Ulema-ümera ilişkileri (2)
YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
Özellikle yöneticilerin adaletten uzaklaştığı, devletin ceberutlaştığı ve sistemin yozlaştığı dönemlerde ulema-ümera ilişkisi iyice bozulmuştur. Çünkü bu tür durumlarda ulema şu üç seçimle karşı karşıya kalmıştır: (1) İktidarın gayrimeşru isteklerine boyun eğmek ve saray fetvacılığına razı olmak, (2) bir köşeye çekilip siyaset ve yönetime karşı bütünüyle umursamaz bir tavır takınmak, (3) zulüm ve haksızlıkların dinden vize alamayacağını söyleyerek hakperest ve yiğitçe bir duruş sergileyebilmek. Her üç tavrın da İslâm tarihinde pek çok misalini bulmak mümkündür.
İlkini kabul eden, yani iktidara yakın duran ve onların politikalarını meşrulaştırma görevini üstlenen ulemanın, elde edeceği makam ve mevkilerle dünyasını mamur hale getireceğinde şüphe yoktur. Fakat aynı ölçüde onların ahiretlerini tehlikeye atacaklarından da şüphe edilmez. Zira bütünüyle siyasete eklemlenen ve yöneticilerin emri altına giren ulema hem kendileri için en büyük vazife olan emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker vazifesini yerine getiremeyecek hem de dine aykırı fetvalar vermeye mecbur kalacaktır.
Bu sebepledir ki Allah Resûlü (s.a.s) pek çok hadislerinde sultanlara yakın olmanın tehlikelerine dikkat çekmiş, iktidar mensuplarıyla içli dışlı olmayı yasaklamıştır. “Sultanların yanına giden, fitneye düşer.” (Ebû Dâvud, Sayd 4), “Kimin sultana yakınlığı artarsa, Allah’tan uzaklığı da artar.” (Ebû Dâvud, Sayd 4) şeklindeki hadisler umumi manada sultana yaklaşmanın tehlikelerinden bahseder.
Şu hadislerde ise özellikle âlimler zikredilmiş ve hangi özelliklere sahip âlimin peşinden gidilmesi gerektiği bildirilmiştir: “Alimler, Allah’ın kulları üzerine peygamberlerin emanetçisidirler. Sultanla içli dışlı olmadıkları ve dünyaya dalmadıkları müddetçe. Böyle yaparlarsa (yönetimle içli dışlı-olup dünyalık peşinde koşarlarsa) kesinlikle peygambere ihanet etmişlerdir. İşte o zaman onlardan sakının ve onlardan korkun!” (Deylemî, Firdevs, 3/75); “Şüphesiz ki Allah âlimlerle içli dışlı olan yöneticileri sever; yöneticilerle içli dışlı olan âlimlere ise buğz eder. Çünkü âlimler yöneticilerle içli dışlı olurlarsa dünyaya rağbet ederler. Yöneticiler, âlimlerle haşir neşir olurlarsa ahirete rağbet ederler,” (Deylemî, Firdevs, 1/155).
İbn Mâce’de yer alan şu hadiste ise sultanlara yakınlıkta dünyevî fayda uman, dinleri hususunda ise kendilerini emniyette gören âlimlerin nasıl bir yanılgı içinde oldukları çarpıcı bir misalle izah edilir: “Şüphesiz ki benim ümmetimden bazı insanlar dinde fakih olduklarını iddia edecekler. Kur’ân okuyacaklar ve diyecekler ki ‘Biz emirlere gidiyoruz ve onların dünyalıklarından nasipleniyoruz. Dinimiz hususunda ise onlardan ayrılıyoruz.’ Böyle olması mümkün değildir. Zira gevenden yalnızca diken toplanır. Bu şekildeki sözleriyle de ancak hata ederler,” (İbn Mâce, Mukaddime 23).
Allah Resûlü’nün Ka’b b. Ucre’ye hitaben söylediği şu sözler ise zalim yöneticiler karşısında nasıl bir tavır alınması gerektiğini ders verir: “Ey Ka’b b. Ucre, seni, benden sonra gelecek (zalim) yöneticilere karşı Allah’a sığınmanı tavsiye ederim. Kim onların kapılarına gider, onları yalanlarında tasdik eder ve zulümlerinde onlara yardımcı olursa, o benden değildir, ben de ondan değilim; ahirette havz-ı kevserin başında yanıma da gelemez. Kim onların kapısına gitmez, yalanlarında onları tasdik etmez, zulümlerinde yardımcı olmazsa o bendendir, ben de ondanım; işte bu kimse, havzın başında yanıma gelecektir,” (Tirmizî, Salât 433).
