20 Mayıs Cuma günü, Boğaziçi Üniversitesi ana yerleşkesi, bir buçuk yıldır benzerlerini gördüğü ama yine de kayyım rektörlük tarafından önceden planlanması ve soğukkanlı icrasıyla vicdanlarımızı sızlatan bir şiddete tanık oldu. Olay, en basit anlatımıyla Boğaziçi’ndeki LGBTİ+ öğrencilerin her yıl bu zamanlarda yaptıkları Onur Yürüyüşü’nün engellenmesi ve bu sırada bir akademisyen ile 70 öğrencinin gözaltına alınmasıydı.
Olayın basit olmayan anlatımı ise, okulda uzun zamandır LGBTİ+ kimliklere dönük baskı ve bu alanda faaliyet göstermek isteyen kulübün kuruluşunun engellenmesiyle başlıyor. Buna dayanarak 20 Mayıs’ta ortaya çıkan aşağılayıcı ve işkenceci bir özel güvenlik ve polis şiddeti üzerinden sadece LGBTİ+ olanların değil, hepimizin insanlık onurunun zedelenmesi noktasına varıyor. Olayın, gözaltına alınan bir tanık üzerinden açık ve anlaşılır bir anlatımı burada.
Linkini verdiğim söyleşide adı geçen Onur Haftası etkinliklerinden edebiyat ayağı benimle gerçekleştirildi. Sinema Kulübü’nün kuir film gösterimleri yasaklanırken, benim edebiyatta heteronormativite konuşmama “izin verildi.” Heteroseksüellik propagandası yapacağımı mı düşündüler diye merak etmiyor değilim. Belki de “edebiyat hep lafı güzaf” diye düşünmüşlerdir. Kim hangi fantastik düşünme süreçlerinden geçti bilemiyorum ama sohbete gelen 50 kadar öğrenciyle, modern edebiyat ve özellikle romanda heteroseksüelliğin nasıl norm olarak inşa edildiğini uzun uzun konuştuk.
Bunları derslerimde de anlatıyorum. Çünkü her zaman hiç değişmeden varmış gibi gösterilen heteronormativite, özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda devlet yönetimlerine hâkim olan nüfus mühendisliğiyle yakından bağlantılıydı. Sanayileşen, merkezileşen ve bunlarla bağlantılı olarak yurttaşları üzerinde denetimini gittikçe artırma ihtiyacı duyan devletler, nüfus artışını bir gereksinim olarak gördüler. “Üç çocuk yapın, beş çocuk yapın” lafının kaynağından bahsediyorum yani.
Devlet ucuz ve taze iş gücü, müstakbel vergi veren, asker ve ana baba üretimini artırmak için, tarihte o zamana kadar görülmemiş biçimde dikkatini yatak odalarına yöneltti. Doğum yapan kadınların ve genel olarak bebek ölümlerinin yüksek olduğu dönemde, mümkün olduğunca genç ve çok sayıda kadın ve erkeğin evlenmeleri, sonra da tüm dikkatlerini gecikmeden çoğalmaya vermeleri isteniyordu. Karşı cinsten gençler arası aşk ve evliliğin propagandasını yapan ve geleneksel muhafazakâr ya da mutaassıp anlayışları rahatsız eden romanlar, bu nüfus mühendisliğinin bir parçası olarak devletler tarafından engellenmedi, tam aksine teşvik edildi.
Homofobi, yahut eşcinsel olana dönük korku, modern düzcinsel normalliğin kuruluşunda olmazsa olmaz bir unsur oldu. Homoseksüellik, hatta homoerotik ve homososyal olan her şey tehlikeli resmedildi. En bulaşıcı hastalık, en büyük utanç ve toplumu yerle bir edecek muazzam bir tehlike olarak yansıtıldı. LGBTİ+ kimliğe sahip olanların “Onur” sözcüğünü kullanmaları, tam da bu süreçte kendilerine yaşatılan büyük eziyet ve haksızlıklara bir gönderme. “Utanç duyacak bir şeyimiz yok” diyorlar. “LGBTİ+ bireyleri insanlığından soymaya kalkan heteronormatifliğin ta kendisi utanç duymalı” da demiş oluyorlar.
