Hukuku, hukuken koruma altına alınmış hak ve değerleri ortadan kaldırmak için kullanmaya anti-hukuk diyorum ya bu hafta onun zirvelerinden biriydi. Bayram ilan edilse yeridir.
Adım adım gidelim.
HDP TUTUKLAMALARI
Önce bir “HDP operasyonu” yapıldı, yüze yakın kişi gözaltına alındı, büyük çoğunluğu tutuklandı. Örgütlenme özgürlüğünü, siyasete katılım hakkını adli teşkilat eliyle ortadan kaldırma yeni icat değil elbette, konu Kürtler olunca bunun kesintisiz, düzenli biçimde yürürlükte tutulması da yeni değil. Bu nedenle binlerce HDP’li tutsak alınmış durumda. Tutsak diyorum, tutuklu ya da hükümlü demek için işlemlerin asgari bir hukukilik taşıması gerekir.
“Muhalefet” olarak bir araya gelmiş altılı koalisyon üyelerinin yoğun işleri olduğu için konuyla ilgilenme ihtiyaçları olmadı; sıra oy istemeye gelince “Selahattin Demirtaş haksız yere tutuluyor” diyerek Kürt seçmenin gönlünü almaya girişmek gibi dahice bir icatları var ya o yeter diyorlar herhalde.
ASKERİ HAREKÂT
Bu adli saldırı devam ederken bir de askeri harekât başlatıldı, “HDP=PKK” tezinin gereği olarak, hem içerde hem dışarıda nefessiz bırakırım mesajı vermekti gaye. “Muhalefet” askere zeval gelmemesi için dua ederek harekata ilişkin onayını esirgemedi elbette, çünkü esasen onlara göre de hepsi bir, Demirtaş tek (o da ara sıra) istisna. Kürt meselesinde iktidarın tuttuğu yoldan başka bir politikası var mı? Yok. Çünkü memnun esasen.
KENDİ KENDİSİN KAYYIMI OLARAK İMAMOĞLU
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Barış İçin Akademisyenler grubundan olup da olağanüstü hal kararnamesi ile işten atılan Veysi Altıntaş’ı işten attı. Niye? İktidar BAK ihraçlarını “sivil ölüm” hedefiyle yapmıştı; yani ağaç kabuğu yesinler, toprak yesinler, yani açlıktan ölsünler diye. Muhalefetin belediyesi, aslında iktidarın belediyesi de olabileceğini gösterdi bir daha. Yani Ekrem İmamoğlu, kendi kendisinin kayyımı olmakta bir beis görmedi. Aksi halde, bir yurttaşın temel hakkı olan çalışma hakkını bu kadar kolay çiğneyemezdi; çiğnedi çünkü BAK üyelerinin eksik-yurttaş olduğu fikrine karşı çıkacak hiçbir hukuki ve siyasi inanca sahip değil. Şaşırtıcı mı? Hiç değil, ulaştırma zamlarında kendi kendisinin İMF’si gibi davranırken görmüştük en son.
ULUSAL EGEMENLİK ve EKSİK YURTTAŞLIK
Derken 23 Nisan geldi, tabii 24 Nisan ile beraber. Muhalefet 23 Nisan’da iktidar partisinin ve cumhuriyetin başındaki kişinin “Ulusal Egemenlik” kavramına saygı duymadığı, çünkü o egemenliğin tesis ve tecelli edildiği parlamentoya hiç mi hiç saygı duymadığını söyledi, çünkü TBMM toplantılarına iştirak etmemişti. Cumhurbaşkanı içinse durum parlamentoya saygı meselesi değil, gösterdiği kadar gösteriyor aslında; cumhurbaşkanının söz ve eylemlerinde beliren hakikat artık egemenliğin tesis, tecelli ve tahakkuk yerinin parlamento olmadığı. Egemenlik artık cumhurbaşkanının şahsı ve şahsının etrafındaki bir heyette, Devlet Bahçeli dahil.
Aynı zamanda bir çıngar daha çıktı. İktidar, parlamentoya girdiğinden beri her yıl verdiği kanun teklifini bu yıl da veren Garo Paylan’ı hedefe koydu. Teklifin başlığı: “Ermeni Soykırımı’nın Tanınması, Soykırım Faillerinin İsimlerinin Kamusal Alandan Kaldırılması.”
Her yıl veriyordu, bu yıl ne olduysa iktidar ateş püskürerek ve kamuoyunu kışkırtarak Garo Paylan’ı hedef haline getirdi. Söylenen şey basitti: Garo Paylan bir Ermeni olarak, “ulusal egemenliğe ilişkin” hak ve yetkileri kullanma imkanına sahip değil, HDP’liler gibi, BAK üyeleri gibi “eksik yurttaş” o da. Muhalefet, iktidardan geri kalmadı elbette; sözüm ona “güçlendirilmiş parlamenter siste” istiyorlar fakat gelin görün ki parlamentoda bir yasama işlemi gerçekleştiren (elbette sonuç almayacağını iyi bilerek!) parlamenteri “Türk milletini incitmek”le suçladılar. Yani Garo Paylan, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olsa bile, parlamentoda yer alsa bile “millet”ten değildi (millet hiç kendi kendisini incitir mi?) ve siyasal söz ya da eylem hakkı yoktu muhalefete göre de. Orası ulusal egemenliğin sahiplerinin “konuşma” yeriydi belki ama konuşabilmek için önce “ulus”tan ya da “millet”ten olmak gerekliydi. Kanun teklifine “Hayır” demek yetmezdi elbette ve iş, yurttaşlıktan atılmasını yani tehcir edilmesini talep etmeye kadar vardı.
