Bir zamanlar çocuktum ben. İstanbul’dan teyzem gelirdi. İstanbul’u, İstanbulluluğu ilk kendisinde gördüğüm teyzem. Yazları gelirdi. Habersiz. Gerçi o zamanlar haber verme olanakları çok sıkıntılıydı.
Hasret… Kavuşunca biten şey. Kavuşma anı. Sonra kavuşmanın sevinç gözyaşları. Ve sonra normalleşme ve uzun uzun anlatılan öyküler… Teyzem gelince kavuşulur ama gözyaşları bitmezdi. Teyzem kavuşma, ama aynı zamanda kavuşamamaydı. Çünkü teyzemle kavuşma bir başka hasretin daha da çok hissedilmesiydi. Kimdi bu kavuşmada hala özlenen, kimdi kavuşulamayan, anlamadım yıllarca. Her kavuşma kavuşamamaydı aslında…
Kavuşma… Kavuşanlar kavuştuklarına ötekinin yokluğunda yaşadıklarını anlatarak bilgilerini aynılaştırırlar. Ve böylece ötekinin yokluğundaki eksikliği, yaşananları ve birlikte yaşanamayanları yaşanmışçasına çevirirler. Kavuşma bu anlamda bir eksiğin, yaşamış olamamanın fark edildiği andır… Kavuşanların birbirlerine anlatacakları çok şey vardır. Teyzem geldiğinde kavuşulur ve sonra sadece acıyla ağlanırdı. Teyzem gözyaşı ve suskunluktu… Çocuktum kavrayamazdım. Bazı eksiklerin, bazı yaşanmışlıkların anlatılmak için sembolleri ve dili yoktur. Hikayelenemezler. Öylece, sadece bir sızı olarak kalırlar. Bir suskunluk, boğazda düğümlenen bir şey olarak kalırlar.
Teyzem annemin bize tembihiydi: “Sorarlarsa ‘İstanbul’dan teyzem’ deyin!” Teyzem bir giz, teyzem bir tembihti. Teyzem bir çocuğun söylediği en acemi yalandı: İstanbullu teyzem. Kapıdan dışarı atılan adımda takılan maskemizdi teyzem. Komşulara havadan, sudan ve İstanbul’dan söz edilir, gülünürdü. En normal halimiz en anomalimizdi. Yetişkinler dışarı çıktıklarında acılarını ve gözyaşlarını gizlemekte ustalaşmışlardı. Yalan, maske… En korunmasızlığı yaşamış teyzem, başkalarını koruma dersi veriyordu ve annemi dışarıdaki yalanıyla ve maskesiyle koruyordu adeta. Maske… Mimikry… Yalan… Var olabilme…
Teyzem bir seferinde İstanbul’dan merhem getirdi. Sembolik anlamı çok büyük. Sivas’ın ayazının yüzümüzde bıraktığı izi silme… Bir yaraya merhem olma… Bu kentin rüzgarının, tozunun ve pisliğinin derimizde bıraktığı izi silmek için sürülen merhemi teyzemin getirmesi… Bu merhemi sürerek yüzümüzle insan içine çıkabilmek… Gerçekten merhem bu. Mağdurların önerdiği yoldan giderek, onların hikayelerini dinleyerek, acılarının tanığı olarak bir yaraya merhem olmayı denemek… Yara bir travma. Ama ‘bu yara yok’ demek de başka bir travma. Travmayı yaşayanların yaşadıklarını ispat etmek zorunda olmaları, yaşadıklarını bir giz gibi saklamak durumunda bırakılmaları da travmayı yaşamamışların başka bir travması. Travmalar çoğalıyor ve çeşitleniyor…
Yemek… Yemek sosyalleşmede, ilişkileri strüktüre etmede çok önemlidir. Yemek kutlamadır, şölendir. Sevincin, sevginin sembolik gösterilme biçimidir. Ölülerin ardından birçok kültürde yemek verilir. Hüzne, kedere ve yasa biraz ilaç olsun diyedir. Ağır yaşanan bazı olayların ardından yenilen yemek “hayat devam ediyor”un ve “normallik”in işaretidir. Teyzemler geldiğinde en güzel yemekler yapılırdı. Yemeğe sevgi baharat olunca lezzeti artar. Tokat’tan gelen ince yaprakla sarılan sarmanın tadı yoktu. Gözyaşıyla sarılır, içi sızı ve acıdır. Sessizce yenilir. Önce yemeği şölen sanan biz çocuklar bir yaramazlık yapardık. Anlayışla ama kederle bakarlardı yetişkinler yüzümüze. Hiçbir hata ve kusur olmadan, kusur işlemişçesine mahcup olurduk. Suçsuz, kabahatsiz de mahcup olunabileceğini, bakışların en etkili eğitim yöntemi olduğunu o zamanlar kavradım…
