YORUM | AHMET KURUCAN
İlk defa bu düşünceyi ortaya atan kim bilmiyorum ama bazı insanlar tarafından seslendirilen bir teori vardır: “İslam dini Mekke’de tamamlanmıştır.” Bu görüş sahiplerinin ileri sürdükleri en önemli delillerden biri Mekki ayetler ve muhtevasıdır. Medeni ayetlerde imana daha az vurgunun olması, artık sosyal hayatı düzenleyen, siyasi, ekonomik, askeri, hukuki vb. bir çok alanda verilen hükümler bunun göstergesidir. Daha açık ifadesiyle onlara göre İslam Medine’de devlet, Medine’de dindir.
Tabii bu bakış açısının temelinde din olgusuna verilen anlam yatmaktadır. Din Allah, insan, tabiat arasındaki münasebeti ifade eden kurallar bütünüdür. Sosyal hayat, gündelik yaşam, dünyevi düzende akıl esastır. Her ne kadar Medeni ayetlerde bunlarla alakalı hükümler olsa bile onlar muhatapları için geçerlidir ya da geçerliydi.
Ben iki paragraf içinde özetlemeye çalıştığım ve katılmadığım bu düşünceleri ilerleyen zamanlarda Gelecek Projeksiyonu yazı serisinde ele alacağım. Ama burada dile getirmemin sebebi şu an yazmaya çalıştığım 3 yazılık seride iman-insan ve Kur’an diye özetleyebileceğim üçgende Mekkî ayetlerin yeri ve önemi konusundaki görüşlerine katılmam itibariyledir.
Şöyle ki, Mekki ayetlerin toplamına baktığımızda bunları üç ana başlık altında toplamak mümkündür: Tevhid, sosyal-toplumsal ahlak ve ahiret (yani öldükten sonra dirilme, hesap verme, cennet ve cehennem inancı). Çok çarpıcı beyanları vardır Kur’an’ın bunları ifade ederken. İnsanın tabir caizse içine işler. Derinden derine insanı düşünmeye sevk eder. Eğer Arapça biliyorsanız, dilin inceliklerine vakıfsanız ve bunlar kadar önemli olan o günkü sosyo-kültürel ortam hakkında bilgi sahibi iseniz aradan geçen 14 asra rağmen bugün bile o ifadeler karşısında çarpılmamak elde değildir. Büyüleyicidir desem mübalağa etmiş olmam.
Nitekim bu durumun farkında olan müşrikler Kur’an’ın lafzının ve muhtevasının büyüleyici atmosferinden insanları kurtarmak için onların Kur’an ile buluşmasını engellemeye çalışmışlardır. Hz. Ebu Bekir’in yanık ve yakıcı sesiyle Kur’an’ı okumasından etkilenmesin diye onun dinlenilmesine dair müşriklerin müşriklere getirdikleri yasağı hatırlayın. Kur’an bizatihi kendisi hikaye ediyor. Şöyle diyor o müşrikler birbirlerine: “Bu Kur’an okunduğunda onu dinlemeyelim, ona kulak vermeyelim; onun hakkında ileri geri konuşup yaygara kopartalım da anlaşılmasını engelleyelim, böylece onun etki gücünü kıralım. Böyle yaparak üstünlük sağlayıp onu bastırmayı umabilirsiniz” (41/26).
Medeni ayetlerde dil daha sade, daha kapsamlı, daha şümullüdür, çünkü devreye yukarıda ifade ettiğimiz gibi sosyal hayatı düzenleyen hükümler, kurallar, ilkeler girmiştir. Mekke’de ise iman ve inkar daha ön planda olduğu için olsa gerek beyanın çarpıcılığı insanın aklını başından alacak kadar ileri boyutludur.
Sakın yanlış anlaşılmasın, Medeni ayetlerde iman ele alınmıyor veya Medeni ayetler Mekki ayetler ölçüsünde belagate sahip değil vs. demiyorum. Sadece düşünen her insanın mukayese yaptığı zaman çıplak gözle görebileceği bir hususun altını çiziyorum.
Alın size hemen her Müslümanın bildiği bir ayet: “Eğer biz Kur’an’ı bir dağa indirseydik o dağın (ilahi hitaba mazhar, muhatap ve sorumlu olmanın ağırlığı altından kalıp) Allah korkusundan, O’na olan saygı ve haşyetinden dolayı paramparça, un ufak olduğunu görürdün. İşte biz bu misalleri veriyoruz ki kafirlikte direnen insanlar düşünüp ibret alsın.”
