Evvel zaman içinde, kuş uçmaz, kervan geçmez bir köye yolu düşen ermiş, köyün girişinde “iblis”le karşılaşınca, “yine hangi yuvayı yıkmaya gidiyorsun” diye sorar. İblis “Ben yolumdayım, bir şey yaptığım yok” der ve köye girer. Köyde ipi kazığa bağlı olduğu için anasına ulaşamayan bir buzağı görür. Yavaşça buzağının kazığını oynatır ve olacakları seyre dalar. Buzağı kazığı yerinden söküp anasına koşar. İneği sağan kadın sinirlenip yavrunun kafasına bir taş atar. Yavrunun öldüğünü gören kadının kocası sinirlenip karısının kafasına bir taş atar, o da ölür. Kadının akrabaları gelip damadı, damadın akrabaları da onları boğazlamaya başlar. Bunları gören ermiş, iblise dönüp “Yine yaptın yapacağını” der. İblis “Ne yaptım ki, sadece kazığı oynattım” yanıtını verir ve omuzlarını silkip yoluna devam eder.
Son perdeyi oynadığının farkında olan AKP de, ırkçılıklarını AKP karşıtlığı kılıfına sokarak mülteci düşmanlığı yapanlar da epeydir kazığı oynatmakla meşguldü. O kazık 11 Ağustos’ta, rejim polisinin de “seyircilik” desteğiyle Ankara-Altındağ’da yerinden çıktı ve Suriyelilere yönelik bir pogroma dönüştü.
10 Ağustos’ta, TBMM’ye beş-altı kilometre, şehrin merkezi Kızılay’a birkaç otobüs durağı mesafedeki Altındağ’a bağlı, 50 bin nüfuslu yoksul Battalgazi mahallesinde, parktaki spor aletleriyle oynayan mülteci gençlere başka bir genç grubu sudan sebeple müdahale etti. Suriyeli gençleri “aletlere zarar vermeyin” diyerek uyardığı iddia edilen gruptan 18 yaşındaki Emirhan Yalçın bıçaklanarak ağır yaralandı. Yaralı genç hastaneye kaldırılırken olay önce mahallede, sonra da sosyal medyadaki ırkçı hesaplarda mültecilere yönelik saldırıya gerekçe yapıldı.
Ertesi gün Yalçın’ın ölüm haberi gelince ırkçı gruplar saldırıya geçerek Suriyelilere ait ev ve işyerlerini kundakladı, yağmaladı. Gece boyunca süren saldırılara polis seyirci kalmakla yetinmedi, sosyal medyaya yansıyan bazı videolarda görüldüğü üzere, saldırganları belli alanlara yönlendirdi.
Saldırılar başlamadan hemen önce mahalleye giren, çalıştığı kurumdan demeç verme izni alamadığı için isminin saklı kalmasını isteyen bir meslektaşımız, “yaklaşık 500 polis görevliydi ve özellikle gazetecileri mahalleye sokmuyorlardı, ben muhtarın arabasında saklanarak girebildim” diyordu. Yani, 11 Ağustos akşamı kitlesel bir saldırı olabileceğini, başta polis, herkesin bilmesine rağmen alınan tek önlem, gazetecilerin semte girişinin engellenmesiydi. “Gündüz mahalleliyle konuşurken gençler ‘insanların mesaisini bitirip gelmesini bekliyoruz’ diyordu. Ölüm haberi gelince zaten hazırlanmış olan gruplar akşama doğru tekbirlerle harekete geçti.”
“Onlar da Suriye’nin dışlanmışları”
Saldırı akşamı, Battalgazi’de oturduğunu söyleyen birçok sosyal medya kullanıcısı “saldırganlar dışarıdan geldi, bizim mahallede yaşamıyor” mesajları atıyordu, ama tanıklar öyle olmadığını söylüyor. Olaydan iki hafta sonra, 27 Ağustos’ta, Emirhan Yalçın’ın öldürüldüğü parkın hemen bitişiğinde, kapı ve pencereleri demir bariyerlerle korunan ofisinde görüştüğümüz Battalgazi muhtarı Habip Eroğul’a göre “hepsi buranın insanıydı”. Elli bin nüfuslu mahallede yedi-sekiz bin civarında Suriyeli yaşadığını söyleyen muhtar, “Böyle giderse Suriyeliler çoğunluk olacak. İleride muhtarlığı bile alırlar” diyor.
