Türk medyası Gezi Parkı olaylarından beri hükümetin müdahaleci kollarının altında görülmemiş bir “Big Brother” sendromu yüzünden nefes alamıyor.
Eski cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce, Haber Global kanalında katıldığı programın, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın konuşması nedeniyle defalarca kesilmesi üzerine yayını terk edince medyanın hâli yeniden gündem oldu. İnce “35 televizyonda Erdoğan konuşuyor. … Türkiye Cumhuriyeti Erdoğan’ın babasının malı değildir. Türkiye bu faşist düzenden kurtulacak” diye tepki gösterdi.
Yaygın medya bağımsızlığından feragat etmiş durumda. Haber kanallarını kontrol altında tutmak için üç boyutlu bir işleyiş sürüyor: Konuk seçimi, konu sınırlaması ve içeriğin tayini.
Bağımsız gazeteciler bir kenara doktor, avukat, mühendis gibi profesyonellerin de yer aldığı “sakıncalılar” listesi oluştu. 2013’te başlayan kontrol mekanizmaları 7 Haziran 2015 seçiminden sonra görülmemiş düzeye ulaştı. 29 Eylül 2016’da muhalif sayılan 12 televizyon kanalına kilit vurulduğunda ekranlar sözünü özgürce söyleyebilenlere hepten kapatılmış oldu.
Erdoğan 2013’te HaberTürk’ün başına “hükümet komiseri” gibi atadığı Fatih Saraç’ı arayıp Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) lideri Devlet Bahçeli’nin bir demecine yer verdikleri için azarlamıştı. Literatüre “ALO FATİH” diye giren bu olay bir milat sayılır. Erdoğan’ın Saraç üzerinden yayınları nasıl kestirdiğini gösteren ses kayıtları internete düşmüştü. Hatta Saraç’ın seçim anketlerine müdahalesini açığa vuran bir kayıt da vardı. Erdoğan’ın 2014’te İmralı zabıtlarını yayımladı diye Milliyet Gazetesi’nin sahibi Erdoğan Demirören’i ağlatana kadar azarladığı telefon görüşmesi de sızmıştı. Demirören, Erdoğan’ın medyayı ele geçirmek için kullandığı isimlerin başında geliyor. Medyanın kontrolünde son nokta, Doğan Grubu’na ait televizyon ve gazetelerin 2018’de el değiştirmesiydi.
Gelinen son duruma dair isimlerini veremediğimiz beş medya emekçisinin Al-Monitor’la paylaştığı bilgiler tablonun vahametini ortaya koyuyor.
2013’teki Gezi olaylarına kadar hükümetin kontrolündeki kanallar da yer yer cesur yayınlar yapabiliyordu. Hatta A Haber gibi kanallar CNN Türk ve NTV’nin veremediği bazı haberleri yayımlayabiliyordu. O zaman Kürtler, Ermeniler, Aleviler, askeri vesayet gibi konularda devletin hassasiyetleri ile Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) tercihleri farklılaşıyordu. Ana akım devlet refleksini önemsiyordu.
Gezi’den sonra iktidar bütün kanalların üzerinden silindir gibi geçti. 2013-2014’teki “Alo Fatih” simgesel bir müdahaleydi. Daha sonra kontrol altına alınan kanallara atanan yeni yöneticiler ile mevcutları “parti komiseri” gibi davranmaya başladı. Konuk olarak kimin ekrana çıkartılacağı ve hangi konunun işleneceği hususunda bir iletişim ağı gelişti.
İktidar kanadında operasyonları yürüten isimler AKP Genel Başkan Yardımcıları Mahir Ünal ile Ömer Çelik, Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Hasan Doğan ve son dönemlerde artan oranda Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun. Bunun yanı sıra bakan danışmanları kontrol hattının alt kademesinde yer alıyor. Bu isimler, medya yöneticilerini arayıp yapılması gerekeni söylüyor.
Erdoğan’ın uçağına aldığı yayın yönetmenleri ve Ankara temsilcilerine zaten “talimat almaya hazır hale getirilmiş” yöneticiler olarak bakılıyor. Yayın çizgilerinin belirlenmesinde “başkanla uçak yolculuğu” öteden beri en etkili mekanizma. Erdoğan uçağına aldığı medya yöneticilerini hesaba çekiyor. Bu mekanizma basılı medya için de geçerli. Gazeteler aynı manşetle çıkıyor ya da yazarlar aynı içerikte köşe yazıyor.
Haber merkezindeki editörlerin işini kolaylaştırmak üzere hazırlanmış “konuk havuzları” artık işleri zorlaştırmak için var. Konuklar adeta fişleniyor: Yayına çıkarılabilir, yayına çıkarılamaz, sakıncalı, yetersiz… Bu süreçte konuk olarak programlara çağrılanların listesi giderek daraldı.
Üzeri çizilenler bir daha asla ekrana çıkartılmıyor. Yayına alınan ama sert konuşan birisi olursa sadece o kanalda değil diğer kanallarda da kara listeye giriyor. Konuk listeleri o kadar daraldı ki Suriye ve Libya gibi konularda onlarca televizyon yedi-sekiz kişilik “onaylı” uzmanla programları sürdürüyor.
