* Fotoğraf: Pixabay / Holokost Anıtı, San Francisco-ABD
Çinli filozof ve savaşçı Sun Tzu milattan önce 6. yüzyılda kaleme aldığı “Savaş Sanatı” kitabında şöyle yazar: “En iyi savaş savaşılmadan kazanılandır.”
Ben ise bu yazı boyunca çok fazla şey söyleyip yazacağım belki, ama söylemeye çalıştığım şey hep aynı olacak: En iyi savaş hiç başlamamış olandır.
İkinci Dünya Savaşı başladığında takvimler 1 Eylül 1939’u gösteriyordu. Nazi Almanya’sı Polonya’yı işgal etmiş, bu hareketi artık bardağı taşıran son damla olarak gören Fransa ve İngiltere Almanya’ya savaş açmıştı.
Bundan altı yıl bir gün sonra, 2 Eylül 1945’te ABD, Japonya kara sularında demirlemiş bir savaş gemisinde Japonya’nın teslim oluşunu kabul edecek, dünyanın hemen her kıtasında etkisini hissettiren savaş 40 milyonu sivil olmak üzere ardında 60 milyon ölü bırakacaktı. Bu, o dönemdeki dünya nüfusunun neredeyse yüzde üçü demekti.
İkinci Dünya Savaşı dendiğinde hepimizin gözünde az çok benzer görüntüler canlanır: Nazi Almanya’sının antisemit lideri Adolf Hitler’in nefret saçan konuşmaları, ABD’nin Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı atom bombalarının geride bıraktığı mantar bulutları, Sovyet askerlerinin şimdiki Almanya Parlamento binasına diktiği SSCB bayrağı, Nazi Almanya’sından kurtarılan toplama kampları…
Benim ise nedense aklıma ilk hemen sağ tarafta paylaştığım şu fotoğraf gelir: Nazi Almanya’sının başkent Paris’i işgal edişini gözyaşları içinde izleyen Fransalı bir vatandaş. Savaş çok şey demektir belki, ama benim için her şeyden önce bu demektir: İnsanlığın kaybı ve çaresizlik.
Diğer yandan, biz tarihin bu yanını çok fazla görüp duymayız aslında. Tarih -ya da en azından resmi tarih- her şeyden ve herkesten önce kazananları, mümkünse de beyaz, heteroseksüel ve erkek olanları yazar çünkü.
Fakat geçmiş sadece resmi tarih yazımından ibaret değildir elbette. Aksine, her biri toplumsal hafızaya bir katman daha ekleyen, bu haliyle resmi tarih yazımına bir alternatif oluşturan ve yeri geldiğinde onu yalanlayıp hesap vermeye zorlayan kişisel yaşanmışlıklar da vardır. Ve iyi ki de vardır…
Zaten barış gazeteciliği dediğimiz kavramın kendisi de bir bakıma buradan hareket eder: Eğer her şey yapılmış ve savaş yine de engellenememişse gazeteciye düşen, erk sahiplerinin sözcülüğünü üstlenmekten çok, insan hikayelerine ve bireysel yaşanmışlıklara odaklanmak, savaşın insan yüzünü, yani aslında gerçek yüzünü göstermektir.
Bu anlayıştan hareketle bitişinin 75. yılında İkinci Dünya Savaşı’ndan geriye kalan milyonlarca insan hikayesinden bazılarını paylaşıyoruz…
Hiroşima pilotluğundan nükleer karşıtlığına
The New York Times gazetesi ABD’nin 6 Ağustos 1945’te Japonya’nın Hiroşima kentine attığı atom bombasını kısaca şu sözlerle anlatır:
“Atom bombası insan dehasının o zamana kadar ürettiği en gaddar ölümcül silahtı. Birkaç adamın ve uçağın gücünü akla hayale gelmeyecek boyutlara çıkarabilen bu teknoloji sadece Hiroşima’da hemen o anda 70 bine yakın insanın ölümüne sebep oldu. Bu, tanrılara veya canavarlara yaraşır korkunçlukta bir eylemdi.”