İkametgâh işlemleri için gelen sürücü kursu çalışanı kızarmış gözlerini işaret edip söze giriyor: “Göz sıkıntım var, ama doktora gidemiyorum. Niye gidemiyorum? Sigortam yok. Niye sigortam yok? Çünkü sigorta istesem bana kapıyı gösterir, yerime Suriyeli getirir. Adamlar kaçak çalıştırılıyor, sigorta masrafı yok, maaş bizimkinin yarısından daha az.”
Muhtar “Ya tabii onlar da Suriye’nin dışlanmış insanları” diyerek sözü alıp devam ediyor: “Aralarında düzgünleri yok mu, var. Bazısının yattığı evde insan yatmaz. Yeme-içme desen öyle. Mecburiyetten tabii. Bu insanlar nereye gidecek? Ümitköy’e, Çankaya’ya, İncek’e gidemez. Oralar zengin. Gelip fakir mahalleye yerleştiler. Bu işi ancak devlet çözecek.”
Sürücü kursu çalışanı “Çözecek muhtar, çözecek de, nasıl çözecek” diye sorunca, “onu da artık devlet bilecek” yanıtını alıyor. 11 Ağustos saldırısından sonra bazı Suriyelilerin mahalleden göç ettiğini söyleyen muhtar “bu iş zamanla oturacak, onlar bize, biz onlara alışacağız” deyince, sürücü kursu çalışanı tekrar söze giriyor: “İyi hoş diyorsun da, bu insanlar Esad’a karşıysa, gitsin savaşsın, değiştirsin adamı. Esad’a karşı değilse, yine gitsin, ülkesine yerleşsin. Adamlar camiye gelmiyor, bizim imamın arkasında namaza durmuyor. Nasıl olacak o iş?” Muhtar “Mezhep farkındandır o, biz Hanefiyiz, onlar Şafii galiba” diyor ve tekrarlıyor: “Bu işi ne biz çözeriz ne Suriyeliler, bu işi çözecek olan devlet.”
11 Ağustos gecesi yüzlerce polis tarafından kapatılan, aradan iki hafta geçmesine rağmen hâlâ polis kuşatması altında olan Muhtar Arif Turan Caddesi’nden aşağıya, Gürpınar Camii’ne doğru yürüyoruz. Mahalledeki tüm parklarda en az iki bekçi nöbette. Caminin yerini sorduğumuz bir bekçi “şunları takip et, hepsi cumaya gidiyor” diyerek onlarca gruptan oluşan yüzlerce insanı işaret ediyor. Güneşten korunmak için seccadelerini başlarına siper edip camiye doğru yokuş aşağı inen insanlar sessiz.
“Irkçılık fitnenin temelidir”
Battalgazi yüzlerce mobilya atölyesinin olduğu Siteler’in bitişiğine kurulu eski bir gecekondu mahallesi. Yeni yapılmış yüksek binalar yıkık dökük işçi bloklarını, 1970’lerden kalma derme çatma gecekonduları gölgede bırakamamış henüz. Yarıda kalmış inşaatların gölgesine sığınmış çoğunluğu ihtiyar işportacıların tezgâhlarına uğrayan yok. 11 Ağustos’tan beri Suriyelilerin işyerlerini açmaları yasak. 70’li yaşlardaki bir Suriyeli, dükkânındaki öteberiyi satmak için kurduğu tezgâhta iş yapamadığını anlatırken avuçlarını açıp kızgın güneşe bakıyor ve gölgedeki briketlerden birine ilişiyor.
Termometrenin 37 dereceyi gösterdiği öğle saatinde caminin karşısında bekleyen polislerle laklak eden çocuklar, müezzinin sesi ve yetişkinlerin uyarılarıyla seccadelerini koltukaltlarına sıkıştırıp camiye koşuyor. Biz polisin kuşkulu bakışları altında cuma namazının bitişini beklerken ağır adımlarla camiye doğru yürüyen yaşlı bir adam, 11 Ağustos’tan beri Suriyelilerin evlerine kapandığını, artık camiye uğramadıklarını söylüyor. Cemaat dağıldıktan sonra, cami avlusundaki derme-çatma barakada çayını yudumlayan Suriyeli müezzinle sohbet ediyoruz.