Cenazesiz, cesetsiz bir yas yemeğiydi bu. Suçluların, faillerin suçu inkar etmeleri suçu ortada bırakıyor. Travmanın kabul edilmemesi, tanınmaması başka bir travmaya yol açar. Bu konuları anlamayı ve konuşmayı deneyenlerin hissettikleri bu sonsuz suçluluk duygusu bununla da ilişkili. Gerçek suçlular ve failler suçu inkar ettiklerinde bazen olayın dışındakiler farkında olmadan suçlu gibi davranırlar. Suçlular utanmadan, suçluluk hissetmeden dolaşırken, suçluluk duygusunu yemek masasında bizler hissederdik… Bu nedenle sanki suçlu bizmişçesinde, sanki suçumuzu gizlemek istiyormuşçasına komşulara yalan söylerdik. Yemekte bu kadar dikkatli olmamızın bir başka nedeni ‘mağduru incitebilirim’ tedirginliğiydi. Travma yaşayan insanların travmasını tanıyan insanlar, travmayı yaşayan insanlarla ilişkilenirken farkında olarak ya da olmayarak daha hassas davranırlar ve travmayı yaşayanları incitmekten, onların yarasına dokunmaktan çekinirler.
Yas… Mezarlar ve ritüeller yas tutmanın yollarını ve yöntemlerini gösterirler. Mezar ölenin sembolize edilmesine yardım eder. Mezara gidenler sanki ölen kişiyi ziyarete, onunla diyalog kurmaya giderler. Dualar ve mezarlık ritüelleri ölen kişiyle girdiğimiz imajiner diyaloglar değil midir? Peki ya mezar yoksa, yitirdiğiniz kişiye ne olduğunu bilmiyorsanız, ölüp ölmediğinden bile habersizseniz? Bu durumda yas süreci çok karmaşık hale geliyor. Bilinmezlik… En tahammül edilemez olan şey sürekli bir hale dönüşüyor! Ve yas tutma ‘ömür boyu yas’ tutmaya, yani sürekli acı çekip gerçek anlamda yas tutamamaya, sadece içinizdeki sürekli bir sızıya dönüşüyor. Karmaşık… Bazılarının öldürüldüğünü biliyor ve görüyorsunuz. Ama mezarları yok. Mezarların olmaması, daha önceleri var olan mezarlıkların da yok edilmesi, hafızanın yok edilmesini amaçlıyor. Bazıları öldürüldü. Bilinmezlik yok. Ama mezarları olmadığından, inkar edildiğinden, yaşadığınız şey bir masala, bir söylenceye dönüştürülmeye çalışılıyor.
Böylece, bildiğiniz, tanığı olduğunuz bir gerçek tüm tanıkların inkarıyla başka bir kurgu ve uydurulmuş bir gerçekliğe dönüştürülmeye çalışılıyor. Aklınızdan, gördüklerinizden kuşku duymanız bekleniyor ve amaçlanıyor. Bilinirlik burada da bilinmezliğe dönüştürülmeye çalışılıyor… En etkili inkar biçimi de “asıl mağdur biziz”… “Bize neler yaptılar”… Olayın çerçevesinin değiştirilmesi… Mezar yok. Mezar yoksa, yaşadıklarına dair tüm izler silinmişse zaten yaşamamışlardır. İşte bu insanların yasını tutmaya çalışmak… Yaşamamış sayılan insanların öldüğünden yola çıkıp onların yasını tutmak…
Bu travmanın geride bıraktığı şey: Absürt! Bu konuyu konuşurken sürekli vardığımız yer absürt. Travma değil bu sadece; aynı zamanda sonsuz ve sınırsız absürt. Mantığın, düşünme, hissetme, bağlantılar kurma ve anlamanın anlamsız olduğu yer, absürt. Zaten bu absürtlük faillere ve onların devamına istediklerini söyleme imkanı veriyor. Herkes her şeyi söylüyor, çünkü absürt… Ya da bu insanlar götürüldüler. Gördünüz. Gidenlere ne oldu? Nereye gittiler? Öldü(rüldü)ler mi? Yaşayıp yaşamadıklarını bile bilmediğiniz insanlara ölmüşçesine yas tutmanın hiçbir kültürde ritüeli yok.
