YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
Yerde ve gökte olan canlı cansız bütün varlıkları Allah yarattığı gibi, onları ayakta tutan, varlıklarını devam ettiren de Allah’tır. Bunu da koyduğu ilâhî yasalarla yapar. İnsanoğlu tabii olayların bağlı bulunduğu kanunları anlamakta zorlanmaz. Doğan her canlının bir gün öleceğini, suyun belli cisimleri kaldırdığını, ateşin yakıcı olduğunu, yerin çekim gücünü bilir. Kâinatta meydana gelen olayların bir sebep-sonuç ilişkisi içinde işlediğini görebilir. Pozitivist ve natüralist bir bakış açısıyla kâinat olaylarını anlamaya çalışanlar, varlığın, mekanik ve determinist yasalara tâbi olduğunu zannetseler de, inananlar bir yasa koyucu olmadan yasanın olamayacağını; cansız, şuursuz ve akılsız atom ve elementlerden oluşan varlığın kendi kendine ayakta duramayacağını; kendilerinden menkul bir güç ve kuvveti bulunmayan sebeplerin varlığı idare edemeyeceğini bilirler. Varlıktaki müthiş düzen ve devamlılığı sağlayanın Allah olduğuna inanırlar. Evet, Allah, kâinatı bu kanunlar vasıtasıyla idare eder, ayakta tutar.
Tabiat olayları Allah tarafından konulan kanunlara bağlı gerçekleştiği gibi, toplumların gidişatı da ilâhî yasalara göre şekillenir. Bu yasalarda herhangi bir değişiklik ve sapma olmaz. Fakat varlık âlemine kıyasla toplum hayatındaki ilâhî yasaları anlamak çok daha zordur. Zira burada insan iradesi devrededir. İlâhî yasalar, zorunlu ve cebri olmayıp, insanın iradesini kullanma şekline göre hükmünü icra eder. Ayetin ifadesiyle bir millet kendi tutum ve davranışını değiştirmedikçe Allah da onların durumunu değiştirmez. (Ra’d sûresi, 13/11) Yani onlar güzel hâl ve âdetleri üzere yaşamaya devam ettikçe Allah da nimetlerini devam ettirir. Fakat onlar işledikleri günah ve cürümlerle hadlerini aşmaya başladıklarında Allah da onlar hakkındaki yasasını icra eder.
Kısaca, ilahî yasalar gereğince toplumlar bazen nimetler içinde yüzer, bazen de ağır cezalara çarptırılır. Bazen aziz olurlar, bazen zelil duruma düşerler. Bazen zafer üstüne zaferler elde ederler bazen de hezimet üstüne hezimetler yaşarlar. Bütün bu neticeler onların önceden yaptıkları amellerinin dünyevî karşılıklarıdır. Zira Allah kimseye zerre miktarı zulmetmez.
Peygamberlerin gönderiliş gayelerinden biri de insanoğluna Cenab-ı Hakkın bu yasalarını öğretmek, daha doğrusu toplumların bu yasalara uygun hareket etmelerini sağlamaktır. Nasıl ki fertlerin doğması, yaşamını devam ettirmesi ve ölümü belli biyolojik yasalara bağlıysa, aynen bunun gibi milletlerin varlıklarını nasıl devam ettirecekleri de belli toplumsal kanunlara bağlıdır. Kur’ân onlarca ayetinde geçmiş milletlerden de misaller vererek bize bu yasaları talim eder; hangi tavır ve davranışların hangi neticeleri ortaya çıkaracağını haber verir. İzzet ve zilletin, nimet ve nıkmetin, güvenlik ve korkunun sebeplerini gösterir.
Mesela geçmiş kavimlerin kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamaları ve küfürde ısrar etmeleri onların toplu helâkini netice vermiştir. Aynı şekilde bir ülkedeki siyasi ve ekonomik gücü elinde tutan aristokrat sınıfın fısk u fücura girmesi ve bunda ısrar etmesi o toplumun sonunu getirir. (İsrâ sûresi, 17/16) Toplumsal yasalardan biri de şu ayette beyan edilir: “Allah şöyle bir temsil getirir: Bir şehir halkı vardı: Güvenlik ve huzur içinde idi, rızıkları her yandan bol bol, rahatça geliyordu. Derken Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler, Allah da halkının işlediği suçlar sebebiyle o şehre açlığı ve korkuyu tattırdı, (açlık ve korku elbise gibi kaplayıverdi bütün vücutlarını).” (Nahl sûresi, 16/112) Bunu biraz açalım:
Açlıktan ve korkudan emin bir hayat yaşama insanoğlunun en başta gelen iki ihtiyacıdır. Nitekim Cenab-ı Hak şu iki ayette minnet makamında bunları zikreder: “Şu Ev’in (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler; Kendilerini açlıktan kurtarıp doyuran, korkudan emin kılan Rablerine kulluk etsinler!” (Kureyş sûresi, 106/3-4) “Düşünün ki bir zaman siz dünyada az ve zayıf idiniz. Öyle ki insanların sizi tutup kapacağından endişe ediyordunuz. Bu halde iken Allah size yer yurt nasip etti, sizi yardımıyla destekledi, sizi temiz ve helâl şeylerle rızıklandırdı, ta ki şükredesiniz.” (Enfâl sûresi, 8/26) Maslow da insanoğlunun ihtiyaçlar hiyerarşisini tespit ederken en başa onun fiziksel gereksinimlerini koymuş arkasından da güvenliği zikretmiştir.