Kürt sorunu ve barış tartışmaları da 7 Haziran 2015 seçiminden sonra kırmızı çizgi haline geldi. Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) ekran kapatıldı. HDP, CHP’ye yakın birkaç kanalda da farklı muamele görmüyor. HDP ancak İyi Parti ya da CHP ile atıştığında haber değeri taşıyor. Eskiden HDP’nin Meclis Grup Toplantısı’na birkaç dakikalığına da olsa yer verilirdi. Şimdi partiyi “terör bağlantısı” ile mahkûm eden yayınlardan geçilmiyor.
Konuk seçme hassasiyeti zamanla AKP’nin kendi kadrolarına yönelik de gelişti. Bunun iki nedeni var: Biri AKP adına çıkanlarda görülen yetersizlik; ikincisi AKP içinde başlayan ayrışma. AKP’li olup da sıklıkla ekrana çıkan pek çok yüz kayboldu. AKP’li konuşmacıların belirlenmesinde koordinatör Mahir Ünal. Ondan geçmeyen AKP’liler yayına alınmıyor.
Muhalefetten AKP’li konuşmacının karşısına çıkacak kişi güçlü biriyse “bizim adamımız ezilmesin” denilerek konuğun değiştirilmesi isteniyor. AKP’lilerin eski yol arkadaşları da artık yasaklılar listesinde. Karar yazarları iki-üç yıldır ekranlarda görülmüyor. Yeni partilerle siyasete atılan Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan’a yakın isimler de kara listede.
Son dönemde özellikle CNN Türk örneğinde görüldüğü üzere tamamen hükümetin sesi olduğunda izlenme oranlarında ciddi düşüş görüldü. Bu nedenle “Hükümet kanadından üç kişi çıkıyorsa muhalefetten de makul biri çıksın” şeklinde esneme oldu. Yeşil ışık yakılan muhalif isimler çok sınırlı.
Öte yandan, koronavirüs salgını sırasında kanalları sağlık sorunlarına ağırlık vermeye sevk ederek nispeten rahat bir dönem başlattı. Hatta önlemleri yetersiz bulan “sakıncalı” uzmanlara yer verildi. Bu sayede programların izlenme oranı arttı.
Fakat korona ile ilgili baskı “Ölü sayılarını değil iyileşenleri öne çıkartın; açılan hastanelere, alınan önlemlere ve dışarıya gönderilen yardımlara ağırlık verin” talimatıyla kendini gösterdi.
Bu yumuşak dönemde öteki hassas konulardaki yasak kalkmadı. HDP’nin uğradığı saldırılara yer verilmezken Hrant Dink Vakfı’na yönelik tehditler ve İstanbul’da Ermeni Kilisesi’nin haçının sökülmesi görmezden gelindi. Açıkça “Girmeyin” denildi. Gezi olaylarının yıl dönümünden de bahsedilmedi.
Profesyonel editör kadroları önemli ölçüde tasfiye edildiği için bu gidişat mutfakta dirençle karşılaşmıyor. Bundan rahatsız olan ama çalışmaktan başka seçeneği olmayanlar da her şeyi sineye çekiyor.
Bir noktadan sonra hükümet yetkilisi hatta içerideki “parti komiseri”nin bir şey demesine de gerek kalmıyor: Talimatlar içselleştiriliyor, otokontrol devreye giriyor. Erdoğan, bir bakan ya da bir AKP yöneticisi konuşacağı zaman normal akışı kesip oraya bağlanmamanın hesabının yarın sorulacağını herkes biliyor. Yayına çıkacaklara sınırlar hatırlatılıyor. Kendisini ispatlamış kanallar bile kritik bir gelişme olduğunda önce A Haber’in nasıl verdiğini görmek için bekliyor. Ya da Ankara’dan gelecek talimatı.
Al-Monitor’a konuşan medya ombudsmanı Faruk Bildirici de bu bilgileri teyit ediyor: “Eskiden ekrana çıkarılacakların listeleri vardı. Bu insanlar konusuna göre çağrılırdı. Ama AKP ile birlikte çağrılmayacaklar listesi oluştu. Zamanla kara liste iyice uzadı ve ekrana çıkarılabilecekler listesini geçti” diyor. “Televizyonlardaki hükümet komiserleri, genellikle genel yayın yönetmenleri veya Ankara temsilcileri, nadiren onların dışında birileri oluyor. Çünkü zaten o makamlara Saray’ın istediği insanlar atanıyor.”
Bildirici mekanizmayı şöyle anlatıyor: “Saraydan medyaya uzanan bir kontrol hattı var. Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde Akif Beki’nin basın danışmanlığıyla başlayan bir hat bu. Bu kontrol hattı gezilere ve davetlere çağrılarak yapılan ödüllendirmelerle başlayıp zamanla katılaştı; yaygın medyanın tamamen iktidar kontrolüne girmesiyle birlikte artık talimat hattına dönüştü. İlk başlarda bir haberin verilmemesi ya da yayından kaldırılması gibi talepler iletilirken şimdi artık haberlerin nasıl kullanılacağı belirtiliyor, hatta haberler hazır olarak gönderiliyor. Talimatlar zinciri Fahrettin Altun ya da Hasan Doğan’dan başlayıp yayın yönetmenleri ya da Ankara temsilcileri üzerinden iletiliyor. Zaten medyada bu zincirin halkası olmak için bir yarış var.”
Türk medyasının geldiği nokta çok dramatik. Gazetecileri nefessiz bırakan baskı rejimi koyulaşarak sürüyor. Kuşkusuz medya her zaman baskılara maruz kaldı fakat darbe dönemlerinde bile bu kadar kontrol altına alınamamıştı.