Hayatta karşılığı olmayan bir durumla karşı karşıyasınız ve bunu anlayacak repertuvarınız, deneyimleyeceğiniz duygunuz yok. İnsanda alfabesi olmayan bir metni okumak gibi bir şey! Bir travmatik ayrılık sayıyorsunuz, ama diğer yandan gidenlerin gidemedikleri, öldü(rüldü)kleri bilgisi var… Geride kalanlara hiçbir haberin gelmediği ama geride kalanların yaşadıklarını umut ettikleri ayrılıklar… Geride kalanlar bir ömrü bir haberi bekleyerek geçiriyorlar. Yaşamak ‘bir haber beklemek’tir çoğu kez. Keder, yas ve bilinmezlik… Yaşayanlara çok ağırdı!
Veda… Sonra gitme vakti gelirdi. Ayrılma… Her veda biraz helalleşmedir. Gidip gelememe (bu anlamda bir tekrar: götürülenlerden geri gelen olmadı), gelip de görememe ihtimali… Uzun uzun sarılmalar. Aramızdaki yaş farkının, cinsiyet farkının ortadan kalktığı, hiçbir güç ve hiyerarşik ilişkinin olmadığı, hepimizin sadece “biz” olduğu, herkesin herkese sarıldığı en masum, en temiz ama en acı an… Sarılmalar uzuyor. Susmalarda gizlenmiş ağıtlar. Travma anında vedalaşmaya, helalleşmeye zaman ve izin yoktur. Vedasız ayrılıklar. Ayrılık anının veda eksikliği, ayrılığı o ana odaklı hale getirir. O an ‘keşkeler’ anıdır. Söylenememiş binlerce söz, binlerce yaşanamamışlık, son bir kez sarılamamanın, dokunamamanın eksikliği… Geride kalan ve gidenler bu anın acısını, eksikliğini ömür boyu içlerinde taşırlar. Bu eksiklik baş edilemez bir ağırlıktır da. Teyzem bize sarılırken sanki vedalaşamamışlıkların vedasını da bu vedaya ekliyordu. Anlam veremiyordum. O ana, teyzeme bırakıyordum kendimi. Ne yapacağını bilemez bir halde, nasıl davranacağımı bilememenin verdiği şaşkınlıkla öylece dururdum. Teslim olurdum. Ama bu teslimiyet incitici değildi.
En son geldiğinde teyzem, bize (altı kişilik) bir çatal-bıçak takımını armağan olarak getirdi. Teyzemin ve annemin bana bıraktığı asıl hediye ise tarihtir. Ben tarihi devlet kitaplarından değil annemin ve teyzemin gözyaşlarından, suskunluklarından ve bitmeyen yaslarından öğrendim. İnsan tarihi biraz da kendi geçmişini arayarak öğrenmeli; anlatılandan değil! Benim öğrendiğim tarihin en önemli belgesi, anlatılan ve bu anlatılana eklenen duygulardı. Bu belgenin bana göre hilesi yok.