İkinci tavır, şahısların niyetleri ve içinde yaşadıkları zamanın şartları da göz önünde bulundurularak bir yere kadar makul görülebilir. Siyasilerin hak ve adalete muhalif tavırları karşısında sessiz ve pasif kalınmasının sebebi, korku veya dünyalık bir kısım çıkarlarsa, din nazarında bunun da birinciden bir farkı kalmaz. Fakat fitne ve kargaşaların daha da büyümemesi adına görülen bir maslahattan veya konuşmanın bütünüyle faydasız olacağı kanaatinin ağır basmasından ötürü böyle bir tercihte bulunulmuşsa, isabetli bulunmasa da “Bu da bir içtihattır.” denilip geçilebilir ve mazur görülebilir.
Fakat her halükârda zulüm ve haksızlıklar karşısında en çok konuşması gereken ulemanın da sükuta dalmasının, zalim ve zorba yöneticileri daha da cesaretlendirip küstahlaştıracağının unutulmaması gerekir. “Sizden birinin herhangi bir kimseden duyduğu korku, hakkı söylemesine veya yapmasına engel olmasın!” (Tirmizi, Fiten, 26; İbn-i Mace, Fiten, 20) şeklindeki hadis de böyle bir tavrın doğru olmadığını gösterir.
Nebiyy-i Ekrem, şu hadislerinde de zalim yöneticilere karşı susmayı, kenara çekilmeyi değil, bilakis hak ve hakikati ifade etmeyi emreder: “Cihadın en faziletlisi, zalim sultanın yanında adaleti dile getirmektir,” (Ebû Dâvud, Melâhim 17). Hatta şu hadis, zulmü engelleme yolunda ölümün dahi göze alınması gerektiğine işaret eder: “Şehitlerin efendisi, Hamza b. Abdülmuttalib ile zalim bir yöneticiye emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker görevini yaptığı için öldürülen kişidir,” (Hâkim, el-Müstedrek, 3/215).
Kur’ân ve Sünnet açısından meseleye bakılacak olursa, bir mü’mine yakışan asıl tavrın üçüncüsü olduğu görülecektir. Bu da iktidar seçkinlerinin zulüm ve haksızlıklarını imkân dahilinde önlemeye çalışmaktır. Esasında bir âlimin en önemli görevi de iyiliğin yaygınlaşması, kötülüğün ise ortadan kalkması veya azalması istikametinde elinden gelen performansı ortaya koyasıdır. Bu görevin kendisine karşı eda edileceği insanlar sadece halk değildir; aynı zamanda yöneticilerdir.
Ulemanın zulüm karşısındaki tutumu
Kur’an ve Sünnet’te zulüm ölçüsünde lanetlenen başka bir amel yoktur. Küfür ve şirkin de en nihayetinde bir çeşit zulüm olduğunu belirtmek gerekir (Lokmân, 31/13). Diyanet Ansiklopedisinde zulme öncelikle, “bir şeyi ona ait olmayan yere koyma, belirlenmiş sınırları çiğneme, haktan bâtıla sapma, kendi hak alanının dışına çıkıp başkasını zarara sokma, rızasını almadan birinin mülkü üzerinde tasarrufta bulunma, zorbalık” anlamları verilir, sonrasında da zulmün “özellikle de güç ve otorite sahiplerinin sergilediği haksız ve adaletsiz uygulama” olduğu söylenir.
Kur’ân’da türevleriyle birlikte üç yüze yakın âyette zulüm üzerinde durulur. Bazı âyetlerde zalimler lanetlenirken (Hûd, 11/18) bazı âyetlerde ise zalimleri bekleyen kötü akıbet haber verilir (el-Kasas, 28/40; el-En’am, 6/45). Fakat Hûd suresinde yer alan, “Sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın. Yoksa size ateş dokunur,” (Hûd, 11/113) âyeti bu konuda başka söze hacet bırakmaz. Çünkü Yüce Allah burada değil zulmetmenin, zalimlere küçük bir meyil, en küçük bir sempati göstermenin dahi insanı Cehenneme sokabileceğini belirtir.