Öyküyü iyi biliyoruz, ne yazık ki. Hrant Dink’in “ifade hürriyeti”ni kullanması canıyla ödetilmişti, Garo Paylan için de aynı mekanizma iktidar-muhalefet el ele işletilmeye başlandı böylece. Böylece muhalefetin istediği “güçlendirilmiş parlamento”nun o kadar da güçlendirilmiş olmadığı, muhalefet için de tıpkı iktidar gibi egemenliğin sahibi “millet”in içine bütün yurttaşların girmediği ilanen duyuruldu. Anti-hukuk burada da devredeydi: siyasal sözün ve siyasal eylemin kalbi olacağı düşünülen parlamentodaki bir söz, yine aynı parlamentonun kutsallığı öne sürülerek yok ediliyordu.
GEZİ: GİZLİ MAHKEME KARARI AÇIKLANIRKEN
Gele gele geldik Gezi davasına. Hüküm malum: Osman Kavala “hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs”ten yani Gezi’den ötürü ağırlaştırılmış müebbet aldı, “casusluk”tan ise beraat etti. Yedi kişi de ceza aldığı fiile “yardım”dan sekizer yıl hapis cezasına çarptırıldı. Kararın hukuksuzluğu, karara muhalefet eden yargıcın şerhinde alenen görünüyor zaten. Hukuk kural ve kaidelerini bırakın, basit mantıkça bile kavranması imkanız bir karar: Bir kişi mi hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etmiş? O bir kişi, yargılanan diğer kişilerle beraber milyonlarca kişiyi nasıl sokağa çıkarmış? Ne cevap var ne de zaten cevap ihtiyacı. Karar aslında, yeni rejimin nezdinde artık hiç kimsenin herhangi bir hukuki güvence altında olmadığının ilanı. Bir “star chamber” kararı; hani şu İngiliz monarklarının burjuva devriminden önce rakiplerini tasfiye ve yönetimi-toplumu dizayn için kurup kullandığı gizli mahkeme. Bizim gördüğümüz mahkemenin yaptığı hüküm vermek değil, daha önce verilmiş hükmü ilan etmekten ibaretti. Muhalefet şerhi de kararın hukuksuzluğunu örtmeye dönük bir perdeden ibaret.
Gezi davası, cumhuriyet Türkiyesi tarihinin üç sistematik hukuksuzluk mirasının bir araya gelerek oluşturduğu “anti-hukuk”un kritik davasıydı gerçekten de: Birinci kalıcı hukuksuzluk, egemenliğin dışında kabul edilenler (Hıristiyan ve Yahudiler, Kürtler, Aleviler filan) için sürekli canlı tutulan kesintisiz olağanüstü hal hukukuydu; işte HDP’ye ya da Garo Paylan’a ilişkin işlem ve sözlerde açığa vurulan şey budur. Bu hükümler mahkemede değil, siyasette alınıp mahkemelere kararı ilan görevi bırakılır sadece. İkinci kalıcı hukuksuzluk, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde sol-sosyalist mücadeleler içindekilere uygulanan olağanüstü hal-sıkıyönetim hukukudur ki DGM’ler eliyle darbe döneminden sonra da devam ettirildi. Bu ikincinin ayrıt edici özelliği, işkenceyi bir yargısal işlem gibi kullanmasındaydı; şimdi yargı için ihtiyaç yoksa bile işkence artık önemsenen bir şikâyet konusu bile değil. Üçüncü hukuksuzluk, KCK davalarıyla başlayan, Ergenekon ve Balyoz davalarıyla süren ve Gülen cemaatine bağlı polis-hâkim-savcılara atfedilen hukuksuzluktu ki bunun ayırt edici özelliği, yargı sahnesine müdahale için artık devleti elde tutma gücüne ihtiyaç olmamasıydı. İlk ikisi açık birer savaş-düşman hukuku, üçüncüsü ise gizli bir savaş hukuku niteliğindedir. Şimdi iktidar, bu üç hukuksuzluk birikimini tek elden uyguluyor.
Gezi olayları, iktidarın demokratik-hukuki alanda kalma ya da orayı tamamen terk etme eşiğinde ikinciden yana karar vermesiyle sonuçlandı; bu da şimdiki rejimin kuruluş kararıydı esasen. Kararı verenler dosyada herhangi bir suça ilişkin en küçük bir delil bile olmadığını, Kavala’nın da birlikte yargılanan kişilerin de değil tek başlarına Gezi’ye katılmış kişilerin binlercesiyle birlikte bile öyle bir isyanı ne örgütleyebileceğini, ne yönlendirebileceğini çok iyi biliyor.
Gezi davasına (ve elbette Barış İçin Akademisyenlere ilişkin idari-adli bütün işlem ve kararlara) bakarak söyleyebileceğimiz şudur: artık, devletin asgari meşruiyet için uymak ve uyulmasını istemek zorunda hissettiği hiçbir hukuki mekanizma kalmamıştır. Mevcut rejim, tahkimini bütün toplumun ikna olacağı bir adalet fikriyle değil, kendisini destekleyenlerin gücüne ve devletin gücüne dayalı bir tür savaş retoriğiyle sağlamaya yönelmiştir. Adalet arayışına imkân veren bir hukuk için kabulü gerekli özgür irade ve hak sahibi eşit birey, yani asgari yurttaş kategorisi artık kimse için geçerli değildir; doğrudan iktidar zümresinde yer alanlar hariç. Eşit, özgür irade sahibi ve haklarla teçhiz edilmiş yurttaş fikrinin yerini iktidar partisi üyeleri ve diğerleri arasındaki kesin ayrım almıştır. Bu bir tür savaş modelidir. Önümüzdeki seçimlere bu düşmanlaştırma modeli işletilerek gidileceğinin ilanıdır Gezi kararları.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***