Annem ve Ermeni teyzem
Sonra biraz daha büyüdüm. Annemler yedi kardeş ve benim bir fazla teyzem var. Hayatı eksiklik ve eksil(t)meler üzerine kurulu teyzem, bizim ailemizde fazla olandı. Kimdi bu kadın? Neden benim teyzemdi? Hayatımızda, ülkemizde yok edilen insanlar, bizim ailenin fazlasıydı: Teyzem. Ne zaman teyzelerimi saysam bir teyzem fazla çıktı…
Ermeni teyzemi anneannem doğurmamış, aralarında karındaşlık yok yani. Annemle aynı yatakta yatmışlar. Ninem geceleri yatakta konuşmalarına, gülüşmelerine kızarmış: “Hadi yatın, sabah oldu! Ne gülüyorsunuz, siz kızsınız, ayıp!” dermiş. Yorganı üzerlerine çekip sessizce konuşurlarmış. Annemle teyzem arasındaki ilk sır bu yıllarda başlamış. Aynı tastan su içmişler, ellerindeki dürümü bir o bir diğeri ısırmışlar. Ninem doğurmamış teyzemi, annem ve teyzem arkadaşlıklarından, dostluklarından ve sırdaşlıklarında birlikte doğurmuşlar kardeşliği. Annesi ve babası yok edilince aileye eklenmiş. Ve böylece teyzem olmuş…
Bir dönem sonra bu kent, bu köy ona çok ağır gelmiş. Buralar anılar yığını; ve acılar… Bırakıp gitmiş. Aslında yaşadıklarını bu köyde bırakıp gitmek de istemiş. İnsan her gittiği yere kendini de götürüyor; kendi sistemini, savunma biçimlerini, düşünme biçimlerini, hayattaki duruşunu… Teyzem ne kadarını bıraktı bilmiyorum. Acı geride bıraktığınızı sandığınızda, birileri üstlendiğinde birlikte götürülmeyebiliyor. Teyzemin acısı ortada kaldı, kimse istemedi. Ve gene teyzem sahipsiz kalan acılarıyla baş başa kaldı… Teyzem ve kızlarında gördüm ben ilk şehirlileri. İstanbullu olmuşlardı. Teyzem İstanbulluca konuşuyordu. Ama acılarında, ağıtlarında Sivaslıydı hala. Her şey değişmiş, görünümü, dili, giyimi… Değişmeyen bir şey vardı: Sızısı! Teyzem ateşte yanmışçasına, sanki teninden et koparılmışçasına acı çekiyordu. Yitirdiği hem çok ve hem de çok değerli olmalıydı…
Daha sonra bu kente dönmek acılara geri gelmek gibi bir şey olduğundan belki, gelmemeye başladılar. İstanbul da bu kadar acıya dar gelmiş olmalı. Bir göçebe gibi kendine başka bir yurt aramış teyzem. Fransa’ya göçtü… Göçmesini çok sonraları duydu annem. O da kendinden öncekiler gibi vedalaşamadan gitti… Sevdikleriniz gittiğinde üzülürsünüz. Daha uzağa gittiğinde daha çok üzülürsünüz. Bir daha göremeyecek kadar uzağa gittiğinde sizin için o kişi sembolik olarak yok olmuş, ölmüş demektir. Ölüler gibi sadece görmeden, duymadan anılarda var olan birine dönüşür. İşte annem bir yandan bir daha görmeyeceği bacısına sonsuz üzülürken aynı zamanda ağıtlarının arasına “İyi ki gitti, kurtuldu; kimse ona bir şey yapamaz!”ı da serpiştiriyordu…
Bu şehrin çekici bir yanı, tanıdık bir kokusu var. Paris’e her gittiğimde bir yandan Sartre, Camus ve Picasso’nun izine düşmek var, diğer yandan yaşlı kadınların yüzüne bakarak teyzemle karşılaşma umudu. Yüzünü unuttuğum ama görürsem belki anımsarım umudu. Anımsamak… Asla unutmamak!
Teyzem gitti. Adını, yüzünü unuttum. Zaten onların hayatımızdaki anlamı: “Unutun!” “Susun!” Ve onlar Ermeni değil sadece. Sessizlik, suskunluk… “Unutun!” telkinle, nasihatle başarılabilen bir şey değil. Her unutmayı denediğimde daha canlı, daha çok anımsanan… Unutmak kararla, devletin yasalarıyla bile başarılabilen bir şey değil. Sonradan öğrendim… Aslolan anımsamakmış!
Ermeni teyzeM: Adsız, kimliksiz biri. ‘TeyzeM’, deki ‘M’ akrabalık ilişkimi tanımlıyor. Yani benim açımdan bakış. Diğeri etnik kimliği. Aslında adsız ve böylece belirsiz, kimliksiz… Teyzemi anlatırken bile kendimi anlatıyorum. Renksiz, resimsiz teyzem. Diğerleri Gule Teyzem, Zeynep Teyzem, Melek Teyzem… Sadece bu teyzem, Ermeni Teyzem. Belki de bilinç ötemde ona verilen Türk ismine bir isyan ve onu olmak istediği gibi hafızamda tutma çabası… Gönlüm onu Türk yapmaya el vermiyor belki de… Belki de ona Ermeni diyerek, onu özel bir yere (olumlu ve olumsuz) koyuyorum. Belki de onu hiçbir zaman teyzem olarak kabullenmedim.
