Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere uygulanan soykırım politikası erkeklerin toplanması ve yok edilmesin ile başladı, Ermeni halkının Suriye çöllerine sürülmesiyle devam etti. Ölüm yürüyüşlerine dönüşen tehcir kervanlarındaki kadınlar ve kız çocuklarının başına gelenler ve yaşadıkları hakkında çalışmalar olsa da, sayısız Ermeni kadının ve çocuklarının, askerler, çeteciler ve yerel halk tarafından alıkonulmaları, kaçırılmalar, tecavüzler, işkenceler, cinayetler ve bazen de kendilerini koruma uğruna başvurdukları intiharlar hala yeterince gün ışığında değil.
Soykırım, özellikle kadınlar ve kız çocukları için, “olup – bitmedi”. Devam etti yıllarca, bir ömürce.
Soykırım politikası Ermeni kadınların kimliğine ölümcül bir darbe vurdu, yeni kimliklerini şekillendirdi. Ermeni Soykırımı sürecinde hayatta kalabilen on binlerce kadın, katledilen ailelerinin ardından yalnız ve korunmasız kaldı. “Şanslı olanlar” satıldı, satın alındı, kaçırıldı ve Müslümanlaştırıldı.
Müslümanlaşmadılar, Müs-lü-man-laş-tı-rıl-dı-lar. Kimliklerini unutmaları, ana dillerini terk etmeleri emredildi. Bulabildikleri tek tük akrabalarından vazgeçmeleri şart koşuldu. Ait olmadıkları kültürlere, evlere “gelin” ya da kuma oldular. Hayatta kalabilmenin tek yolu sadece kendini inkardı. Bir seçim, düşünülmüş bir karar değildi bu, mecburiyetti.
İsimlerini kaybetti kadınlar önce. Görünüşleri değişti kadınların, dinlerinden koparıldılar ve anadilleri yasaklandı. Dünyaya getirdikleri çocuklarıyla bile kendi dillerinde konuşamadılar, gizledikleri kimlikleri hem yük, hem de “belaydı”. Ne kadar çabuk unutur, ne kadar “yeni hayatlarına” alışırlarsa o kadar huzurlu olacaklardı.
Başaranlar oldu, başaramayanlar da. Tecavüz sonucu doğan çocuklarını boğan, bırakıp kaçan, doğumdan sonra intihar eden kadınlar oldu.
Çocuklarına Ermeni olduklarını gizlice ya da konuşmadan, kendi icat ettikleri işaretlerle anlatanlar da. Bu bazen hamamda su dökünürken tasa çıkarılan bir haçtı, kısık sesle suya okunan bir dua…
Paskalya zamanı pişirilen bir çörek, soğan kabuğu ile boyanan yumurtalar… Analarından öğrendikleri yemeklerin adını bilinçli olarak Ermenice söylemek belki de…
Ölüm döşeğine kadar dayanan, ancak son günlerinde ben Ermeniyim diyen, son kez küçük bir çocukken duydukları Ermenice isimlerini bir sır gibi torunlarına fısıldayanlar da oldu… Olanları tek tek, dün yaşanmışcasına anlatanlar vardı son nefeslerinde. Bilgi ile birlikte bazen yük, bazen de mücadele miras bıraktılar torunlara.
Ermeni kadınların Müslüman olması koşuluyla canları bağışlandıysa da, kültürlerine, köklerine bağlılıkları bağışlanmadı. Biyolojik varlıklarını sürdürmenin bedeli; kimliklerinden, kendilerinden, ruhlarından vazgeçmeleri oldu. Yaşadılar ama başka kadınlar, kendilerine benzemeyen kadınlar gibi.
Soykırım sırasında ve sonrasında tecavüzün rutin bir şekilde yaşanmasına rağmen, bu konuya değinen hala çok az çalışma var. Soykırımdan kurtulabilenler ile gerçekleştirilen sözlü tarih çalışmalarında cinsel şiddet anlatıları yumuşatılıyor, üstü kapalı ifadelerle geçiştiriliyor, detaylar ne soruluyor, ne söyleniyordu.