Peygamber Efendimiz (s.a.s) de bir taraftan, “Zulümden uzak durun! Çünkü o, kıyamet günü (zalimler için) zifiri karanlık olacaktır.” (Müslim, Birr 56) sözleriyle mü’minleri ikaz ederken, diğer yandan kendisi de her gün evden çıkarken yaptığı dualarında zulmetmekten ve zulme uğramaktan Allah’a sığınmıştır (Tirmizî, Daavat 34).
Âyet ve hadisler zulmetmeyi, zulme yardımcı ve taraftar olmayı kesin bir dille yasakladığı gibi, zulüm karşısında duyarsız ve sessiz kalınmasını da yasaklamıştır. Mesele bir ayette Cenab-ı Hak zulümden ötürü gelen fitnenin sadece zulmedenlere isabet etmeyip herkese dokunacağını ifade buyurmak suretiyle zulme engel olunması gerektiğine işaret eder (el-Enfâl, 8/25). Esasında zulme engel olmak da emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münkerin bir parçasıdır. Şu ayette görüldüğü üzere Cenab-ı Hak, bu görevi terk edenleri zemmetmiştir: “Onlar kötülük yaptıkları zaman, birbirlerini kötülükten vazgeçirmeye çalışmazlardı. Ne çirkin davranıştı bu tutumları!” (el-Mâide, 5/79).
Şu hadislerde de aynı manaya işaret edilir: “İnsanlar zalimi görürler de duyarsız kalır onun zulmüne mâni olmazlarsa, hiç şüphe yok ki Allah’ın azabı herkesi kuşatır,” (Ebû Dâvud, Melâhim 17); “Hayır, hayır, zalimin zulmüne mani olmadıkça size de kurtuluş yoktur,” (Tirmizî, Tefsîr 5). Şu hadiste de aynı şekilde fertlerin maruz kaldığı zulme sessiz kalan toplumun da bundan zarar göreceği belirtilir: “Zayıfın, hiçbir rahatsızlık duymadan/sıkıntıya maruz kalmadan hakkını güçlüden alamadığı bir ümmet yüceltilmez/günahlarından temizlenmez,” (İbn Mâce, Sadakat 17).
Görünen o ki her tür zulüm, haksızlık ve kötülüğe engel olmak ümmet-i Muhammed’in en bariz vasıflarından biridir. Nitekim Cenab-ı Hak, ümmet-i Muhammed’in insanlık için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmet olduğunu belirttikten hemen sonra, onlara bu hayır ve fazileti kazandıracak amelin ne olduğuna da işaret etmiş ve onların en temel özelliği olarak iyiliği emretmelerini ve kötülüğü önlemelerini göstermiştir (Âl-i İmrân, 3/110).
Bu konudaki öncelikli görev de âlimlere aittir; özellikle de yöneticilerden gelen zulüm ve haksızlıklar karşısında. Çünkü ulemanın, halk ile yöneticiler arasında ortada bir yerde durması ve her iki tarafa yönelik olarak da kendisinden beklenilen misyonu yerine getirmesi gerekir. Şu âyet de emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker görevinin öncelikli sorumlusunun ulema olduğuna işaret eder: “Bari onların mürşitleri ve fakihleri onların günah olan şeyler söylemelerini ve haram yemelerini önleselerdi ya! Ama heyhât! Bunların yaptıkları da ayrıca bir çirkin!” (el-Mâide, 63).
Şayet zulme engel olmaları gereken yerde onlar da duyarsız ve umursamaz bir tavır takınırlarsa, başta kendilerine sonra da topluma yazık etmiş olurlar. Çünkü âlimler, toplumda rehber ve önder kimselerdir. İnsanların çoğu, onların hareket tarzını örnek alır. Ulemanın acziyet, korkaklık ve zillet içinde düştüğü bir yerde kim bilir halk nasıl bir hâle maruz kalır? Ayrıca yöneticiler, en fazla toplumda itibar ve statü sahibi olan kimselerden korkarlar. Şayet onlar, iktidar mensuplarının yolsuzluklarına, zulümlerine, zorbalıklarına ve daha başka gayrimeşru icraatlarına sessiz kalırlarsa, ortaya çıkan zarardan bütün toplum mağdur olur.
