Bir araştırmacı, akademisyen, üniversite hocası olmayı seviyorum. Bazılarına mazoşistçe gelebilir ama dünyaya yeniden gelsem yine akademisyen olurum. Fakat bunun bir bedeli var. Hiç öyle düşük maaş şudur budur demeyeceğim. Bunlar malum konular, bunlar bilinerek bu işe giriliyor. Bedel, belgelenemeyen çalışma saatlerinin çokluğuyla, ne kadar çok çalıştığımızın görünmemesiyle ilgili. Hele pandemi boyunca ve sonrasında!
Tabii bu sırada pek çok kişinin, özellikle eğitimcilerin işi, angaryası çok arttı ama ben size bu yazıyı yazmakta olduğum Pazar gününden kısaca söz edeyim. Cumartesi de evde 10 saat kadar çalıştıktan sonra Pazar sabahı 10:00 gibi çalışmaya oturdum. Bir çalıştayın işleyiş yönergesi taslağını yazdım, bir yüksek lisans öğrencimiz Temmuz başı mezuniyet töreninde diploma alabilsin diye tezinin teknik sorunlarını çözmek için uzun bir süre harcadım, akşamki bir Zoom toplantısının hazırlık ve duyuru işlerini gördüm, bu hafta olacak lisansüstü giriş sınavlarının organizasyonu konusunda bölüm arkadaşlarımla yazıştım ve bu yazıyı yazmaya oturdum. Sanırım gece 10:30 gibi bitecek Zoom toplantısından sonra da bazı işler görmem gerekecek.
Bu arada dersler bitti ve notları girdik. Bu hafta gireceğim bir tez izleme toplantısı ile ondan sonraki hafta gireceğim bir doktora tez savunma jürisi kaldı. Yani işlerim nispeten hafifledi. Tabii bu hafta Salı gecesi bölümdeki meslektaşlarımla birlikte okuyacağım 50 civarı lisansüstü sınav kâğıdını saymıyorum. Üyesi olduğum sosyal bilimler enstitüsü yönetim kurulu üzerinden önümüzdeki bir ayda yüz elliye yakın tezin formatını gözden geçirmek gerekecek ama onu da şimdilik düşünmüyorum. Bana soracak olursanız, Temmuz ortasında gireceğim yıllık izne emin adımlarla ilerliyorum.
Her yıl olduğu gibi yıllık izin için müthiş hayallerim var: Bir türlü tamamlanamayan kitap projelerimden birini tamamlar mıyım acaba? Yaşar Kemal’in “Bir Ada Hikâyesi Dörtlüsü”nü retorik anlatıbilim ve anlatı etiği açısından yorumlama işini “bi sıkıda” yapar mıyım acaba bu yaz? Olmazsa okuma işlerini tamamlar, notlar alırım ve sonbaharda biraz gayretle…
Birkaç kere denize gireceğim, eşle dostla hoşbeş olacak, Ege havası ve ışığına maruz kalacağım, yalan yok. Fakat bendeki hayaller hep böyle. Bir kitap, olmadı bir kitap bölümü ve bir makale…
Şundan da emin olun: Ben türümün sıradan bir örneğiyim. Benim gibi bir sürü insan var. Adımız akademisyen ve araştırmacı ama dersle ve kurumdaki diğer işlerle uğraşmaktan araştırmayı ve yazmayı bırakın, işle ilgili ya da değil bir şeyler okumaya vakit bulmak bile bir dert.
Bu durum sadece bize özgü de değil. Dünyada da akademisyen, işlere yetişecek diye kendini paralayan bir beyaz yakalı işçi haline geldi. Form doldur, projeye başvur, sınav kâğıdı oku, tavsiye mektubu yaz, paralan babam paralan. Üstelik üniversiteler ve öğrenci sayıları artarken biz hocaların sayıları yeterince artmıyor da. Ben ikinci sınıfların zorunlu bir dersini 2007’de Boğaziçi’ne hoca olarak gelip vermeye başladığımda 45 kadar öğrenci olurdu. Bu dönem 86 kişi kayıtlıydı.
Bu artışlar bize YÖK’ün, yeni YÖK’ün ve gelecekteki yepyeni YÖK’lerin hediyeleri. Seçim sath-ı mailine girdiğimizin bir işareti olarak öğrenci affı da geldi ya da gelmekte. Bu sene en son affın kaldırılmasından sonra kalanların süreçlerini tamamlıyorduk ki, yeni bir af daha geldi. Tabii büyüklerimiz bunları hep tedrisatın ve ülkemizin parlak geleceğinin çok parlak olması, parıl parıl parlaması için yapıyorlar. Benim gibi akademisyenlerin uğraşması bunun yanında nedir ki? Sonuçta akademide başıma bir şey gelmez, bir biçimde KHK’lanmaz falan filan olmazsam, emekli olup emr-i Hak vuku bulduğunda mezar taşıma da yazacaklar: “Büyük bir âlim idi. Tedrisatı parlatan nice affın ittirmeli kaktırmalı diplomalara tahvili için ömrünü harcadı. Hüve’l-bâki v’el-fatiha.”