Ben edebiyattan bir örnek vereyim size: Yirminci yüzyıl başı Türkçe romanın en önemli ve çok eser vermiş isimlerinden, hatta başta gelenlerinden biri Hüseyin Rahmi Gürpınar’dır. Yapı Kredi Yayınları’nın 2001’de çıkardığı Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi’nin Gürpınar maddesinde ne denmiş, biliyor musunuz? “Hayatı boyunca hiç evlenmedi, son yıllarını İstanbul’da Heybeliada’da bir aile dostuyla birlikte geçirdi.”
Bir sürü yerde buna benzer bilgiler var. İşte çok titizmiş, sokağa çıkarken mutlaka eldiven giyermiş, herhalde bundan evlenmemişmiş vesaire vesaire. Aile dostu şeklindeki deli saçması tabir de Miralay Hulusi Bey için kullanıyor. Hüseyin Rahmi’nin eşi! Yani Gürpınar’ın gerçek hayatta cinsel kimliğini bastırma, açıkça yaşayamama olgusu ortadan yok edilmekle kalmıyor, ömrünü bir erkekle birlikte tamamlamış olması hâlâ saklanıyor. Daha fazla bilgi için İpek Şahinler’in bu konudaki aydınlatıcı yazısına bakabilirsiniz. Heteronormativite LGBTİ+ kimliklerin utanç verici olduğuna şiddetle inanmakta ama nedense, bu kimlikleri bastırmak, yok saymak, hayatlarını karartmak için kendi yaptıklarını da utanç verici buluyor olmalı ki, gizlemeye çalışıyor.
“Aile dostu!” Yuh ki ne yuh! Bu doğrultudaki çarpıtmalarla, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın metinlerinin doğru biçimde okunmasını, doğru anlaşılmasını engellemiş oluyor heteronormatif söylem. Gürpınar’ın romanlarında bastırılan eşcinselliği ve bunun yazara yaşattığı acıyı göremezseniz, yazdıklarından da hiçbir şey anlamazsınız. Gerçi “normal”e takıntılı ve hayatın akışına engel olmaya ahdetmiş çarpık kafalar hangi okuduğunu doğru anlayabilir ki, o da ayrı mesele.
Bu konunun çok ayrıntısı var, başka yazılarda dönerim. Ancak bu hafta, hem ilk yazımdan itibaren söz ettiğim konular hem de bu yazıda şu ana kadar geldiğim noktayla yakından ilgili bir filme değineceğim. 2014 tarihli bu film, Rus yönetmen Andrey Zvyagentsev’in Leviathan’ı. Nereden çıktı bu film, neden bundan söz ediyorum?
Kısaca şöyle açıklayayım: Hani çeşitli komedi filmlerine de konu olmuş, televizyon ilk geldiğinde insanlara tanıtılırken söylenen “karşınızda Zeki Müren’i görebileceksiniz” sözü var ya. Karşılığında oradakilerden biri “Zeki Müren de bizi görebilecek mi?” diye soruyor. Biz de bu komik soruyu ciddiye alarak buna benzer bir soru sormak zorundayız. Çünkü baskıcı hâkim söylemleri, kendini norm olarak dayatan anlayışları görmek, ne yaptıklarını anlamak gerek.
O zaman soralım: Onlar da bizi görecekler mi? Evet, görüyorlar, izliyorlar. Anlamak için değil de, ne yaptığımızı kaydedip kendi gündemlerini dayatmak için. Buna da tamam ama öyleyse nasıl görüyorlar? Yani önceki haftalardaki yazılarıma atıfla, karşılarında demokratik mücadele verdiğimiz anlayış ve söylemler bizleri hangi çerçeve ya da çerçeveler aracılığıyla görüyorlar?