Fakat o gün Hiroşima’ya atom bombası atmakla görevlendirilenler ne tanrıydı ne de canavar. Hepsi birer insandı, tıpkı pilot Claude Eatherly gibi…
Eatherly Hiroşima’ya atom bombası atılmadan önce uçağıyla önden uçmuş, hava koşullarının uygun olduğunu görünce hemen arkasından gelen uçağa bombayı bırakabileceğini işaret etmişti. Fakat yaptığı bu küçük işaret hayatı boyunca aklından hiç çıkmayacak, yıllarca kendisini cezalandırmasına sebep olacaktı.
Savaş bitip herkes evine döndüğünde yaşadıklarının ve yaşattıklarının şokunu atlatan çoğu asker atom bombasının atılmasındaki rolleriyle yüzleşmemek için çeşitli savunma mekanizmaları geliştirse de durum Eatherly için çok daha farklıydı. O işlediği küçük suçlar, girip çıktığı akıl hastaneleri ve hapishanelerle kendisini adeta bir “kendi kendini sabotaj” döngüsüne sokmuştu.
1957 yılında Newsweek dergisinin de aktardığı gibi, bu suçlar o kadar beceriksizce işleniyor ve Eatherly o kadar kolay yakalanıyordu ki hem psikiyatristi hem de avukatı Eatherly’nin bir çeşit suçluluk kompleksi ile hareket ettiği, işlediği suçların ardından bilerek yakalandığı ve asıl istediğinin cezalandırılmak olduğu sonucuna varmıştı.
Tüm bunlar olurken Newsweek’te yayınlanan makale özellikle bir kişinin dikkatini çekti: Almanyalı Yahudi filozof ve nükleer karşıtı aktivist Günther Anders. Eatherly ile ilgili yazıyı okuyan Anders karşısında herkes gibi düşünmeyen, Hiroşima’da yaptıklarıyla milyonlarca Amerikalının hayatını kurtardığı savunmasının arkasına saklanıp vicdanın sesini susturmaya çalışmayan bir insan görüyordu. Bu da ona umut verdi.
Anders bundan iki yıl sonra Eatherly ile iletişime geçti. Anders Eatherly’nin hikayesini nükleer karşıtı kamuoyu yaratmak için kullanabileceğini, ondan “geleceğin sembolü”nü yaratabileceğini düşünüyor, Eatherly ise Anders sayesinde vermek istediği “uzlaşı ve barış” mesajını daha geniş kitlelere duyurabileceğine inanıyordu.
Evet, Eatherly atom bombalarının atılmasındaki rolünden pişmandı, ama bu pişmanlığı sadece kendi içinde ya da çevresindeki birkaç kişiyle yaşamak istemiyordu. Belki de bu yüzden 1961 yılında Ronnie Dugger’a verdiği röportajda atom bombasının ABD’nin savaşı kazanması için elzem olduğuna inanmadığını söyleyecek ve bu yaygın kanıya neden ikna olmadığını şu sözlerle anlatacaktı:
“Japonlar daha ağustos ayının başlarında o kadar az direniş gösteriyordu ki böyle bir nükleer felaket yaşanmasa da savaş zaten bitecekti.”
Dahası, Eatherly düşündüğünde yıllar önce o işareti veren kendisi olmasa, bir başkasının o işareti verip atom bombasına giden yolu açacağının farkındaydı. Fakat bu düşünce bile yıllar önce yaptığı şeyin ağırlığının altında ezilmesine engel olamıyordu.
Eatherly bunu takip eden dönemde -Anders’ın da cesaretlendirmesi ile- Hiroşima halkına bir mesaj gönderip onlardan özür diledi. Anders 1961 yılında onunla yaptığı görüşmeleri kitaplaştırdı, kitabın önsözünü ise Britanyalı filozof, matematikçi ve nükleer karşıtı aktivist Bertrand Russell yazdı. Eatherly 1962 yılında “dünya barışına olan olağanüstü katkılarından” ötürü “Hiroşima Ödülleri”ne layık görülen dört kişiden biri oldu.
Zamanın Hiroşima pilotu artık önemli bir nükleer karşıtı semboldü.