Kusura bakmayın. YÖK ve alâkalı mevzular açılınca ben biraz zıvanadan çıkıyorum. Aslında şunu söyleyecektim. Malum, modern üniversite Batı kaynaklı bir kurum. Dolayısıyla Yahudi ve Hıristiyan kutsal kitaplarından kaynaklanan yaradılış fikrinden ufak bir tırtıklama yapmış ve bir gelenek ortaya çıkarmışlar. İngilizcesiyle “sabbatical,” Yahudilikteki adıyla şabat veya sebt günü. Tanrı evreni altı günde yaratmış ve yedinci gün seyrine bakmış ya, haftanın yedinci günü, Yahudilerde Cumartesi Şabat, yani dinlenme günü.
Batı ve özellikle Anglo-Sakson üniversite geleneğinde de buna benzer bir sabbatical var. Bağlı olduğu kurumda 6 yıl görev yapan bir akademisyen, 7. yıl araştırma ve akademik yenilenme amaçlarıyla bir yıl ücretli izne ayrılır. Ücret olmadığında bile, birtakım fonlar ya da burslarla bu bir senelik izin finanse edilir. 19. yüzyıl sonlarından günümüze pek çok önemli kitap ya da makale bu sayede tamamlanarak okura ulaşmıştır.
Bu gelenek birkaç yıl önceye kadar ancak Boğaziçi ve ODTÜ gibi dış dünyayla bağları güçlü okullarda, hocaların yurt dışında buldukları bağlantılar üzerinden oluyordu. 2017 civarında YÖK (Yekta Saraç zamanı, yani yeni YÖK) bunu tüm Türkiye üniversiteleri için bir imkân olarak kabul etti. Hatta yurt içinden bir kütüphane ya da kurumla bağlantı kurduğunuzda okulunuz bu izni size vermeye başladı. Örneğin ben 2020-2021 akademik yılında resmi sabbatical izniyle İstanbul’daydım.
Derken Boğaziçi’nde rektörlük ataması üzerinden olanlar oldu ve Melih Bulu “görevden affedildikten” sonra, Boğaziçi hocası olduğu halde Boğaziçi hocalarının yaptıkları oylamada % 95 oranında güvensizlik oyu alan Naci İnci kayyım rektör olarak atandı. Bu atamanın en başından beri, Naci İnci ve başında olduğu atanmış yönetimin en büyük çabası, 50 küsur yıllık bir kamu üniversitesi olarak iç işleyişini akademik özgürlük ve kurumsal özerklik etrafında şeffaf ve demokratik yollardan yürütmüş olan Boğaziçi’ni olabilecek her aşaması ve noktasında en üstten emirle yürüyen bir yere çevirmek oldu.
Bir buçuk yıldır tecrübe ettiğimiz ama kabul etmediğimiz bu “rektör olan ben emrederim” anlayışının son ve küçük bir örneği sabbatical izinlerinin keyfi bir biçimde verilmemeye başlaması oldu. Örneğin 20 yıldır bu tür bir izin almadan çalışmış ve bu sürenin 5 yılında ağır bir idari görev yürütmüş olan bir meslektaşım, gayet geçerli bir sabbatical çalışma planı ve şart olmadığı halde yurt dışından bir üniversiteden kabul aldığı halde kendisine izin verilmedi. Nedeni sorulduğunda “rektörün takdiridir” deniyor. “Takdir-i kayyum” diye bir kategorimiz var artık. Bazı izinlerin verilip bazılarının verilmemesini dayandırdıkları nokta da çok ilginç. Kanunda izinle ilgili cümlenin sonunda “verilebilir” deniyormuş. Dolayısıyla dilbilgisel bir hamleyle “öyleyse verilmeyebilir de” diyorlar ve vermiyorlar.
Bütün belgeler tamam, her şey yerli yerinde ama kanun da ortada. Ne yapsın Naci İnci, öyle değil mi? Kanunda verilebilir yazdığına göre verilmeyebilir de ve nitekim bazı başvurulara izin verilebiliyorken, bazılarına da verilemeyebiliyor. Kanun böylesine güzel bir şey. Şiir halt etmiş yanında. Biz böyle edebiyatın imkânları, şiirin olanakları filan diye konuşuruz arada. Kanunun olanakları hepsine beş çeker. Bu yaşımda vardığım nokta budur.