Yukarıda ifade etmeye çalıştığım perspektiften lütfen bu ayete bir daha kulak verin, mealini o bakış açısıyla bir daha okuyun ve gökten yeni gelen bu ayetlere muhatap olan bir insan gibi kendinizi hayal edin. Hz. Ebu Bekir olun veya yeni Müslüman olmuş bir insan olarak tahayyül edin kendinizi, ne düşünürsünüz, nasıl etkilenirsiniz? Allah: “Kur’an’ı gönderiyorum size. Siz bu kitaba inandınız. İnanmakla sorumluluğunu üzerinize aldınız ve ben onun içinde size emirlerimi, yasaklarımı açıklıyorum. Pekala siz nasıl davranıyorsunuz? Kuyumcu hassasiyeti içinde ince eleyip sık dokuyup, emir ve yasaklarımı iyice tartıp hayata taşıyor musunuz yoksa sadece dinleyip geçiyor musunuz? Eğer dinleyip geçiyorsanız, onları hayatınıza taşımıyorsanız, hayatınıza hayat yapmıyorsanız, onunla hayatınıza anlam katmıyorsanız sizin inanmayan insanlardan ne farkınız var? Dağlara söyleseydim ben bunları onlar paramparça olurdu ama ya siz?” Evet, böyle yorumlamaz mısınız? Ve bu sözlerin ardından nefsim başta olmak üzere bütün Müslümanlara sorum: Bugün de bizim bakış açımız bu olmalı değil mi? Ama heyhat!
Ben hatırlarsanız Hadid Suresi 16. ayeti üzerinden ilk iki yazıyı tamamlamayacağımı yazmıştım ama kalemin ucunu serbest bırakınca yazı uzadı. Olsun. Neden? Çünkü aynı hususa vurgu yapacaktım. İmanın tadını alma, onun bizi harekete geçirmesi konusundaki bizim -tabirimi maruz görün- gevşekliğimizi, ahesterevlik edişimizi nazara vermek istiyordum. Kısmen buna giriş yapmış olduk bu misal verdiğim ayet ile.
Gelelim Hadid Suresi 16. ayete. Ayetin mealini vereyim önce: “Müminlerin Allah’ı saygıyla anıp da O’nun katından gelen Kur’an ayetleri karşısında kalplerinin yumuşama zamanı gelmedi mi? Müminler vaktiyle kendilerine kitap verilen fakat uzun zaman içerisinde (Allah’ın emirlerini hafife alma, günaha dalma gibi davranışları sebebiyle) kalpleri katılaşan kimseler gibi olmasınlar. Çünkü onların çoğu fasık-günahkar kimselerdir.”
Tahmin edeceğiniz üzere müminlere yönelik bu hitaptaki “Kalplerin yumuşama zamanı gelmedi mi?” beyanı üzerinde duracağım. Çok çarpıcı. Semanın kapılarının ardına kadar açık olduğu ve Hz. Peygamberin kudsi, ruhani atmosferinde onunla birlikte her şeyi ter ü taze yaşayan sahabenin kalbi ne zaman katılaştı da Allah yumuşamadan bahsediyor hem de bir taraftan azar diğer taraftan uyarı diye nitelendirilebilecek bir ifadeyle?
Önce surenin kimliğine bakalım. Mekki diyenler var sureye. Medeni diyenler de. İçinde her iki döneme ait ayetlerin olduğunu söyleyenler de. Hatta bazı müfessirler Mekki mi Medeni mi olduğu en çok ihtilaflı olan suredir der Hadid Suresi için.
Elmalılı iki sebeb-i nüzûl rivayetinden bahseder. İlki Abdullah b. Mes’ud kaynaklı. Ona göre bu ayet İslam’ın 4. yılında Mekke’de nazil oldu. İkinci rivayet Abdullah b. Abbas’tan geliyor. O da bu ayetin İslam’ın 13. senesinde nazil olduğunu anlatır. Hangisi doğru bilmiyoruz. Ama ilki doğruysa demek ki insanın en tabii özelliklerinden biri olan ülfet ve ünsiyet çok erken dönemlerde açığa çıkmış. Belki birkaç kişiyle sınırlı, belki çok dar alanlı. Fakat genişleme, başkalarını da içine alma kapasitesinden dolayı Allah erkenden bu uyarıyı yapmıştır.