İnsanoğlunun hayatiyetini devam ettirebilmesi, beslenmesine, yeterli gıdayı almasına bağlıdır. Ayrıca onun mutlu ve huzurlu bir hayat yaşayabilmesi için, canını, malını, namusunu, ailesini, geleceğini tehdit eden her tür korkudan güven içinde olması, özgürlüğünü ve bağımsızlığını sağlaması gerekir. Tarihe bir göz atılacak olursa toplumların bütün iktisadi ve siyasi faaliyetlerinin, en temelde bu iki ihtiyacı karşılamaya yöneldiği görülür. Esasen devletlerin varoluş gayesi de insanoğlunun bu iki gereksinimini karşılamaktır.
Şunu da ilave etmek gerekir ki şayet toplum fertlerinin tamamı açlık ve korkudan emin değilse, diğerleri için de tam bir emniyet ortamı sağlanamaz. Birilerinin açlıkla, tehlikelerle mücadele ettiği bir toplumda müreffeh bir hayat yaşayanlar da gerçek anlamda huzurlu olamaz, kendilerini güvende hissedemezler. Zira böyle bir toplumda kargaşalar, çalkantılar, iç çatışmalar eksik olmaz, toplumsal barış ve ahenk sağlanamaz. Efendimiz’in tarifleri içinde toplum fertleri aynı gemide seyahat yapan yolcular gibidir. Eğer gemi su almaya başlamışsa hepsi tehlikede demektir.
Yukarıdaki ayette Allah bir şehirden bahsediyor. Bu şehir halkı tarihte yaşamış herhangi bir topluluk olabileceği gibi, bütün toplumlar için geçerli olabilecek yasaların anlatıldığı temsili bir şehir de olabilir. Bu şehir halkının güven ve huzur, bolluk ve refah içinde yaşadığı ifade ediliyor. Fakat onlar isyana giriyor, günah işliyor, Allah’ın ihsan ve nimetlerine nankörlük ediyorlar. Bunun neticesinde Allah onlara açlık ve korku elbisesi giydiriyor. Yani onlar açlık ve korkuyla çepeçevre kuşatılıyor, bunun sıkıntı ve ızdırabını derinden hissediyorlar. Allah burada hadlerini aşan bir toplum hakkında ilahî yasanın nasıl işlediğini bizlere bildiriyor ve aynı akıbete maruz kalmama konusunda bizleri uyarıyor. Zulüm ve haksızlıkların, isyan ve taşkınlıkların, yolsuzluk ve ahlaksızlıkların karşılığının sadece ahirette görülmeyeceğini, bu dünyada da büyük felaketlere, derin krizlere sebep olabileceğini beyan ediyor.
Toplum fertlerinin açlıkla imtihan olmasından, korku ve endişe içinde bir hayat yaşamasından daha büyük bir felaket olabilir mi? Peki, nedir onları böyle bir akıbete sürükleyen. Âyetin ifadesiyle kendi elleriyle yapmış oldukları kötülükler. Demek ki ilâhî yasalara göre dinî yozlaşma ve ahlâkî çözülme ekonomik, sosyal ve siyasi hayatta derin kriz ve bunalımlara yol açabiliyor; açlık ve kıtlıklara, ağır güvenlik problemlerine sebep olabiliyor. İşin kötüsü, böyle bir felâket geldiğinde yine ilâhî yasalar gereğince sadece buna sebep olanlara isabet etmiyor, bütün toplumu çepeçevre kuşatıveriyor. “Öyle bir fitneden sakının ki içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz, hepinize isabet eder.” (Enfâl sûresi, 8/25) âyeti bunu ifade eder. Zira bir toplumda kötüler istedikleri zulümleri işleyebiliyor, iyilere üstün ve galip gelebiliyorsa, diğerleri kendilerine düşen vazifeyi hakkıyla yapmıyorlar demektir.
Allah, koyduğu yasaları çiğnemek suretiyle yoldan çıkan bir toplumu açlıkla, kıtlıkla, fakirlikle, güvenliği tehdit edecek iç çatışmalarla, düşman saldırılarıyla, otoriter rejimlerin baskı ve zulümleriyle, yağma ve talanlarla vs. cezalandırdığı gibi, ihsan ve takva ehlini de farklı şekillerde mükafatlandırır. “Eğer o ülkelerin ahalisi iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette Biz üzerlerine gökten, yerden nice bereket ve bolluk kapılarını açardık.” (A’raf sûresi, 7/96) âyeti bunu ifade eder.
Şu iki âyet-i kerime ise günaha giren, isyan eden ve bu sebeple farklı şekillerde cezalandırılan bir toplumun yeniden nasıl bolluk ve nimete kavuşacağının yolunu gösterir. “Ey halkım! Haydi Rabbinizden af dileyin, sonra ona tövbe edin, O’na dönün ki gökten size bol bol yağmur göndersin, gücünüze güç katsın, ne olur, yüz çevirip suçlu duruma düşmeyin!” (Hûd sûresi, 11/82) “Dedim ki onlara: “Rabbinizden af dileyiniz. Zira o gafurdur. ” Mağfiret dileyin ki üzerinize bol bol yağmur indirsin. “Size mal ve evlad ihsan buyursun, size bahçeler, ırmaklar, su kanalları nasib etsin.” (Nûh sûresi, 71/10-12)
Esasında bu âyet-i kerimeler farklı peygamber kavimleri hakkında nazil olmuştur. Fakat en başta da dediğimiz gibi şayet bunlar ilâhî yasalarsa ve bu yasalar sabit ve değişmez ise bizim hakkımızda da hükmünü icra edecektir.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***