık birbirinden kopuk terimler, anlayışlar ve özellikle pratikler (uygulamalar) değildir.
Tarihî süreç içinde milliyetçilik anlayışı doğduğu zaman “millet nedir?”, “kimler milleti oluşturur?” “milletleri farklı kılan nedir?”soruları da gündeme geldi. Önce “ırk” kavramı işlevli sayıldı ve bu terim “millet” anlamında kullanıldı.
Milliyetçiliğin masumiyet dönemi diyeceğimiz ilk demokratik aşamasında, kralların istibdadına karşı halkın egemenliği savunuldu. İmparatorluklara karşı da “her ırk kendi özerk devletini kurmalıdır” anlayışı yeni bir ideoloji olarak dünyaya yayılmaya başladı. İstiklal Marşı’ndaki “ırkıma bir gül, ne bu şiddet bu celal” dizesindeki ırk kelimesi tabii ki “millet” anlamındadır.
Zamanla “ırk” açıklaması yetersiz sayıldı. Zaten ırk dendiğinde en başlarda beyaz (Kafkas ırkı), siyahiler, Mongollar ve sarı ırk anlaşılıyordu. Zamanla bu sayı artırıldı ama milletler ırklardan yine de çoktu! Sonraları (özetliyorum!) milletleri oluşturan farklı dil gruplarıdır açıklaması ivme kazandı: “Her dil grubu kendi milli birliğini kurabilmelidir” dendi. Türkler Türkçe konuşur (ve konuşmalıdır); Türkçe konuşanlar (ve konuşturulanlar) Türk sayılır dendi. Dile böylesine önem verilmesi, milli dilin yaygınlaştırılmasının saplantıya dönüşmesi ve “farklı” dillerin yasaklanması bu millilik anlayışının sonucudur. Dil milli devletlerde bir fetişe dönüştü.
Ama bunlar olurken “üstün ırk/millet” ve “aşağı ırk/millet” anlayışı henüz ortaya çıkmamıştı. En azından böyle bir anlayış siyasetin özüne dönüşmemişti. Bu temelde dünyaya yayılan bir ideoloji de henüz oluşmamıştı.
Ama bir ideoloji olarak dile getirilmese de tarih içinde “ötekini” ve farklı olanı “aşağı” görmek hep var olmuştu. Her insan grubu farklı olanı, farklı dine inananı ve farklı töreleri izleyenleri genellikle hem dışlamıştır hem de eşit haklar tanımak istememiştir. Beyazların siyahileri köle olarak kullanması, Osmanlıda halkların “milleti hâkime ve mahkûme” diye ayrılması örneklerini hatırlatayım. Bu ayrımcı anlayış sömürgeciliğin, emperyalizmin, her türlü dışlamanın ve sömürünün de teorik gerekçesi olmuştu.
19uncu yüzyılın sonunda ve 20inci yüzyılın başında ırkçılık “bilimsel” bir dünya görüşü olarak kullanılmaya başlandı. Arthur de Gobineau’nun (1853–1855) kafatasçı ırkçılığı moda olmuştu. Cumhuriyet Türkiye’si de bu ideolojiden çok etkilenmiştir. Örneğin, Afet İnan’ın (1908-1985) doktora tezi kafatasları ölçme üstünedir. (Mimar Sinan’ın mezarını açtırmış, kafatasını ölçmüş, Ermeni veya Rum değil, Türk olduğunu kanıtlamıştı!) Nihayet Hitler bu işi en ileriye götüren olmuştur: Bütün milletler belli değişmez özelliklerle sergilendi ve sıralandı. En üste de Almanlar yerleştirildi.
Etnik, milli, dinî vb. grupların bir değer ıskalasında sıralanması ve “biz” diye nitelenen grubun daha değerli sayılması çok eski bir olaydır. Aristo zamanında da “köle olmaya layık Helen olmayanlar” anlayışı vardı. 18inci yüzyılda Avrupa’nın Doğu’yu aşağı saydığını görüyoruz (8 nolu yazı). Müslüman dünya da buna karşılık “gâvuru” yanılgı içinde ve aşağı görürdü.