Toplumsal hafızaya adanmış bir hayat
İkinci Dünya Savaşı, Japonya ve bomba kelimelerini duyduğunda çoğu insanın aklına ilk önce Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları gelir.
Bu her ne kadar anlaşılır bir durum olsa da 87 yaşındaki Katsumoto Saotome’nin de elli yılı aşkın süredir anlatmaya ve göstermeye çalıştığı gibi, Japonya halkının, özellikle de Tokyoluların toplumsal hafızasında belki de daha fazla yer etmesi gereken bir olay daha vardır.
ABD 10 Mart 1945 tarihinde Tokyo’ya düzenlediği hava saldırılarında yangın bombası kullanmış, bu bombardımanda çok büyük bir çoğunluğu sivil olmak üzere 100 bin kişi hayatını kaybetmişti. Bu, Hiroşima’da ölenlerden çok daha fazla insan demekti.
Fakat yine The New York Times’ın belirttiği üzere, “hem Japonya hem dünya kamuoyu -haklı olarak- Hiroşima’yı nükleer savaş dehşetinin yaşayan bir sembolü olarak hatırlarken Tokyo’ya atılan yangın bombaları Japonya’yı konu alan savaş anlatılarında çoğu zaman bir dipnot olarak kalıyordu.”
Dahası, ne Tokyo’yu hedef alan hava saldırılarında ölenleri anmak için ayrı bir anıt yapılmıştı ne de tarih ölenleri hatırlamaya niyetli görünüyordu.
İşte Katsumoto Saotome tam da bunu değiştirmek istedi.
Saotome annesi, babası ve iki ablasıyla birlikte bombardımana maruz kaldığında henüz 12 yaşındaydı. Bugün Tokyo Büyük Bombardımanı olarak bilinen ve napalm bombalarının da kullanıldığı hava saldırıları bundan 75 yıl önce 16 mil kare alanı yakıp geçmiş, Saotome ailesi bu saldırıdan kıl payı kurtulabilmişti.
Hayatının bundan sonraki yıllarını bu saldırının travması içinde geçiren Saotome, saldırıdan 25 yıl sonra ünlü bir tarih profesörünün konferansına katılacak, konferans bittiğinde ise elini kaldırıp şöyle soracaktı: “Okul kitaplarında Hiroşima ve Nagazaki’ye pek çok atıf varken bu kitaplar neden Tokyo hava saldırısı hakkında hiçbir şey söylemez?”
Saotome’nin sözlerine hak veren profesör, olay hakkında belge bulmakta zorlandığından bahsetti. Saotome de bunun üzerine saldırından kurtulan ve kişisel yaşanmışlıklarını paylaşmak isteyen kişilerin izini sürmeye başladı.
Takvimler 1971’i gösterdiğinde Saotome kendisi dahil sekiz kişinin yaşadıklarını anlattığı kitabını piyasaya sürdü, kitap yaklaşık 550 bin sattı. Ardından yine saldırıdan kurtulanların hikayelerini anlattığı beş kitap daha yayınladı.
Kitap çalışmalarının yanı sıra Saotome 30 yıl boyunca Tokyo hava saldırısının anısına bir müze açmak, bu sayede bombardımanda hayatını kaybedenlerin anısını yaşatmak için devlet ödeneği de aramıştı. Tokyo şehir yönetimi her ne kadar 10 Mart’ı Tokyo Barış Günü olarak kabul etse de hiçbir zaman müze için fon sağlamadı.
Saotome de bunun üzerine özel bağışçıların desteği sayesinde bundan 18 yıl önce mütevazi bir müze açmayı başardı.
Hayatını Tokyo’nun maruz kaldığı bombardımanı unutturmamaya adamış bu adam artık “Tokyo Baskın ve Savaş Yıkımları Müzesi”nin emekli müdürü olarak hayatına devam ediyor.
Savaştan ırkçılığa dönüş
Asker veya sivil kim olursanız olun savaş bir insanın hayatı boyunca karşı karşıya kalabileceği en ağır deneyimlerden biri olsa gerek.