Ermeni olarak tanımlayarak onu “biz”im dışımızda tutuyorum. Onun Ermeniliği benim onu dışlama, dışımızda tutma isteğimdir… Ne kadar empati, sempati desem de sonunda ona acımaya dönüşüyor duygularım. Travma geçirenlerin sıkça nefret ettikleri bir duygudur acınmak. Neden ‘biz’ olmak zor? Kuşkusuz benim farkına varamadığım ve ilişkimize gölge düşüren yanlarım var. Ama en büyük gölge 1915… Teyzemle benim aramda tabulaştırılan, tabulaştırdığımız ama çok yoğun hissettiğimiz 1915. Aramızda bir duvar… Teyzem gitti. Acılarını gittiği yerlere götürdü. Sadece bireysel acılarını götürdü. Götüremediği ise bu topraklara ait olan 1915. Hiçbir yere götürülemeyecek kadar ağır. Gidenlerin bize anımsanmak için bırakılmış mirası…
Çatal-bıçak takımı
Bize getirilen armağan kutsal bir obje gibi oturma odasının vitrinine konuldu. Oturma odalarındaki vitrinler “en değerli”lerin korunduğu, gündelik hayatın dışındakilerin saklandığı yerdi. Annem bazen bu vitrinden bu çatal ve bıçakları çıkarır, nefesiyle hohlayarak silerdi. Nefesini üflerdi. Nefesini katardı bu cansız metallere. Nefes, can demek… Sonra ağlardı, anlaşılmayan bir Kürt ağıtıyla… Yaşananın anlaşılmaz olmasına, hayatta hiçbir karşılığı olmayan bu sonsuz anlaşılamaz, anlamlandırılamaz zulme anlaşılır bir ağıt olamaz ki! Anam nefesiyle can verip gözyaşlarıyla emzirerek bir şeylere can vermek istiyordu sanki. Bu çatal ve bıçaklarla konuşuyordu… Beni doğuran, bana can ve süt veren annem bu metal çatal bıçak takımıyla da beni bir şekilde kardeş yapıyordu…
Bazen o kıymetli çatal ve bıçağı kullandığımız olurdu, annem evde yokken. Annem bu durumu fark ettiğinde çok kızardı. Bu armağanın anamın dünyasında yemek değil başka bir işlevi vardı; bu kutsal bir emanetti sanki. Yitirdiklerimizden arta kalan “anımsama objesi”ydi. Bu yadigar sadece teyzemi anımsatmıyor, teyzemin acısını da sembolik olarak içinde depoluyordu. Annem bu armağanı, bazen psikanalizde “geçiş objesi” olarak bildiğimiz, bir çocuğun sevdiği kişiden ayrılığı (genelde bu kişi annedir) kolaylaştırmak için bir eşyayı o kişiyi temsil eden bir obje olarak görmesi gibi, teyzemi özlediğinde bu objelerle teyzemle sohbet ediyormuşçasına konuşuyor, ağlıyor, en önemlisi de dokunuyordu. Bu obje aynı zamanda depolama/saklama/koruma objesiydi. Ve aynı zamanda anımsamak için yadigardı da…
Geçtiğimiz yıllarda annem öldü. Gittiği yere götüremedi yadigarını. Bu obje biz çocuklarına kaldı. Babam, “Annenizden istediğiniz bir eşyayı almak istiyorsanız alın” dedi. Ben yerimden kalkmadım… Kardeşlerim de kalkmadılar… Babam tekrar sordu. Herkes “Biz alacağımızı biliyoruz” dedi. Ben “Annemin çatal-bıçak takımını alacağım ve Almanya’ya anamdan yadigar götüreceğim” dedim. Kardeşlerim itiraz ettiler: “Bu armağan bu topraklarda yaşanan bir faciayı temsil ediyor ve anımsanmak için bu topraklarda bırakıldı; bu topraklarda kalmalı” dediler. 1915… Türk olduğum için değil sadece… Anamın da bana/bize bıraktığı bir konu. Ağır bir miras ve sorumluluk…
Benim bir teyzem var. Adını bile bilmediğim, önüne artık Ermeni yazmayacağım bir teyzem var. TEYZEM.
Ucuz bir kahramanlık değil. Aslında sonsuz bir korku… Buna rağmen… Garo’yu linç etmek istiyorlarmış… Teyzemin ailesini teyzemden aldılar. Teyzem de bu topraklardan gitti ve böylece teyzemi bizden aldılar… Adımı Garo’nun adının yanına yazın. Teyze(leri)min hiçbir çocuğunu alamazsınız artık benden…
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***