Kuraklık, salgın ve devam eden Rusya Ukrayna Savaşının etkisiyle tüm dünya gıda krizi konusunda alarmda. Dünya buğday ihracının yaklaşık yüzde 30’unu karşılayan iki ülkenin savaşta olmasıyla yaşanan arz endişeleri ve artan maliyetlerle gıda enflasyonu tüm dünyada yükselirken, Türkiye’de de resmi gıda enflasyonu yüzde 90’ı aşmış durumda.
Birleşmiş Milletler (BM) önlem alınmadığı takdirde dünya çapında milyonlarca kişinin açlıkla karşı karşıya olduğu konusunda uyarıda bulundu. İngilizlerin saygın basın kuruluşlarından olan The Economist Dergisi ise bir sayısına “Gıda felaketi geliyor” başlığıyla çıktı. Tarımın stratejik öneminin daha iyi kavranmasıyla pek çok ülke yerli üretimde artış politikalarını gündemlerinin ilk sırasına aldı.
Ata Tohum Vakfı Kurucusu ve gazeteci Cem Seymen T24’e yaptığı değerlendirmede, Türkiye’nin kuraklıktan en çok etkilenecek ülkelerin başında geldiğini belirterek “Anadolu kuraklık meselesiyle çok zor yıllar geçirecek. Bugün haberlere de gittiğimde özellikle iç Anadolu’da kuraklığın çok ciddi ürün, toprak ve maalesef çiftçi kaybına yol açacak şekilde geliştiğini görüyorum” ifadelerini kullandı.
Türkiye’de tüm destek ve teşviklerin inşaat sektörü ve ihracatçılara yöneldiğini belirten Seymen, Türkiye’nin baştan bir tarım politikasına ihtiyacının olduğunu, yerli tohum satışını yasaklayan 5553 sayılı yasanının tamamen değiştirilerek, yabancı ve yerli tohum üretmeyen şirketlerin ülkeden çıkarılması gerektiğini belirtti. Seymen Türk tarımının yabancı tarım şirketleri tarafından “işgal” altında olduğunu söyledi. Seymen ayrıca Türkiye’de ithalat lobileri olduğunu belirtti.
“Şirketlerin ürettiği tohumlar daha fazla ilacın kullanılmasına sebep oluyor”
Dünyada tarıma ilişkin en büyük problemin iklim krizi olduğuna vurgu yapan Seymen şöyle dedi:
“Maalesef küresel şirketlerin ürettiği tohumlar daha çok ilaç kullanımını gerektiriyor. İlaç dedikleriniz aslında bir zehir. Tarım ilaçları, ziraat ilaçları toprağa karıştığında maalesef yer altı sularını da etkiliyor. Kimyasalla buluşan su yavaş yavaş küresel iklim krizinin getirdiği buharlaşmasının etkisiyle çok daha hızlı bir şekilde yok oluyor. Dünyadaki en temel mesele bu. Bu da buğday krizinin artması demek. Hem kuzey hem güney yarım küreyi doyuran şey ekmek yani buğday.”
“Türkiye’nin buğday ithalatı yapması tam bir aymazlık, korkunç bir prestij kaybı”
Hindistan’dan özel bir şirketin makarna ihracatı için getirdiği açıklanan buğdayın “Hint Sürmesi” hastalığını taşıdığı için geri gönderilmesine değinen Seymen şu ifadeleri kullandı:
“Başka ülkelerin birbirleriyle ticari ilişkiler geliştirmesi çok normal. Ama buğdayın anavatanı Türkiye olduğu için Türkiye’nin herhangi bir ülkeden buğday satın alması tam anlamıyla bir aymazlık, korkunç bir prestij kaybı. Makarnalık buğday ithal ediyoruz savunmasının arkasına sığınarak Türkiye’nin yeterince buğday üretmediği gerçeğini kimse göz ardı edemez.”