Beş yıldır hem müezzinlik hem de caminin temizlik işlerini yaptığını söyleyen 50’li yaşlardaki Muhammed ortalığın durulduğunu, bu işlerin “inşallah” düzeleceğini söylüyor. Nasıl düzelecek? “Irkçılık, kavmiyetçilik fitnenin temelidir ve dinimizde haramdır. Bunlardan uzak kalırsak ümmet olarak beraber yaşayabiliriz.” Müezzine göre, Türklerin çoğu “fitneye” ortak olmadığı için olaylar daha da büyümeden sönmüş. Karakola çevrilmiş mahalledeki gerilime bakılırsa, müezzin ya çok iyimser veya başına iş almaktan çekindiği için bizi geçiştiriyor.
Caminin caddeye bakan cephesinde, biri saldırılarda tahrip edilmiş iki dükkân var. Kendisi de mülteci olan tamirci tahrip edilen dükkânın kepenklerini onarıyor. Yan tarafta, ikinci el beyaz eşya satan dükkânda ise Suriyeli çocuk kırık Türkçesiyle kendi dükkânlarına bir şey yapılmadığını söylüyor. Yaklaştığımız Suriyeliler konuşmak istemiyor.
Sokakların iki yanındaki binaların üst katlarına bağlanmış iplerden sarkan Emirhan Yalçın’ın dev bezlere basılı fotoğraflarının altından ağır ağır ilerleyip muhtarlığın yanındaki parka girince, iki genç oturdukları banka buyur ediyor. Yarısı içilmiş 2,5 litrelik ılık kolalarından ikram edip sigara uzatıyorlar. 20’li yaşlardaki Tayfun Y. ve İsmail E., hem mahalleden hem Kırıkkale Üniversitesi’nden arkadaş. Tayfun Kamu Yönetimi mezunu, Siteler’de bir mobilyacıda çalışıyor, maaşı “dört bin liraya yakın”. İsmail ise işsiz ve tek umudu, Tayfun’un Frankfurt’taki akrabasının kızıyla evlenip gitmesi, ardından da kendisini oraya götürmesiymiş, ama “o iş yattı abi” diyor Tayfun. “Sırf bu ülkeden gitmek için evlenmek de, ne bileyim… Ama gitmek istiyoruz yani, ne şekil olursa olsun.” İsmail araya giriyor: “Ben Almanya’ya gideyim de, bizim Suriyelilere yaptığımızı onların bize yapmasına razıyım valla.”
11 Ağustos gecesinin dört rengi
İki kafadar bu parkta on-on beş kişilik arkadaş grubuyla oturduklarını, ama artık herkesle irtibatlarını kestiklerini söylüyor. “Çünkü” diyor Tayfun, “o gece aslında kendi camımıza taş attık, kendi camımızı kırdık. Sosyal medyada kimi bize ırkçı dedi, kimi alkış tuttu, ama sonuçta biz yine mahalleli baş başa kaldık. Utancımızla, öfkemizle. Şimdi her yana polis koymuşlar, ama şu anda 11 Ağustos’tan daha gergin bir ortam var. Bir kıvılcıma, bir lafa bakar.” Sözü İsmail alıyor: “Gerçekten iki anlamda da kendi camımıza taş attık. Kırılan camları kaymakamlık değiştirdi. Neyle, yine bizim vergilerimizle. Bizimki tam bir cahillik örneği.”
Tayfun’a göre, 11 Ağustos akşamı sokakta dört farklı grup vardı: “Aşırı ırkçılar, ki bizim mahallede bolca var. Onlardan etkilenip galeyana gelenler. Talancılar, ki dükkânları yağmaladılar. Bir de mültecilerden mağdur olanlar. Yani bizim gibi insanlar. Çünkü devletimiz onların ülkesini karıştırdı, onlar da buraya geldi ve bizi onlarla baş başa bıraktı. Şimdi Suriyeliler bizden çok daha tedirgin. Doğruya doğru, adamların canına kastettik. Şimdi bizimkiler örgütlü, ortak hareket ediyorlar, ama ya yarın onlar da örgütlenip ortak hareket ederse ne olacak? Bizim Suriyelilere tahammülümüz yok, ama İsmail’le beraber artık bizim Türklere de tahammülümüz yok. Hatta kimseye tahammülümüz kalmadı. İnsanları sevmiyoruz. Belki yaşımız dolayısıyla böyle, ama insanlıktan umudumuz yok.”