Zvyegentsev’in beni en çok etkileyen filmi olan Leviathan tam da bu konuyu ele alıyor. Devlet bizi, yurttaşları ama belki dürüst konuşmak gerekirse “tebaa”sını nasıl görüyor? Leviathan’la ilgili ulaşabildiğim Türkçe ve İngilizce kaynaklarda söylenmeyen bir şeyi söyleyeceğim aşağıda. Leviathan, yozlaşmış devlet adamlarının küçük insana nasıl eziyet ettikleri, onu ezdikleri ve küçük insanın başarısız olsa bile buna nasıl karşı koymaya çalıştığı hakkında ama ayrıca önemli bir katkısı daha var.
Rusya’nın kuzeyinde Berents Denizi civarındaki küçük bir şehirde geçen filmde araba tamircisi Kolya, ikinci ve kendisinden genç eşi Lilya ve ilk eşinden olan oğlu Roma ile birlikte kendisine ailesinden kalan, çok güzel manzaralı bir müstakil evde yaşamaktadır. Ne var ki, şehrin yoz valisi Vadim, bu araziyi değerinin çok altına istimlak etmiş ve Kolya’nın açtığı davaları da, ona bağlı olmanın ötesinde suç ortağı olan polis, asker ve adliye yöneticileri üzerinden boşa çıkartmıştır. Tam bu esnada Kolya’nın eski askerlik arkadaşı Moskovalı parlak avukat Dima yardıma gelir ve Vadim’i, önceden yaptığı yasadışı işlerin belgeleriyle tehdit ederek Kolya’ya gerçek bir ödeme yapmaya zorlar. Fakat kilise ve daha büyük yoz devlet yapılanmasını arkasına alan Vadim, Dima’yı şiddet kullanarak kaçırtacaktır.
Dima gitmeden önce, Lilya’yla yasak aşk da yaşar ve bu durum ortaya çıkınca işler çok karışır. Tam Kolya ve Lilya her şeye rağmen barıştıkları ve evlerini boşaltmaya çalıştıkları sıralarda, Lilya birdenbire kaybolur. Kolya, onun Dima’ya kaçtığını düşünürken polis denizde Lilya’nın cesedini bulur. Denize düşmeden önce kafasına bir çekiçle vurulmuş ve bu çekiç de Kolya’nın işliğinde bulunmuştur. Filmin sonunda Kolya işlemediği bir cinayetten hapse atılır. El koyulan araziye ise, tüm film boyunca Vadim buraya bir iş merkezi yapmayı planlıyormuş izlenimi verilirse de, görkemli bir kilise yapılır. Filmin sonunda uzun uzun kilisedeki vaazı dinler ve vaazın sonunda korumaları ve lüks arabalarıyla oradan uzaklaşan irili ufaklı devlet adamlarını izleriz.
Zvyegentsev’in filmi özellikle bir rahatlama içermemesiyle ve yoz Rus kilise ve devlet yapılanmalarını kıyasıya eleştirmesiyle konuşuldu. Ancak bunlardan öte, bu sinematografik açıdan da bir başyapıt olan film özgün bir siyasal mesaja sahip. Kendisinden önce pek çok zaman ve mekânda devletin yozlaşmasını sinema seyircisine anlatan şu veya bu ölçüde eleştirel pek çok film yapıldı. Bu filmler “devleti böyle görün” diyorlardı. Leviathan ise, daha önce pek yapılmayan bir şeyi yaparak, aynı zamanda “devlet sizi böyle görüyor” diyor. Devletle ilgili bir şey yapacaksanız, örneğin onun yeniden düzenlenmesini ya da düzelmesini talep edecekseniz, öncelikle onun sizi nasıl gördüğünü görün. Canavarın gözündeki yansımanızı görün!