Fakat özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın dört bir yanından ülkelerine dönen Siyah askerler için her şey aslında biraz daha ağırdı. Savaşın ardından yeniden ABD topraklarına ayak basan Siyah askerler geride bıraktıklarını düşündükleri ayrımcılığın ve ırkçı şiddetin kaldığı yerden devam ettiğine şahit oldu.
ABD için okyanusun öte yakasında ne yapmış, ne kadar “kahramanca” savaşmış olurlarsa olsunlar yine de çoğu zaman vasıfsız işlerde çalışmaya zorlanıp doğrudan kendilerine yönelen şiddetle baş etmek zorunda kaldılar.
The New York Times’ın da aktardığı üzere, İkinci Dünya Savaşı’nda dönen Siyah askerlerin en ufak bir sosyal eşitlik beklentisini yerle bir etmek isteyen ırkçı Beyaz gruplar o dönemde tarifsiz bir şiddete başvurdu.
Yani aslında savaş öncesi ABD ile savaştan sonraki ABD arasında Siyah askerler açısından hiçbir fark yoktu. Savaştan önce karşı karşıya kaldıkları sosyal ve ekonomik sorunlar, ayrımcılık ve ırkçılık aynen devam ediyordu.
Bu durumu deneyimleyenlerden biri de Lewis W. Matthews’tu.
Japonya resmi olarak 2 Eylül 1945’te teslim olunca Filipinler’de görev yapan Matthews Mayıs 1946’da Güney Pasifik’ten Oakland’e geçmek için diğer askerlerle birlikte bir deniz yolculuğu yapmış, bu yolculuğun büyük bir kısmını Siyah askerlerle birlikte geminin alt bölümündeki ayrı bir kamarada geçirmişti.
Oakland’e geldiğinde ilk işi New York’a gitmek oldu. Amacı savaş yıllarını geride bırakıp hayatında yeni bir sayfa açmaktı. Fakat buraya geldiğinde -kendisi gibi 1,2 milyon Afro-Amerikalı askerle birlikte- adına ayrımcılık ya da ırkçılık dediğimiz başka bir savaşın devam ettiğini gördü.
Matthews önce annesinin Bronx’taki evine taşınıp burada ufak tefek vasıfsız işlerde çalışmaya başladı. Fakat bu işlerde kazandığı parayla geçinmesinin mümkün olmadığını görünce takma diş kalıbı yapmayı öğrenmek üzere Newark’ta bir kursa kaydoldu. Kursu tamamladıktan sonra ise Times Meydanı’na yakın bir yerde iş buldu.
Fakat kısa süre sonra buradaki işinden de ayrılacaktı, çünkü her ne kadar aldığı eğitim daha fazlasını yapmasına müsaade etse de -kendi ifadesiyle- ondan yapması istenen şey “bütün gün boyunca takma diş kalıpları için alçı karıştırmaktı.”
Orduya girmeden önce lise eğitimini yarıda bırakan Matthews bundan sonraki dönemde önce lise eğitimine devam edip diplomasını aldı, ardından da New York Üniversitesi’ne girip işletme okudu.
Çoğu Siyah’ın üniversite eğitimine devam etmesinin mümkün olmadığı ülkede üniversiteden mezun olup -her ne kadar kendi işyerini açmak için gerekli krediyi alamasa da- yıllar boyunca sigortacılık yapan Matthews için işler nispeten iyi gitmiş gibidir. Fakat o dönemde ülkedeki çoğu Siyah için bu mümkün olmamıştı.
Holokost’tan geriye kalan: Kedi korkusu
İkinci Dünya Savaşı hakkında yazılan hiçbir yazı savaş sırasında işlenen en büyük insanlık suçundan, uluslararası kamuoyunda Holokost olarak bilinen Yahudi soykırımından bahsetmeden bitmiş sayılmayacaktır şüphesiz.
Çeşitli kaynaklara göre Nazi Almanya’sı 1941-1945 yılları arasında çoğunluğu toplama ve imha kamplarında olmak üzere 5,6 ile 6,3 milyon kişiyi katletmiştir. Çok büyük bir çoğunluğu Avrupalı Yahudi olan bu kişilerin arasında Nazi rejimine muhalif olanlar, komünistler, Romanlar, eşcinseller, engelliler, hatta evsizler de vardır.