“Yabancı ülkelerin tohumlarını kendi ülkemizde üreterek var olmaya çalışıyoruz”
Seymen, Türkiye’nin tarım ihracındaki potansiyeline işaret ederek şunları söyledi:
“Türkiye özellikle kendi buğdaylarını üretebilecek bir tarım politikası oluştursaydı, dışardan ister makarnalık olsun ister pizzalık olsun fark etmez bırakın ithali, dünyanın buğday ambarı olarak tüm ülkelere kendi buğdayını ihraç edebilirdi. Bizim özellikle Trakya’da kullandığımız buğday, Bulgar buğdayı. Çiftçimiz gidip Bulgaristan’dan buğday tohumu alıyor. Maalesef yabancı ülkelerin tohumlarını kendi ülkemizde üreterek var olmaya çalışıyoruz.”
“Türkiye’de gıda ithalatında tekel var”
Türkiye’de hububattan, kırmızı ete, kırmızı etten, meyve sebzeye kadar hemen her alanda belli başlı birkaç şirketin oluşturduğu “ithalat lobileri” olduğunu söyleyen Seymen “Çok az sayıda şirketin olduğu ithalat lobisi var. Bu lobi hiç değişmiyor aralarına kimseyi almıyorlar. Dolayısıyla otoritenin de sebze ve meyvenin ticarileşmesine, gıdanın ve hatta buğdayın parayla alınıp satılabilecek bir meta olmasına seyirci kaldığı ve her şeyin ticarileştiği suyun bile çiftçiye satıldığı bir ortamda hukuktan adaletten bahsetmemizin imkânı yok” diyerek şöyle devam ediyor:
“Hiçbir zaman çiftçiye büyük destekler görmüyoruz”
“Türkiye’de bütün destekler, teşvikler, yaşatılmasına karar verilen şirketlerin aldığı imtiyazlar ihracatçı ya da inşaat şirketlerine gidiyor. Hiçbir zaman çiftçiye büyük destekler görmüyoruz. Endüstriyelleşmiş tohumla birlikte şirketleşmiş çiftçinin Türkiye’nin kaderi olamayacağını düşünüyorum. Doğuştan gelen hakkımız olan iyi gıdaya maalesef bu kadar endüstriyel üretimin desteklendiği bir ortamda ulaşamıyoruz. Bu ortam aile çiftçisini de yok ediyor. BM, 2015 yılını ‘Aile Çiftçiliği’ yılı ilan etmişti. Küçük çiftçinin desteklenmesini dünyanın kurtuluşu olarak lanse etmişti. Hatta bunu 3 sene boyunca devam ettirdi. Aile çiftçiliğinin bu kadar önemli olduğu yerde Türkiye’nin gıdasını endüstriyel şirketler üretiyor.”
“Türkiye tarımda AB’nin tuzağına düştü”
Türkiye’de tarım nüfusunun yasayla azaltıldığına dikkat çeken Seymen şunları dedi:
“Çiftçi sayısı çok azaldı. 2006 yılında Avrupa Birliği’yle (AB) bir anlaşma yapıldı ve bir kanun çıkarıldı. AKP ilk iktidara geldiğinde tarım nüfusu yüzde 25’di. AB, Türkiye’ye dedi ki ‘bu çok büyük bir rakam. Maden AB ülkesi olacaksınız, biraz sanayi ülkesi olun, yüksek teknoloji üretmeye başlayın. Bu kadar çok tarım nüfusuyla geçinen ülke AB ülkesi olamaz.’ Bu Türkiye’ye kurulmuş çok büyük bir tuzaktı. Dolayısıyla AB bize bir hedef koydu; bu sayıyı ‘yüzde 10’a indir’ diye.
Köylü, TOKİ vasıtasıyla şehirlere göç etmeye zorlandı. Köy okulları kapandı. Köy okulları kapanınca insanlar çocuklarını taşımalı eğitim sistemiyle uzaktaki okullara göndermek istemediler. Bu zaten en temel darbeydi. Çiftçi böylece şehirleşmeye başladı ama şehirleşemedi. Ghetto’laşma başladı.