“Bilimsellik” iddiası taşıyan çağdaş ırkçı anlayışın yeni olan yanı milli özelliklerin biyolojik açıklamalarla savunulması olmuştur. Kimi zaman kan, kimi zaman genler söz konusu oldu, milli özelliklerin kuşaktan kuşağa geçtiği kabul edildi. Milli özellikler insanın fiziki ve biyolojik yapısıyla, örneğin kafatasıyla doğrudan ilişkili sayıldı. Yani etnik ve milli özellikler, tarihi ve toplumsal nedenlerden değil, “ırkın” doğuştan var olan eğilimleri sayıldı. Başka türlü söylendiğinde, “bilimsel” ırkçılıkla her ırkın (milletin ve etnik grubun) özellikleri değişmezdir, tarih içinde devamlılık sergilerler diye bir algı oluştu..
Milletlerin kendilerine özgü özellikler taşımaları doğaldır ve bu durum günümüzde kamuoyu yoklamalarıyla gündeme gelir. Örneğin, A ülkesinde insanlar son yıllarda büyük oranda (hepsi değil tabii) iyimserdir veya aşırı sağcı eğilimler sergilerler veya yabancı düşmanlığı yaşarlar diyebiliriz. Ama bu durum, o halkın değişmez özellikleridir demek değildir; belli bir tarihi dönemdeki eğilimi olarak görülür. Bu aynı A ülkesindeki millet bir süre sonra farklı bir aşamaya geçebilir. Oysa ırkçı anlayış halklarda ve milletlerde değişen özellikler görmezler, tam tersine, “milli karakterler”, yani değişmez özelliklerin varlığını kabul ederler.
Bu nasıl ifade edilir? “Siz hep zülüm yaparsınız” denir örneğin. Veya “bizim fıtratımızda soykırım yapmak yoktur” denir. İşte o “fıtrat” sözü ırkçılığın temel taşıdır. “Bizim karakterimiz budur”, “doğuştan, yaradılıştan böyleyiz”, “hep böyle idik ve hep öyle olacağız” demektir.
Tabii bu ırkçı söylem iki yanlıdır: hem saldırgandır hem de savunmacı. Ötekiler kötülenirken saldırgandır ve “siz geçmişte şu kötü şeyleri yaptınız” denir; “biz” söz konusu olunca da savunma babında “geçmişimizde kara leke yoktur” tezi savunulur. Her iki tezin temelinde ırkçı “değişmezlik” anlayışı vardır. Irkçı anlayış toplum içinde yerleşmişse bu savunma olmadan olmaz zaten: Geçmişimizdeki kötü olay karakterimizle ilişkilendirileceği için, geçmişteki kötü her olay bugünkü karakterimizi kanıtı sayılacak.
Bu yüzden ırkçılar ve milliyetçiler geçmişteki olumsuz bir tarihi (milli sayılan) olayı kabul edemezler. Çünkü ederlerse “milli karakter” yara alacak ve “fıtratımız” tezi savunulamaz olacaktır.
Milliyetçi ve ırkçı olmayan biri ise geçmişteki bir yakınının (dedesinin, soydaşının vb.) yapmış olduğu kötü bir davranışı – bir saldırıyı, işgali, katliamı, soykırımı – normal olarak kabul edebilirken, ırkçı olan kabul edemez. Çünkü ırkçının temel anlayışı, ideolojisi, ırk ve millet anlayışı buna izin vermez. İnsanların ve halkların yaptıklarını “fıtrat, ırk özelliği, millet karakteri” gibi kavramlarla açıklıyorsa, soydaşın geçmişteki kötülüğü “bizim bugünkü” halimizi gösteriyor sayılacak.
Irkçı ve milliyetçi kimse, gururu ve tatmini kurguladığı “lekesiz millet” mitosu üzerinde bina ederken, milliyetçi olmayanlar gururu ve tatmini gerçekleri kabul edebilme cesaretinin sergilenmesinde ararlar.
Bütün bunlardan normal olarak anlaşılacağı, pratikte ve uygulamada ırkçı anlayış ve söylemle milliyetçi anlayış ve söylem arasında, en azından milletleri değerlendirmek açısından fark olmadığıdır. Irkçı ve milliyetçi olanların en tehlikeli yanı milletlerin “devamlılığını” kabul ederlerken aynı zamanda bir “karakter/fıtrat/öz” de kabul etmeleridir.