İkincisi doğruysa – ki ayetin devamında verilen başka kavim misalinde “üzerinden uzun zaman geçme” tabiri bu rivayete destek veren bir unsur olarak ortada duruyor – bu defa Elmalılı’nın da isabetle kaydettiği üzere Mekke’deki çileli ve sıkıntılı hayat kısmen son bulmuş, Medine’de Müslümanlar özgürlük ve güvenlikleri başta olmak üzere kısmi bir ferah ve refah içine girmişlerdi. İhtimal bu durum Müslümanların dünyayı ukbaya tercih etmesi şeklinde olmasa bile kalbi duyarlılık açısından Allah-kul ilişkilerinde Mekke dönemini aratır bir noktaya sürükleme potansiyeline sahipti ya da bazılarını sürükledi, onun için Allah bu uyarıyı yaptı.
Elmalılı’nın şu yorumları kayda değer: “İmân, önce bilgi ve sevgi gibi iki ruh hâlini ihtivâ eder. Sonra da Hak Teâlâ tarafından gelen emir ve nehiylere göre hayırlı işlere teşebbüs etmeyi ve güzel ahlâk ile ahlâklanmayı gerektirir. Yeni imana gelen kalplerde ilk duyguların vicdanlara çarpışı kuvvetli ve bu yüzden muhabbet neşesi şiddetli olsa da, gerek bilgi ve gerek imanın gerektirdiği şeyin tatbikatı itibariyle olgunluğa ulaşmış bir kalp gibi yüksek faziletlere eremez, yaptığı işlerde ve gösterdiği tepkilerde usulüne uygun ve normal bir hareket tarzına sahip olamaz. Nitekim uzun zaman geçmesiyle duygular kocayarak neş’esini kaybeder. Arzulara gevşeklik ve kalbe katılık gelir ve bu kanun ruhundan dolayı ferdler gibi cemiyetler de dinî neşelerinde bir başlangıç çocukluk, gençlik, rüşd, kemâl ve olgunluk sonra da kocamak ve ihtiyarlık gibi tavırdan tavıra çeşitli devirler yaşar. Bu suretle kocayan cemiyetler ancak neşenin yenilenmesi yoluyla, öldükten sonra dirilme gibi yeniden hayat kazanarak varlığını devam ettirebilir ve yine o suretle gelişmesini sağlayabilirler.”
Devam ediyor Elmalılı: “Hakkın birliği ile İslâm, âleme bir Likâullah (Allah’a kavuşma) neş’esi getirmişti ki, onun sona ermesi düşünülemez ve hiçbir neş’e ile değiştirilmesi söz konusu edilemez….Öncekiler, o neşenin aşkıyla iman ve İslâm’a sarılıyorlardı. Müşriklerin kızgın taşlarla işkenceleri altında hiç gevşeklik göstermeyerek ‘Ehad, ehad!’ (birdir) diye Allah’ı zikretmek suretiyle imanın sevincini ilan eden Bilâl-i Habeşî (r.a.) gibi Ashab-ı Kiram, hep o neş’enin şevkiyle zevk içinde yaşıyorlardı. Sonra da bu neşe, feyz ve yükselmeye kabiliyetli olarak ‘Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım’ (Mâide, 5/3) gününe doğru bir olgunlaşma takip ediyordu. Şüphesiz ki Ashab-ı Kiram imanlarının ilk anından itibaren kalpleri Allah’a karşı saygı ile çarpan mahlukatın en üstünü idiler.
Bununla beraber ferdlerin tekamül mertebelerindeki hareket ve kabiliyetleri ve her mertebedeki saygı dereceleri farklı olduğu gibi ilk zamanlarda cemiyyet olarak ortaya çıkışlarında henüz o, görünen neş’esini bulamamış kuvvet ve gençlik çağına gelememişti.
“İşte bu âyet, bu ruh kanunlarıyla İslâm toplumunun iman konusunda ve amelî fazîletlerde Allah’ı zikir ve Hakk’ın hükümlerine tam bir saygı ve teslimiyyet melekesi kazanarak faaliyyet çağına geçmeleri zamanının geldiğini hatırlatmaktadır. Çünkü âyetinde buyurulduğu üzere ‘Asıl müminler o kimselerdir ki, Allah Teâlâ’nın ism-i celili zikredildiği zaman kalbleri çarpar ve âyetleri okundukça imanları artar’ (Enfâl, 8/2). Şu halde iman edenler işte böyle olsunlar. Ve şunlar gibi olmasınlar ki önceden kendilerine kitap yani Tevrat ve İncil verildi. Sonra üzerlerinden uzun zaman geçti, zaman uzadı, peygamberleriyle aralarında zaman geçti, yahut gaye uzadı, vaad edilen maksad ve istek geçti, veya ecel uzadı, ömürleri uzayıp ölümü unutarak ardı arkası kesilmeyen arzular peşine düştüler. Ve kalpleri katılaştı. Allah adına zikr ve nasihat tesir etmez, hakka boyun eğmez ve hak neşesi duymaz oldular. Böylece ‘İşte onlar (yani kalbler) şimdi katılıkta taş gibi, yahut daha da ileri’ (Bakara, 2/74) âyetinde ifade edilen duruma geldiler.”