Evlerini Suriyelilere kiralayıp Hüseyingazi ve Karapürçek mahallelerine taşınanların da o gece saldırıya katıldığını söyleyen İsmail, Suriyelilere verilen araç plakalarının “M” harfiyle başladığını, herkesin bunu bildiğini, o gece sayısız aracın saldırıya uğradığını söylüyor. “İki haftadır burada pazar kurulamadı. Şimdi bu polisler sonsuza kadar tepemizde mi duracak? Zamana yayıyorlar, ama bu iş zaman geçtikçe daha da kötüleşecek. Suriyelilere karşı olanlar uzaktan bizi kullanıyor, kışkırtıyor. Sonra koltuklarına yaslanıp olanları izliyor. Adam Tayyip Erdoğan’a laf edemiyor, gelip bizim mahalleyi karıştırıyor.”
“Abi” diyor Tayfun, “bizim mahallede iki ayrı dünya var. Suriyelilerin dünyası ve bizim dünyamız. Ne arkadaşlık kuruyoruz ne selam veriyoruz birbirimize. Ama bizim dışımızda da bir dünya var. Çankaya’nın, Ümitköy’ün filan dünyası. Biz bırak şehir veya ülke değiştirmeyi, kalkıp Çankaya’ya bile gidemiyoruz. Sıkışıp kalmışız, birbirimize dalmışız. Dayımlar geliyor Almanya’dan, hepsinin telefonunda Erdoğan fotoğrafı. Bir de bize ‘Türkiye’nin değerini bilin, vatanımız şöyle, böyle’ diyorlar. Tabii derler. Bin Euro bugün eder 10 bin lira. Gelip memleketin en güzel yerinde tatil yapıp gidiyorsun. Gel Battalgazi’de kal birkaç gün. Görürüz o zaman Erdoğan fotoğraflarını nasıl sildiğinizi.”
Mahallede Suriyelilerle Türkiyelilerin birbirlerinin dükkânlarından alışveriş yapmadıklarını söyleyen İsmail, “O gece Suriyelilerin pencerelerine taş atanlar arasında onlara evlerini kiraya vermiş insanlar bile vardı. Böyle de bir ikiyüzlülük yani” diyor. Polisin müdahale etmeyişini ise şöyle anlatıyor: “Çok ilginç, o gece polisin kapattığı tek cadde burası, Muhtar Arif Turan Caddesi. Mahallede Suriyelilerin olmadığı tek yer burası!” Tayfun devam ediyor: “Biz bile şaşırdık, polis niye sırf burayı kapatıyor diye. Tabii şu da var: Polis Suriyelilerin evlerini bilmez, biz biliriz. Yani bir yandan da ne yapacaklarını bilemediler.”
“Hem bir sonuç hem bir başlangıç”
Saldırının bir hafta sonrasında, tarihi Şengül Hamamı’nda sohbetleştiğimiz tellaklardan biri, “Dışarıdan adama ne gerek var, mahalle zaten kaç yıldır kibrit atsan tutuşacak haldeydi. Bu işi yapanlar mahalleyi avucunun içi gibi bilenlerdi. Polis o yüzden baş edemedi” diyor. O sırada İngiliz müşterisini keseleyen tellaklardan biri alnındaki teri silip lafa giriyor: “Bak, Süleyman Soylu müşterimdir. Geldiği gün hamamı komple kapattırır, dört-beş saat kalır. Giderken de 600 lira bırakır. Gerçi koronadan beri gelmedi, ama Soylu’nun tek bir derdi var, PKK. Başka hiçbir şeyle ilgilenmiyor. Adam o işe kafayı takmış. Yahu bir insan hiç mi soluklanmaz, hamamda! Sanırsın memleketin başka meselesi yok. Varsa yoksa PKK.”