Kendilerine yazık etmelerinin sebebi ise sahip oldukları ilmin hakkını vermemeleridir. Zira ilim öğrenmenin öncelikli maksadı budur. Nebiyy-i Ekrem (s.a.s), Allah rızası için, yani hak ve hakikate hizmet etmek için değil de daha başka maksatlarla ilim elde edenleri sert bir dille uyarır: “Her kim ilmi şu dört şey için talep ederse Cehenneme girer. Âlimlerle karşılıklı öğünmek, cahillerle çekişmek, insanların ilgi ve alakasını kendisine yöneltmek ve yöneticilerden bir şeyler almak,” (Darimî, Sünen, 1/374; Tirmizi, İlim 19).
İlim, bu tür şeyler için öğrenilmez. İlim öğrenmenin maksadı ne kişinin egosunu güçlendirmesidir ne statü kazanması ne de birilerinin gözüne girmesi. İlmin maksadı, insanlığa hayırlı ve faydalı işler yapabilmek, insanlara gerçek özgürlüğe giden yolu gösterebilmek, onların hayatına anlam katabilmek, yeni bir kimlik inşa edebilmek, zihnî ve ahlakî bir dönüşüm gerçekleştirebilmektir.
Yüce Allah, pek çok âyet-i kerimede indirmiş olduğu vahyin bir kısmını gizleyen veya onu dünya menfaati karşılığında satan Ehl-i Kitab’ı şiddetle zemmeder ve lânetler. Şu âyet-i kerimede Ehl-i Kitaptan nasıl bir teminat aldığını bildirir: “Kitabı mutlaka insanlara açıklayıp anlatacaksınız, Onu asla gizlemeyeceksiniz!” (Âl-i İmran, 3/187). Peygamber Efendimiz de, “Kim kendisine bir bilgi sorulur da onu gizlerse, kıyamet günü ona ateşten bir gem vurulur,” (Tirmizi ilim 2) şeklindeki sözleriyle kişinin bildiğini gizlemesinin ne kadar tehlikeli olduğuna dikkat çeker.
Allah’ın gereğiyle amel edilmesi için gönderdiği Kitab’ı gizlemenin veya dünya menfaati karşılığında satmanın pek çok şekli vardır. İktidar elitlerine yaranmanın, onların arzuları istikametinde görüş beyan etmenin, onların zulüm ve haksızlıklarına sessiz kalarak dolaylı yönden onaylamanın da bunlardan biri olduğunda şüphe yoktur. Sahip oldukları ilmin gereğiyle amel etmeyen kişilerin, âyette, sırtında kitap taşıyan merkeplere benzetildiğini de hatırlatıp geçelim (el-Cuma, 62/5).
İşte bu itibarladır ki ulema, iktidar sahipleriyle arasını iyi tutma, onların gözüne girme, güvenlerini kazanma veya bir kısım çıkarlar elde etme adına siyaset yapmayı bir kenara bırakarak, cesurca ve dürüstçe bildiği gerçekleri söylemek suretiyle halkı aydınlatmalı, topluma rehberlik yapmalıdır.
İmam Gazzâli’nin şu sözleri ulemanın misyonuna işaret eder: “Eski alimler emr-i maruf nehy-i münkerde o kadar arzulu idiler ki sultanların satvetlerine bile aldırış etmezlerdi. Bu yolda sadece Allah’ın himayesine girmeyi ve kendilerini korumasını düşünür ve O’nun kendileri hakkında vereceği hükme razı olurlardı. Hatta haklarında şehadet hükmü vermesini candan arzu ederlerdi. Fakat şimdi âlimlerin dillerini tamahkârlıkları bağladı, onlar sustular. Konuşurlarsa da sözleri ile özleri birbirine uymaz. Bunun için zafere ulaşamazlar. Şayet doğru konuşup hakkı savunsalardı elbette sözleri etkili olur, kendileri de felaha ulaşırdı. Memurların fesadı, hükümdarların fesadı iledir. Hükümdarların fesadı da ulemanın bozulmasıyladır. Âlimlerin bozulması ise mal ve mevki sevgisi iledir. Dünya sevgisi içini kaplayan bir kimse bayağı insanları bile irşat edemez. Nerede kaldı hükümdar ve büyükleri irşat etme!” (Gazali, İhya, 2/357).
Edward W. Said de, Entelektüel isimli kitabında entelektüelin sorumluluğunu şu ifadelerle dile getirir: “Kimse hayatının her anında her konu hakkında söz alamaz. Ama insanın kendi toplumunun, yurttaşlarına hesap vermek zorunda olan yerleşik ve yetkili güç odaklarına seslenme konusunda özel bir görevi olduğuna inanıyorum ben; özellikle de bu güçler apaçık ahlakdışı ve kendisinden çok daha güçsüz bir tarafa karşı yürütülen bir savaşta ya da kasten ayrımcılığı, baskı yapmayı ve toplu zulmü hedefleyen programlar için kullanıldığında,” (s. 92).