“Girdilerin tamamı dövize endeksli oldu”
Gıdamızı yeteri kadar insan üretmediğinden ithalat yapmaya başladık. İthalatı yaparken bir taraftan üretimi kısmak istemedik. Ama üretimin yapılacağı tüm kaynaklar da dövize endeksli oldu. Tohum, gübre, zehir dediğimiz ilaçlar olmadan tarım yapılamayacağı söylendi. Bunu da propagandayla yaptılar neydi o propagandanın adı; ‘80 milyon nüfusu yerel tohum ve bir avuç çiftçiyle doyuramayız’ denildi. Romantik olmayın dediler bize. Biz aile çiftçiliğini desteklerseniz, destekler ve hibeler, bankalardan çıkacak düşük faizli krediler çiftçiliği özendirecek şekilde planlanırsa çiftçi artar, gençler tarıma yönelir dedik. Nasıl KKM (kur korumalı mevduat) özendiriliyor? Aynı şeyler çiftçilere de yapılabilirdi. Ama hükümet bunları duymadı. Böylece maliyeti bu kadar çok dövize endeksli çiftçi üretmemeye karar verdi. Çok basitti yani; köy okulları kapandı, tamamen ithalata dayanan girdiler köylüye kurtarıcı gibi dayatıldı. Bayiye gidiyorsun sana 3’lü bir paket teslim ediliyor; gübre, zehir (ilaç), kimyasal, nitrat ve tohumu içeren bir paket. Bunların da tamamı dövize endeksli.”
“Baştan bir tarım politikasına ihtiyaç var”
Seymen, 5553 sayılı yasayla yerel ve atalık tohumların satışının yasak olduğunu hatırlatarak “Türkiye’nin baştan bir tarım politikası yapması lazım, Tohumculuk yasası, 5553 sayılı yasanın tamamen değişmesi, yabancı ve yerel tohum üretmeyen tohum şirketlerinin tamamının Türkiye’den çıkarılması gerekir. Türkiye’nin AB’li büyük şirketlerinin faaliyet alanı olmaktan çıkarılması gerekiyor. İşgal altındayız.” diye konuştu.
Seymen “Ne kadar çiftçi sayısını artırırsak, ne kadar hayvan sayısını artırırsak, hayvan başına ne kadar destek ve hibe verirsek o kadar hayvana kavuşur Türkiye. Bu da gübre demektir. Hayvansal gübreyle yerel tohumla ilaç olmadan tamamen geleneksel yöntemlerle üretilen bir tarım hayal değil, hedef” dedi.
“Mutlaka her il, her bölge kendi gıdasını üretecek bir politikayı hayata geçirmeli”
Cem Seymen, “Büyükşehirlerde lokal tarım yapılamaz mı?” sorusuna ise şu yanıtı verdi:
“İstanbul’da yeteri kadar tarım alanı var. Bugün Paris’in kendi tükettiği gıdasının yüzde 12’sini Paris’in binalarının üzerindeki tarımdan karşıladığını görüyoruz. Binaların üzerinde insanlar artık portakalını bile yetiştiriyor. İstanbul ise tam anlamıyla bir tarım kenti. Mikrokliması, doğası, 4 mevsime açık yapısı nedeniyle toprakları çok verimli.
Antalya’dan gelen gıda Türkiye’nin panzehri olamaz, Antalya tek başına Türkiye’nin gıdasını karşılıyor olamaz. Mutlaka her il, her bölge kendi gıdasını üretecek bir politikayı hayata geçirmeli. Ve Belediyelerle valilikler dahil olmak üzere, sanayi odaları, ticaret odaları, Üniversiteler, bir araya gelerek bir eylem planı oluşturulmalı. Marmara Bölgesi’nin gıdası Marmara’da, Ege Bölgesi’nin gıdası Ege’de yetişsin. Temel gıdalar Türkiye’nin hemen her bölgesinde yetişebilir. “
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***