Toplumsal kodlar ve namus anlayışı, cinsel şiddete dair anlatılarda hem kadınlar hem erkekler için utanç duygusu ile gerçeğin bastırılmasına sebep oluyordu.
Ben bu gerçekler ile akademik çalışmalar ile değil, küçük bir kız çocuğu iken çok sevdiğim Martha nenem vasıtasıyla tanıştım. Yaşım küçük olduğu halde anneannemin annesine bakınca yaşanan o “şeyin” – travma ve acısının – ne kadar ağır olduğunu, katledilen erkeklerin olduğu bir ailede, kalan kadınların bunları anlatmasının ne denli mümkün olmadığını hissedebiliyordum.
Martha, her şeyini tehcir sırasında kaybetmişti; mezarları bile olmayan kardeşlerinin acısını bile yaşayamadan girdiği hayat mücadelesinde – yakaracağı, merhametini ve sabrını isteyeceğiniz “tanrısını” çok net reddediyordu.
Onda ilk dikkatimi çeken “tuhaflık”, kilise konusundaki bu dik başlılığıydı. Pazar kiliseye gittiğimizi gördüğünde “Neredeydi Allah kardeşlerimin boynu kesilirken” diye bağırmıştı bir keresinde, benim devamını duymamam için ağzını zor kapatmışlardı evdeki diğer kadınlar.
Martha’da bir şeyler vardı… Martha sussun istiyordu herkes, oysa ben duymak istiyordum anlatacaklarını. Fakat ben onu konuşturacak yaşta değildim henüz…
12 yaşındaydım, evde kimse yoktu, yanına gittim. “İnanmıyorsun sen dedim Allah’a, neden? Nasıl kızdırdı bu kadar seni Tanrı?”
Durdu, düşündü. Anlatıp anlatmama kararı veriyordu. Anlatmayı seçti, gözerini bir noktaya kitledi, “Derler kan aktı” dedi. “Çok kan aktı…”
Ben o gün, sadece onbinlerce Ermeni kadınından birinin can acıtan hikayesini değil, Türkiye’de bana öğretilmeyen “Gayr-ı resmi” tarihimi ve ailemin hikayesini de öğrendim Martha’dan.
Ünye, Ordu’daki evlerinde 8 kardeşiyle, güzelliğini tüm hayatı boyunca anlattığı annesi ve güçlü olduğunu her vesile ile vurguladığı babasıyla yaşıyorlardı. Bir gece yarısı kapıları çalındı, dışarı çıkarıldılar, tüm köy halkı meydana toplanmıştı. Çocukları bir kenara ayırdılar, erkekleri bir kenara, kadınları bir tarafa. Güzel ya da güzel sandığı annesini ve güçlü olduğuna inandığı babasını son gördüğü andı bu.
Çocukların boğazına başparmağını sürerek ayıran adamdan bahsettiğinde, gözleri büyüyordu, ilk seferinde değil sadece, bu hikayeyi her anlattığında olacaktı bu. Ben, o anlarda, tüm olanları onun, Martha’nın çocuk gözlerinden görürdüm sanki. Seksen yaşındaki ninem, küçücük bir kız olurdu o anlarda…
Çocukların en küçüğü Martha, daha küçük çocukların olduğu tarafa götürülürken, artık ağabey ve ablalarını da kaybetmiş. İki adam Martha hakkında tartışmaya koyulmuşlar, “yok büyük bu”, demiş biri, “arka tarafa götür bunu”.
“Yok,” demiş öteki, “hatırlamaz bu bir şey, kalsın”… Onlar tartışırken koşarak kaçmış, uzaklaşmış, kaybolmuş, aç kalmış…. Ta ki üniformalı biri, bir asker onu bulup eve götürene kadar.