Netice
İlim, onu elde edeni Allah’a ve peygambere yaklaştırdığı ve diğer insanların önüne geçirdiği gibi, aynı zamanda sahibinin omzuna da ağır bir yük ve sorumluluk yükler. Âlimler, korkacaklarsa zalim yöneticilerden değil, asıl Allah’tan korkmalıdırlar. Çünkü, “Allah’ın gücü yegâne üstün, cezası da daha şiddetlidir,” (en-Nisa, 4/84). Ulemanın, yöneticilerin yanında şeref ve itibar aramaları da büyük bir yanılgıdır. Çünkü “Her kim izzet istiyorsa bilsin ki izzet tamamıyla Allah’ındır,” (el-Fâtır, 35/10).
Şunu kabul etmek gerekir ki ilmin ve ilim adamlarının karşısındaki en büyük tehditlerden biri, istibdattır, yani baskı ve zorbalıktır. Âlimlerin, otoriter rejimlerin hâkim olduğu ülkelerde kendilerinden beklenen vazifeyi yapmaları hiç de kolay değildir. Zira rahatsız oldukları ve yanlarına çekemedikleri âlimleri, yalan ve iftirayla suçlu gibi göstermek ve itibarsızlaştırmak veya devletin güç ve şiddet aygıtlarıyla acımasızca ezmek ve sindirmek, zorba yöneticilerin öteden beri başvurdukları başlıca taktiklerdir.
İşte tam da bu yüzden ulemanın her tür baskının, zulmün ve zorbalığın karşısında durması ve ne pahasına olursa olsun bunların önüne geçmesi gerekir. Onlar, daha baştan yalnızlığa itilmeyi de, itibar suikastına uğramayı da, zalimlerin tasallutuna maruz kalmayı da göze alabilmelidirler. Zira onlar bunu yapmadığı takdirde, özgürce düşüncelerini dile getiremeyecek, ilim ve fikir hayatına hizmet edemeyeceklerdir. Sessiz kaldıkları zulüm ve haksızlıklar bir gün gelip onları da hedef alacaktır. Ya zillet içinde yaşamayı tercih edecekler ya da despotizmin paletleri altında ezilmeyi.
Zorba yöneticilerin ve onların destekçilerinin de şunu çok iyi bilmesi gerekir ki, ulemanın yandaş hâle getirildiği, itibarsızlaştırıldığı veya etkisizleştirildiği bir ülkenin uzun süre ayakta kalması mümkün değildir. Zira böyle bir toplumda ilim değil, cehalet gelişir. Eğitim hayatının ve ilim adamlarının tahakküm altına alındığı ve tabir-i caizse oyuncak haline getirildiği bir ülkede kalıcı felaketler ortaya çıkar ve er-geç bütün halk bunun ağır faturasını ödemek zorunda kalır. Bundan dolayıdır ki siyasiler, sırf halk nazarında itibar kazanabilmek ve meşruiyet devşirebilmek için dini kendilerine alet etmemeli ve ilim adamları üzerinde baskı kurmamalıdırlar. Kendisini rahat ve güvende hissetmeyen ilim adamlarının yazabilmesi, üretebilmesi, ilim hayatına hizmet edebilmesi çok zordur.
Son olarak şunu da hatırlatmak gerekir ki, ulemanın asıl gücü bağımsızlığındandır, düşünce ve ifade özgürlüğündedir. Onun özgürlüğünü koruması da güç ve makam sahiplerini değil, sadece Allah’ı memnun etmeyi hedeflemesiyle mümkün olacaktır. Farklı bir ifadeyle onun bağımsızlığını koruması, inandığı gibi yaşamasına ve inandığı değerlere hizmet etmesine bağlıdır. Âlimlerin dünyevî çıkarlar peşinde koşması, savundukları hak ve hakikate gölge düşüreceği gibi, herhangi bir dünyevî otoriteye kayıtsız şartsız boyun eğmeleri veya onların güdümüne girmeleri de sahip oldukları ilme ihanet demektir. Ulema, şunun bunun değil hakikatin sözcüsü olabildiği, zayıf ve mazlumları savunduğu, her tür baskıcı otoriteye meydan okuduğu nispette kendisi olarak kalacaktır.