Aslında tellakın Soylu’yla ilgili söyledikleri başka bir ihtimali akla getiriyor. 16 Ağustos’ta Yeni Özgür Politika gazetesine konuşan sürgündeki Kürt siyasetçi Hatip Dicle’ye göre, mülteci karşıtı ırkçı saldırılar devletin belli bir konseptine bağlı olarak, planlı biçimde yürütülüyor ve bu işin temelini 2014’teki “Çöktürme Planı” oluşturuyor. “Sri Lanka modeli” olarak da bilinen Çöktürme Planı, Tamil Kaplanları’na yönelik korkunç saldırının “yerli ve milli” versiyonuydu ve çözüm sürecinin bitirilmesinden sonra başlatılan siyasi ve askeri savaş bu planın bir parçasıydı.
Dicle’ye göre, Altındağ saldırısı hem bir sonuç hem bir başlangıç: “Bunlar birer deneme, prova. Önce mültecilere yönelik başlar, sonra Kürtlere yönelir. Asıl pogrom tehdidi altında olan Kürtler. Mültecilere yönelik saldırılar işin başlangıcında prova gibi kurgulanıyor.”
Son aylarda Kürtlere sadece Konya’da yapılan saldırılar bile Dicle’nin değerlendirmesini destekler nitelikte. 12 Mayıs’ta, Konya’da yaşayan Dedeoğulları ailesine 60 kişilik ırkçı grup saldırmış, aileden yedi kişi yaralanmış, tutuklanan on saldırganın çoğu kısa süre içinde serbest bırakılmış, ailenin “can güvenliğimiz yok” açıklamalarına rağmen hiçbir tedbir alınmamıştı. 21 Temmuz’da, yine Konya’da yaşayan 43 yaşındaki Diyarbakırlı Hâkim Dal ırkçı saldırı sonucu katledilmişti. 30 Temmuz’da ise Dedeoğulları ailesi, bu defa evlerinin avlusunda, silah kullanmayı çok iyi bildiği anlaşılan Mehmet Altun isimli ırkçının saldırısına uğramış, aileden yedi kişi katledilmişti. Ailenin avukatı Abdurrahman Karabulut “Katliam çok profesyonelce planlanmış. Katil yalnız değil” diyordu.
Temmuzun son günlerinde başlayan, Antalya ve Muğla ormanlarını kavuran yangınların faili olarak “Ateşin Çocukları” isimli bir grup gösterilmiş, hiçbir bulgu olmamasına rağmen, yangınlar bu grup üzerinden PKK’yle, PKK üzerinden HDP’yle ve giderek Kürtlerle ilişkilendirilmişti. Yangınlar sürerken bölgede eli silahlı çeteler caddelere inip kimlik kontrolü yapmış, açıkça Kürt avına çıkmış ve iktidar bunlara seyirci kalmıştı.
Belirsizlik perdesi ve çatlaklar
Konya’daki ırkçı saldırıdan bir gün sonra, 31 Temmuz’da Marmaris’e giden Erdoğan yangınların üstüne bir belirsizlik perdesi çekmişti: “Sizler gibi bizim de zihnimizde ‘terör örgütünün bu işin arkasında olup olmadığı’ sorusu var. Ciğerimizi yakanın ciğerini sökmek boynumuzun borcudur. Şayet böyle bir irtibat tespit edersek, ki şimdiden bazı emarelere ulaşıldı, gereğini yapacağız.”
Yangınları söndürmeyen iktidar açıkça hedef şaşırtıyor, felâketin arkasında Kürtlerin olduğuna dair ırkçı algıyı besliyor, ama en ufak bir delil sunamıyordu. Kazık oynatıldığında, gerisinin kendiliğinden geleceği düşünülüyordu.