Nazi Almanya’sı bugün Ukrayna, o zamanlar Polonya topraklarında bulunan ve bundan iki sene önce Sovyet Rusya hakimiyeti altına giren Lviv kentine saldırı düzenlemeye hazırlanırken takvimler henüz 1941’i gösteriyordu. Sonrasında ailesiyle birlikte Nazilerden kaçıp saklanmak zorunda kalacak olan Polonyalı Yahudi Celia Kener ise o dönemde henüz altı yaşındaydı.
Kener en sonunda Nazilerce yakalanıp Lviv gettosuna koyulacak, ardından da tüm ailesinden ayrılmak zorunda kalacaktı. Savaş bittikten sonra o da bir şekilde hayatına devam etse de o dönemde yaşadıkları kolay kolay aklından çıkmadı, özellikle de kedi korkusu…
İkinci Dünya Savaşı’nda geriye kalan insan hikâyelerine dair bu yazıyı Kener’in The New York Times’ta yayınlanan anılarından kısa bir alıntıyla bitirelim:
“Arkadaşlarımız ve ailemiz saklanmamız gerektiğini söylüyordu. Teyzem ve dayım insanlar kitleler halinde toplanıp götürülürken bazılarının bir çan kulesinde saklandığını duymuştu. Biz oraya akşam gittik. Önce annem çıkıp beni yukarı çekti çünkü tırmanamıyordum. Tırnağı yanağımı çizince yanağım kanamaya başladı.
“Çan kulesi geniş değildi, biz oraya gittiğimizde teyzem ve iki kuzenim de dahil yaklaşık 20 kadar insan orada saklanıyordu. Hava çok soğuktu, konuşmamıza ya da ağlamamıza izin verilmiyordu. Herkes birbirine susmasını söylerken dışarıdan gelen kilise çanları ve silah sesleri arasında uykuya daldık.
“Şafak sökerken oldukça yüksek, susmak bilmeyen bir çığlık sesiyle uyandım. Çığlık, elinde battaniyelere sarılmış bir bebek tutan bir kadından geliyordu. Ona doğru bakmamla bir kedinin battaniyeden hızla uzaklaştığını görmem bir oldu.
“Annem beni kollarının arasına alıp sakinleştirmeye çalıştı çünkü o kedinin bebeği öldürdüğünü fark etmiştim. Annem bana kedinin masum olduğunu, biraz ısınabilmek için oraya kıvrılıp yattığını ve hepimiz uyurken bebeğin boğulmasına sebep olduğunu anlatmaya çalıştı.
“Bundan çok kısa bir süre sonra gettoya gitmeye zorlandık. Dehşet tam da orada başladı. Saçları kazınmış, alınlarına Davut yıldızı işlenmiş insanlar gördüm, başlarından kan süzülüyordu. Fakat çan kulesinde olan olay korkmak zorunda olduğumu fark ettiğim an olarak hep benimle kaldı.
“Yıllar sonra ABD’de kendi ailemle yaşıyordum. Bir pazar günü sahile gittik ve evin kapısını biraz aralık bıraktık. Çocukları yatırdıktan sonra duş almak için banyoya girdim. Duşun kapısını açmamla ufacık masum bir kedinin yerde oturduğunu görmem bir oldu.
“Üzerime başıma bir şey bile giymeden, pencereye koşmaya, deli gibi kocama, verandada muhabbet eden komşulara seslenmeye başladım. Çığlıklarım kızımı da uyandırdı, o da annesinin çığlık çığlığa bağırdığını duyunca kolay kolay sakinleşmedi.
“Bu olaydan sonra o kedinin geri gelip çocuklarımdan birini uyurken boğduğu rüyalar görüp durdum. Bu korkum benden kızıma da geçti hatta. Bugün o da bir büyükanne ve ne zaman yoldan geçen bir kedi görse korkudan çılgına döner. Rüyalarımda -ve hatta gerçekte- ne zaman bir kedi görsem, benim için boğulmayla ilişkilidir.” (SD)
* Kaynak: The New York Times – Beyond the World War II We Know (Bildiğimiz İkinci Dünya Savaşından Öte) Projesi