Çok uzun bir iktibas yaptım, farkındayım. Ama çok önemli tahliller bunlar. Her bir cümlenin üzerinde teker teker durup düşünülmesi ve dünyevileşmenin bizlere çepeçevre kuşattığı günümüzde kendimizi merkeze koyup değerlendirmemiz gereken yorumlar.
Aynı istikamette şu değerlendirmeler de Hocaefendi’den: “… Aslında kulluğun manâsı da budur. Evet, kulluk bir ısrar ve kapıda durup beklemedir. Kul kapıda duracak, belki de bir ömür boyu kapının açılmasını bekleyecek; fakat hiçbir zaman kapıyı terk etmeyecektir. Hem de ilk günkü iştiyakı hiç eksilmeden, ülfet ve alışkanlıklar aşkını, şevkini alıp götürmeden, ibâdetleri ruhsuz birer jimnastik haline getirmeden.. ilk günkü tazelik, ilk günkü havf ve reca ile dopdolu olarak zamanla yarışmak, işte gerçek kulluk! Kurân’ın âyetleri bize bunu öğretiyor: ‘İman edenlerin Allah’ı (cc) anma ve O’ndan inen gerçek için kalblerinin saygıyla yumuşama zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalbleri katılaştı. Onlardan bir çoğu yoldan çıkmış kimselerdir’ (Hadid/16). Bu âyetin ilk muhatabı durumunda olan sahabenin, her an yenilenen atmosferini ve her defasında sanki gökten mânevî birer sofra inmiş gibi, hep ter-ü taze şeylerle yüz yüze gelmelerini, bunun ruhlarda hasıl edeceği değişiklik ve metafizik gerilimi de nazara alarak bu ifadeye muhatap olmaları düşünülürse, âyetin bize hitap etme yönü daha iyi anlaşılmış olacaktır. Zira onları ülfete götürecek şartlar henüz tamamlanmış değildi. Durmadan yeni âyetler nazil oluyordu. Ve onlar, İslâm adına her şeyi orijinalitesiyle yaşıyorlardı. Meselâ bir gün ezan sesini ilk defa duyuyor, onun heyecan verici nefesiyle camiye koşuyorlardı. Bir başka gün Allah Rasûlü onlara yeni bir tesbih ve dua öğretiyor; bu sefer de zindeliklerini onunla sürdürüyorlardı…Buna rağmen, yine de âyet onları ikaz ediyor ve onlardan kalb heyecanı ve gözyaşı istiyordu. Eğer heyecanlarımız, iç burkuntularımız ve göz yaşlarımız, Kurân’ın talep ettiği ölçüde ve onun istediği keyfiyette değilse, bizim kendi kendimizi kınamamızdan ve levm etmemizden daha normal ne olabilir ki?”
Hocaefendi’nin yazılı ve sözlü müdevvatına vakıf olanlar bilir. Çok konuşmaları vardır Hocaefendi’nin bu ayet üzerinde. Yukarıdaki iktibas bunlardan sadece biri. Bir Google araması ile bunları bulabilirsiniz. Ben size bunlardan bir tanesini tavsiye edeyim. 3 Eylül 2007 tarihini taşıyan Kırık Testi yazısı. Başlığı da şu: “Taşlaşan Kalbler ve Gözyaşları.”
Daha öte bir şey söylemek istemiyorum. Bu üç yazılık seride iman, imanın içimizde hasıl ettiği zevk ve yanısıra bizi salih amele, güzel, faydalı, doğru ve iyi eylemlere sevk etmesi konusunu Kur’an’ın nüzul süreci içindeki 3 ayetle ele almaya çalıştım. Temel amacım Kur’an’ın bizlere verdiği mesajı anlamaya teşvikti. Eğer nefsim başta olmak üzere “Dünyanın başka ülkelerinde yaşasaydık elimizdeki maddi imkanlarla, mevcud eğitimimizle, sahip olduğumuz anlayış ve tecrübeyle böylesi bir hayatın hayalini dahi kuramazdık” diyen insanların derinden derine düşünmelerine vesile olduysa yazı serisi vazifesini yapmış demektir.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***