Bilen biliyor, ben barış akademisyenlerinden, o metnin imzacılarından biriyim. Bu nedenle yüzlercemiz yargılandı, ben de bunlara dahilim. Fakat pek çoğumuz, Anayasa Mahkemesi kararı üzerinden beraat ettiğimiz bu süreçte, üniversitelerindeki kayyım yöneticilerin oyunlarıyla disiplin soruşturmalarına sokuldular, cezalandırıldılar ve OHAL ortamında yüzlercesi, on binlerce KHK’lı ile birlikte işlerinden ve ekmeklerinden edildi, pasaportları iptal edildi, kayıtlı işlere girmeleri engellendi. Canlarına kıyanlar ya da çeşitli nedenlerle canlarını kaybedenler oldu. Bunların yanında sabbatical izninin esamesi okunmaz. Benim derdim de, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yüzyılında yaşanan en büyük zulüm ve eziyet olan KHK’lılar konusunu görünmez kılmak filan değil. Bu sorun tüm toplumun kucağında duruyor ve bu sorunu hep birlikte çözeceğimiz, gadre uğrayanların zararını tazmin için çabalayacağımız günleri sabırsızlıkla bekliyoruz.
Fakat benim derdim başka. Dünyada ve Türkiye’de akademisyenliğin son 30-40 yıllık neo-liberal süreçte başka pek çok mesleki alanda olduğu gibi nasıl prekaryalaştırıldığını, sahip olduğumuz ve büyük emeklerle kazanılan pek çok güvence ve kazanımın nasıl hoyratça elimizden alındığını konuşuyor, üzerine yazıp çiziyoruz. Başka pek çok toplumsal grup ve meslek alanı gibi biz akademisyenler de artık itip kakılan, mağdur ve madun bir topluluğuz.
Sürekli yeni haberler çıkıyor. Bir bakıyorsunuz, tek dertleri “kâr amaçlı üniversite” tanımı kanuna eklensin diye atmadığı takla kalmayan pek çok vakıf üniversitesi yönetimi, çağrı merkezlerinde ya da üniversite tanıtımlarında pazarlamacı olarak kullanmaktan imtina etmedikleri, utanmadıkları, bilimsel geleceğimizin ana unsurları, malzemesi olan gencecik lisansüstü öğrencilerini, asistan maaşları devlettekiyle aynı olsun talebinde bulundular diye kapının önüne koyuveriyor. Yepisyeni YÖK’ü, şusu busu, en önemlisi toplumun kendisi, var olan yasaya düpedüz aykırı bu zelilleştirme uygulamasına kılını kıpırdatmıyor.
Bir bakıyorsunuz, ODTÜ gibi bir üniversite Kuzey Kıbrıs’taki kampüsünde 15 senedir çalışan doçentinin sözleşmesini feshediyor. Asistanlarını işten atıyor. Bir bakıyorsunuz, topluma enflasyonla ilgili gerçeğe yakın bilgiler veren bir merkezin yer aldığı özel üniversite, birdenbire bunu çok ayıp, çok yanlış, olur mu öyle şey bulup merkezin faaliyetlerini engellemeye girişiyor. Kayyım rektörlerin davetiyle üniversiteye giren, öğrencilere özel güvenlik katkısıyla saldıran, itip kakan, döverek işkenceyle gözaltılarına alan çevik polis haberlerine zaten çoktan alıştık.
Ünlü Hintli milliyetçilik çalışmaları uzmanı Partha Chatterjee’nin 2004 tarihli İngilizce bir kitabı var: The Politics of the Governed. Yönetilenlerin siyaseti. Kitabın Türkçesini Veysel Fırat Bozçalı çevirisiyle 2016’da yayımlayan İletişim Yayınları biraz farklı bir başlık koymuş: Mağdurların Siyaseti. Yerinde bir müdahale olmuş bence bu. Çünkü Chatterjee, bu kitabında ulus-devlet ile sivil toplum arasındaki ağlara sığmadıkları için dışarıda kalan halk kitlelerinin yönetilenler ya da İletişim’in müdahalesiyle mağdurlar haline geldiğini söylüyor.
İçinde olduğumuz şu 2022 yılı yazında, Türkiye’de sivil toplumun ve vatandaşlık sisteminin dışına taşanlar arttıkça artıyor. Biz akademisyenler de artık böyleyiz.
Yönetilenler arasında ayrım ve yaşanan zorlukları küçültme uğraşı içinde olmadığımı bir kere daha vurgulamalıyım. Benim kayyım rektörlükle ilişkim sırasında yaşadığım sıkıntılar, bir KHK’lının ya da diyelim atık dönüşüm emekçisinin yaşadıkları yanında solda sıfır. Fakat nitel açıdan birbirimize yaklaştık. Mağduruz. Yönetilenleriz. Her ne yapacaksak, nasıl bir eylem ve siyaset öreceksek, bu bilinçle yapmak zorundayız. Biz dışarıda kalanlarız. Dışarıya itildik. Dışlandık. Bunu görüp kabullenerek, ne yapacağımıza karar vermeliyiz. Neler yapabiliriz? Buna gelecek hafta, Chatterjee’nin tartışmasını açarak bakmak istiyorum. Fakat son olarak şunu söyleyeceğim:
Çok şey yapabiliriz!
Yapacağız da!
Çünkü biz halkız.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***