Zaten bir milletin yüzyıllar süren “sürekliliği” kabul edildiğinde – ki bu milliyetçiliğin en temel varsayımıdır – o sürekliliğin sağlayan ve hiç değişmeyen en azından bir “öğenin” varlığı da kabul edilmiş oluyor. Bunu ne olduğu epey tartışılmıştır – kanımız, genimiz, dilimiz, kültürümüz, fıtratımız diye – ama süreklilik ancak bir değişmezle birlikte var olabilir. Milletçilikle ırkçılığı yakın kılan da bu süreklilik/değişmezliktir. Yani sonunda kilit kelimeler “devamlılık” ve “değişmezlik”, ırkçı anlayışı gösterir
Irkçı olmak için ırkçı söylem şart değildir. Uzmanlar “gizli ırkçılık” veya “bilinç dışı ırkçılık” kavramlarını da kullanırlar. “Bizim millet böyle bir şey yapmaz” veya “sizin ne olduğunuzu geçmişte yaptıklarınızdan biliyoruz” gibi cümleler bütünüyle ırkçı sözlerdir. Çünkü milletlerin değişmezliği varsayımına dayanırlar. Bu sözleri kullananlar ne demek istediklerinin farkında da olmazlar genellikle. Çünkü milliyetçilik içselleştiğinde normal ve aklıselim söz olarak algılanır.
Aslında milletlerin ırklardan oluştuğunu söylemek kötü olmayabilir. Bu görüş yanlıştır ama işin kötü yanı bu değildir. Kötü olan, milletlerin değişmezliğini temel saymak ve ona göre davranmaktır. Yunanlı bir sosyolog tanımıştım; Türklerin değişmez karakterinden söz ederdi: Ama ırkçılığın artık moda olmadığını bildiği için ırk sözünü – veya kan, gen, DNA gibi sözleri – kullanmazdı. “Türklerin toplumsal geleneklerinden” söz ederdi! Bunlar değişmezmiş. Dolayısıyla Türklerin – hepsinin!- bugün ve yarın ne yapacaklarını, geçmişlerine bakarak karar verebiliriz derdi. İşte ırkçı ve milliyetçi söylem böyle bir şeydir. Her gün duyarız, uluslararası konular tartışılırken her üç cümleden biri budur, okul tarih kitapları “milli geçmişimizi ve fıtratımızı” belletir ve aynı zamanda Ötekini de bizim karşıtımız olarak öğretir: Biz ve Öteki hiç değişmeden, hep aynıdır diye.
Milletler değişmiyorsa eğer, sorun yaratanlarla nasıl baş edeceğiz? Hitler Yahudilerin değişmeyeceğine inanırdı, çoluk çocuk demeden yok etmeye çalışması ona göre tek çareydi. Bu tür uygulamalar ırkçılığın varabileceği en aşırı noktadır. “Nihai çözüm” türü acımasız siyasi karaların arka planını anlamanın yolu bu ırkçı varsayımları göz önüne almaktır. Irkçı varsayımlar kötü sonuçlara yol açmayan masum yanlışlar değildir. Irkçılığı kötüleyip milliyetçilik adına aynı söylem ve uygulamaları izlemek de önemsiz bir yanlış değildir.
Irkçı ve milliyetçi anlayış günümüzde “bilimsel” terimlerle de ifade edilir. Kimi zaman tarihe göndermelerle Ötekinin değişmez kusuru ve bizim kusursuz geçmişimiz hatırlatılır; kimi zaman psikolojiye başvurularak Ötekinin hastalıklı karakteri açıklanır; ya da sosyoloji ile milletlerin “eğilimleri” açıklanır.
Günümüzde başka yeni bir gelişme ırkçılık kelimesine getirilen daha geniş anlamdır. Artık “ırkçılık” (racism) derken kastedilen yalnız ırk değildir, ırkçılığın bir süre neden olduğu davranışlar anlaşılır: Ötekileştirme, ayrımcılık, milli ve etnik önyargı ve kalıp yargılar, saldırganlık gibi davranışlar “ırkçılık” sayılır oldu. Tabii bu tür davranışlar aynı zamanda “konjonktürel milliyetçiliğin” de özellikleridir (14 nolu yazım).
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***