‘Anne beni hiç sevmedi.’ derdi. Askerin, ‘Büyür sana yardım eder, niye istemiyorsun?’ diye ikna etmeye çalıştığını anlatırdı ninem. “Döverdi beni karısı, akşam babam gelince, severdi beni, ‘Yemek yedin mi?’ diye sorardı.
Sabah karısı ‘Bir daha kocamın kucağına oturursan kırarım dizlerini.’ diyerek yine döverdi. 13 yaşıma geldiğimde, karısı bana ‘Kaçacaksın bu evden.’ dedi. Kaçtım, geldim işte buralara…” diye anlatırdı…
13 yaşında “evin hanımı” tarafından neden evden kaçmasının öğütlendiği anlamak zor değil. Kadınlığa yavaş yavaş adım atacak bu kız çocuğu bir risk artık, evin kuması olacak belki de. Kadın dayanışması değil, kadın kıskançlığı bu kez Martha’nın hayatına yön veren…
İstanbul’a geldiğinde 18 yaşında Martha, o aradaki senelerde nerede, nasıl yaşadığını, ne yeyip ne içtiğini, kimler ile muhatap olduğunu, başından neler geçtiğini hiç bilemedim. Ne zaman sordumsa ağladı, hiç anlatmadı…
Güzel ve becerikli bir kadın olduğu halde fakir ve 3 çocuklu bir adamla evlenmek zorunda kaldığına göre o yılların da parlak geçmediğini anlayabiliyorum.
Benim büyük dedem Ardaşes, yani Martha’nın yaşlı kocası, Sivaslı. O dönemde sağ kalmayı başarabilmiş bir oğlan çocuğu, biraz büyüyüp bir Kürt aşiret reisinin kızına âşık olunca ve Ermeni’ye de Kürt kızı verilmeyince, sevdiği ile İstanbul’a kaçmak dışında bir çare bulamamış.
Ama töre var…Seneler sonra bulmuşlar âşıkları, öldürmüşler kızı. Büyük dedem perişan, çocukları annesiz. Martha gelmiş eve…
“Büyüttüm ama beni sevmediler, Ardaşes de sevemedi, bilirdim, aşkını unutmadı. Geceleri anlatırdı karsını özlemle, o ağlardı, ben de ağlardım. Hem benim, hem kocam, hem de kocamın karısı için ağlardım” derdi…
Martha’nın bana bu hikayeleri anlatması hiç istenmezdi hatta yasaktı. Kızarlar, bağırırlardı, “Bitmiş gitmiş, bulandırma kafasını çocuğun” derlerdi. Ne zaman el ayak çekilse, uygun vaktini bulsam dizinin dibinde biterdim Martha’nın, anlat derdim, anlatırken o hafifliyor gibi gelirdi bana…
Benim anneannem, Ardaşes’in son, Martha’nın ilk kızı. İki yetim, iki öksüz, iki kaçak, iki hayatta kalabilmeyi başarmış Ermeni çocukların tek kızı… Benim 83 yaşındaki anneannem, Martha’nın annesine benzeyen ailenin güzel ve kardeşlerine göre üvey kızı…
Her 24 Nisan’da içine doğduğum ailenin kadınlarının hikayesi, acısı, yaraları ve hayatta kalma mücadeleleri yok sayılıyor. İnkar koyulaşıyor Nisan ayında Türkiye’de; halkımın tarihine emperyalist bir yalan, bir lobi oyunu, yüz yıllık birlikte ve eşit yaşama talebine hainlik diyorlar. Televizyonlar, gazeteler, filmler inkara boğuluyor…
Sayısız insan yalan söylüyor bir ağızdan. Bazen dayanamıyorum o anlarda; kulaklarımı, gözlerimi kapıyorum ve 107 Nisan önce, 7 yaşında yalnız başına koşarak köyünden kurtulmaya çalışan Martha’yı düşünüyorum. İyi ki diyorum, iyi ki koştun!! İyi ki korkmadın!! Aferin sana güçlü kız!..
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***