YORUM | M. NEDİM HAZAR
Vittorio DeSica’nın yönetmenliğini yaptığı ve Peter Sellers’in başrolünü oynadığı muazzam bir komedi filmi vardır: Caccia Alla Volpe ya da İngilizcesiyle After The Fox. Ülkemizde Sevimli Mahkum adıyla gösterilen 1966 yapımı bu soygun filminde, küçük bir kasabada soygun planlayan üçkağıtçılar tüm kasabayı film çekiyoruz bahanesiyle kandırırlar. Ve büyük vurgunu yapacakları anda tüm kasabaya da çakma filmlerinde rol verirler. Kasabalı gerekçesiz olarak toplu halde bir yerden biri yere koşacaktır. “Neden kaçıyoruz?” sorusu sorulduğunda soyguncu/yönetmen şu cevabı verir: “Kendinizden!” Şaşkınlığı görünce de şunu ekler: “Ne kadar hızlı koşarsanız koşun, kendinizden kaçamazsınız!”
Yazılarımı takip edenler hatırlayacaklardır, kısa süre önce belgesel sinemanın enteresan isimlerinden olan Jean Rouch’tan bahsetmiştik. Dokümanter yapının içine, hayatın ve bireyin olağanlığına ilişmeden koyan Rouch, gerçekçi sinemanın iki yönüne de aynı ağırlıkta eğilerek bilim ile sinemayı birleştirmeyi denemişti. Rouch’un -az da olsa- takipçileri hala onun açtığı yolda devam ededursun bazı belgesel sinema örnekleri, kurmacadan bile daha etkileyici ve estetik açıdan dramları bile aşabilecek düzeyde olabiliyor.
Vaktiyle Türkiye’de sadece bir salonda vizyon şansı bulan The Imposter (Hayat Avcısı) böylesi bir sıra dışı film. Kurgusal yapısıyla ilk etapta akıllara ‘mockumanter’ türünü çağrıştırsa da, klasik belgesel stilinin dışına çıkmamaya özen gösteren ve esas gücünü canlandırma ve kurgusundan alan Hayat Avcısı elbette yönetmenin yeteneği kadar, konusuyla da etkileyici.
Yönetmen Bart Layton, zaten gizemli ve girift olan hikayeyi bir de kurgu oyunlarıyla epeyce dolambaçlı hale getirerek şahane bir seyirlik yapıyor.
Yıl 1994… Hikayemiz 13 yaşındaki Teksaslı Nicholas Barclay’ın arkasında hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmasıyla başlıyor. Aradan 4 yıl geçtikten sonra Nicholas’ına ailesi bir telefon alır: Çocukları bulunmuştur, üstelik İspanya’da! Kısa süre içinde şaşkınlığı atlatan aile, Nicholas’ın ablasını onu getirmek üzere İspanya’ya yollar. Ancak ortada bir tuhaflık vardır. Sarışın olan Nicholas esmer olmuş, mavi göz rengi kahverengiye dönmüştür. Nicholas’ın tüm bunlara verilecek cevabı vardır; çocuk istismarcıları tarafından kaçırılmış ve fiziksel dönüşüme uğrayacak kadar ağır işkencelere maruz kalmıştır.
Yaşadığı travmadan dolayı epey sarsılmış ve güven hissini yitirmiş gibi görünen Nicholas, tüm bu tuhaflıklar rağmen aile tarafından kabul edilir. Ancak, hikaye ilerledikçe aklımızda kuşku oluşur ve soru işareti belirir: Gördüğümüz şahıs gerçekten Nicholas mıdır, eğer o değilse kimdir? Dahası Nicholas’a ne olmuştur?
Belgesel, başta hikayenin gerçek kahramanları olmak üzere itirafları harmanlayarak öylesine bir hikaye akışı sağlıyor ki, seyirci bir noktadan sonra kendini dedektif gibi hissediyor. Film, hakikati finale kadar hep bir buzlu camın arkasındaymış gibi bulanık bırakarak ilgiyi hep diri tutuyor. Soruları bir süre biriktiren Hayat Avcısı bir süre sonra, bazılarını giderirken, yeni ve daha büyük soruları akıllara sokarak merak hissini sürekli körüklüyor.
Dahası, gerçek ile yalanın iç içe geçtiği bir hikayede belgesel ile kurmacayı da aynı doğallıkta iç içe geçirerek müthiş bir ustalık gösteriyor Layton. Belgesel son 20 dakikasına kadar, çözdüğü her düğümde seyirciyi daha büyük bir merak duvarının arkasına atarken, olayın fotoğrafını da bir yandan netleştirerek seyircinin sıkılmasına engel olmayı başarıyor.
Filmdeki Frederic Bourdin.
Gerçek hayattaki Frederic Bourdin.
Bundan dolayıdır ki, Hayat Avcısı, en az bir kurmaca film kadar heyecan verici ve akışkan…
Hayat Avcısı’nın benzer belgesellerden farkı, zeki kurgusu. Yönetmen klasik belgesel akışıyla röportaj ve belgeleri aktarırken, müzik ve anlatım diliyle seyir zevkini zirveye taşıyor. Olayın gerçek kahramanlarıyla kurmacadaki oyuncular o kadar iç içe geçiyor ki, bir süre sonra hangisi gerçek, hangisi kurmaca şaşırtmayı başarıp, hikayenin akışına kapılıyoruz.
Hayat Avcısı dört dörtlük bir suç belgeseli olmakla beraber, Kara Film sınırlarını iyice ihlal edip geri gelen bir yapısı var. Kurgunun etkisiyle sadece güzel bir dokü/drama değil, aynı zamanda içerdiği epey alt mesajla zaman zaman çok katmanlı bir yapıya da bürünüyor. Örneğin, Hayat Avcısı karakterinin anne tarafından dedesiyle İslamofobi’ye bir fırça darbesi atıp geçiyor film. (Örneğin bu dede, ‘esmer adam maymundur’ ya da ‘Arapların icabına nükleer silahlar bakmalıdır’ diyor.) Nicholas’ın aile yapısının iç yüzünü sert olmayan darbelerle çizerken, Amerikan aile yapısına da hiç küçümsenmeyecek eleştirilerde bulunuyor.
Filmin psikolojik boyutu ise apayrı bir yazı konusu. Her ne kadar film Hayat Avcısı ismiyle dilimize çevrilse de hayat hırsızı olan birinin, belirli bir süre sonra kimliğini çaldığı kişinin dünyasına sıkışıp kaldığını ve oradan da çıkamayıp, çırpındığının travmatik yönü var. İnsanların kılığına bürünmeyi hayat tarzı haline getirmiş birinin, kendine dönmesinin zorluğu ve bedeli ne olursa olsun çıktığı bu yolda zekasının kendine ne büyük bir kötülük yaptığını da anlatıyor Hayat Avcısı.
Belgesel, kurmacayı, röportajları ve belgeleri o kadar zekice ve dozunda harmanlıyor ki, zaten başı sonu birbirine girmiş olan hikaye çözülmeyi bekleyen kocaman bir yumağa dönüşüyor ve yönetmen sayesinde zevk alarak çözmeye başlıyoruz bu yumağı.
The Imposter (Hayat Avcısı), başta da söylediğim gibi sadece bir tek salonda gösterime girdi. Nasıl yaparsınız bilmiyorum ama bir şekilde mutlaka izleyin bu benzersiz belgeseli.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***