Leviathan kutsal kitaplarda geçen bir deniz canavarı. Eski ve Yeni Ahit’te yeri var. İslami gelenekte de izleri söz konusu. Fakat moderniteye mal oluşu özellikle İngiliz felsefeci Thomas Hobbes’un 1651 tarihli Leviathan ya da Bir Din ve Dünya Devletinin İçeriği, Biçimi ve Gücü kitabı üzerinden gerçekleşmiş. Uzun lafı kısa söylersek, Hobbes toplumsal sözleşmenin, tüm egemenliğin güçlü ve birleşik bir devlete devri üzerinden mümkün olabileceğini anlatır. Bu anlamda, bir toplum olarak yaşayabilmemiz için bu devasa devleti kabul ve ona biat etmemiz gerekir.
Öte yandan, Hobbes’un ilham aldığı İncil kaynaklı Leviathan, son derece olumsuz ve düzen bozucu bir canavardır. Adeta Hz. Eyüb’ün başına gelen ve sabretmesi gereken felaketler gibi gelir ve hayatları alt üst eder.
Zvyagentsev’in filminde her iki Leviathan imgesinin de kullanıldığını görürüz. Kolya ve Dima, gücünü zorbalık yönünde kullanmaması gerektiği düşüncesiyle karşılarındaki devleti sınırlamaya çalışırlar. Biz yurttaşların çabası bu yönde olacaktır. Kötücül olmayan, adil ve ideal bir canavar olması gereken devlet, filmde pek az ayık gördüğümüz, bodur ve şişko vali Vadim ve dahil olduğu suç şebekesinin elinde tiksinti verici bir şeye dönüşmüştür. Sonunda bu tiksinti verici suç çetesi olarak devlet üstün gelecektir.
Ne var ki, devlet kendisini de tebaayı da farklı görmektedir. Sıradan ve aşağılık bir çakal olan Vadim, ellerindeki gücün farkındaki din adamı ve daha üst düzeydeki ortakları tarafından tavizsiz davranmaya yönlendirilir. Oysa o Vadim, sadece araziye çökmekle kalmayacak, Kolya’nın hapis de yatması için filmde kısaca sezdirilen bir biçimde bir kiralık katil aracılığıyla Lilya’yı öldürtecektir. Tabii yaptığı her şey yanına kâr kalacaktır.
Filmin sonunda Kolya’nın boşaltılan evinin içindeyizdir. Filmin başından beri yapmakta olduğumuz gibi, dışarıyı görüyoruzdur. Birdenbire bir vinç evi yıkmaya başlar. İçinde bulunduğumuz ev yıkılmaktadır. Bizim bozulmuş, yoz bir canavar olarak gördüğümüz devlet, onun iradesini sorgulayan, ona karşı çıkma cüretini göstermiş olan biz düzen bozucuların, yani kutsal kitap kaynaklı canavarın evini yerle bir etmektedir.
Boyun eğmeyi bilmeyen, düzeni bozan bir canavara dönüşür. Dünyası başına yıkılacaktır. Niye buna maruz kaldığını sorguladığında, hakikatin sahibi olan kilise ona Hz. Eyüb’ü örnek gösterecektir. “Başına gelene sabır göstermelisin. Sabır gösterirsen sana gerçekler açıklanır ve her şey geride kaldığında bilge biri olarak yeniden düzene dahil olabilirsin. Tıpkı Eyüp Peygamber gibi.” Kolya’ya gerçekten de neyin nasıl işlediği ve ne kadar zayıf olduğu gösterilmiş, isyan ettiği için cezalandırılmıştır. Belki hapis cezasının sonunda affedilecektir. Ancak bu artık bizi ilgilendirmez. Bizim önümüzde, hakikatin sahibi olan din adamı ile cemaatinin, mutlak hâkim ve daha farklı olan hiçbir şeye izin vermeyecek söylemi, o daracık çerçevesi kalmıştır.
Elbette bu çerçeveye sığamayız. Onu kırmamız ve yeni, özgürlükçü bir çerçeveyi kurmamız gerekiyor. Bunu yapabilmek için o çerçeveyi, boyutlarını ve bunun içine nasıl sıkıştırılmaya çalışıldığımızı da fark etmeliyiz. Devleti ve devletin bizi nasıl gördüğünü görmeliyiz.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***