Altındağ’daki saldırı sırasında da iktidar neredeyse hiçbir açıklama yapmıyor, mülteci karşıtlığını derinleştiren belirsizliği gidermeye çalışmıyordu. Göç Araştırmaları Derneği başkanı Didem Danış’a göre, iktidarın belirsizlikten güç devşirme politikasının bir uzantısıydı bu: “İktidar mülteciler konusunda belirsizliğin gücünü kullanıyor. ‘Türkiye’de göç politikası yok’ deniyor. Aslında var, göç politikası belirsizlikle yönetiliyor. Sığınmacılara kalıcı bir statü verilmiyor, örneğin Suriyeliler geçici koruma statüsüyle ne zaman ve nasıl biteceği belirsiz bir geçiciliğe hapsediliyor, dolayısıyla hükümete mahkûm ediliyor.” 2
Fakat bu süreçte, özellikle İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün belirsizlik perdesini kısmen de olsa aralayan açıklamaları, iktidar içinde de bir bütünlük olmadığı izlenimi yarattı. Örneğin, CHP Grup Başkanvekili Engin Özkoç, 29 Temmuz’da, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya orman yangınlarının nedeniyle ilgili soru sorduğunu, Soylu’nun kendisine sabotaj bulgusuna rastlanmadığını ve yangın nedenleri arasında aşırı sıcaklıkların ilk sırada olduğunu söylediğini aktardı. Erdoğan’ın Marmaris demecinden iki gün önce gelen bu açıklama, orman yangınları üzerinden yeni bir anti-Kürt dalga yaratmak isteyen iktidar ve medyasının elini zayıflatıyordu. Soylu’nun bunu yapma nedeni, faturanın kendisine çıkarılması ihtimaline karşı bir önlem gibi görünüyor.
Öte yandan, Soylu’ya bağlı Emniyet Genel Müdürlüğü 12 Ağustos’ta yaptığı açıklamada, “Altındağ ilçemizde meydana gelen üzücü olayın ardından vatandaşlarımızı provoke edip algı oluşturmak amacıyla sosyal medyada gerçek dışı paylaşımda bulundukları ve bölgedeki ızrar olaylarına karıştıkları tespit edilen 76 kişi yakalanmıştır” diyor ve yakalananların 38’inin yağma, kasten yaralama, hırsızlık, uyuşturucu madde bulundurma / ticareti gibi suçlardan kayıtlarının olduğunu belirtiyordu.
Bir yanda orman yangınlarının sorumlusu olarak Kürtleri gören linç grupları kimlik kontrolü yaparken seyirci kalan jandarma, Suriyelilerin ev ve işyerlerine saldıranlara göz yuman polis, diğer yanda yangınların arkasında sabotaj bulgusu olmadığını söyleyen Soylu ve Altındağ’da yakalananlara ilişkin açıklama yapan, sosyal medyada “Afgan mülteciler Türk bayrağını indirdi” iddialarını yalanlayan Emniyet Genel Müdürlüğü. Konya katliamında da benzer bir ikilik olduğu açıktı.
Dedeoğulları ailesine yapılan ilk saldırıdan sonra faillerin peyderpey serbest bırakılması, saldırılanlar yerine saldırgan aileye koruma verilmesi, katliama göz yummanın ötesinde, yol verildiğini gösteriyordu. Dedeoğulları ailesi avukatı Karabulut şöyle diyordu: “Yetkilileri uyardığımız halde, her seferinde ‘bunlar ırkçı saldırı değil, bunu söylemek provokasyondur’ dediler. Olayın ırkçılıkla ilgisi olmadığını söyleyen vali ve başsavcı, devlet erkânı gelene kadar müvekkillerimin yakınlarını ziyaret bile etmediler.”
Tek ortak duygu “terkedilmişlik”
İktidarın Altındağ’da da mültecileri koruyan pozisyonda görünmemeye, mümkünse bahsini bile açmamaya özen gösterdiği görüldü. Oysa 2011’de başlayan Suriye savaşından kaçan milyonlarca mültecinin Türkiye’ye gelmesi AKP’nin Esad’ın altını oyma stratejisinin bir parçasıydı. AKP Suriye’deki cihatçı grupları destekleyip savaşı derinleştirirken, kaçan milyonları da “açık kapı politikasıyla” Türkiye’ye taşıdı. Mesele sadece savaştan kaçanların sayısını artırıp siyasi emellerine yatırım yapmak değil, aynı zamanda sermayeye ucuz işgücü sağlamaktı.
Nitekim, CHP’nin mülteci karşıtı kampanyaları üzerine, AKP Genel Başkan Danışmanı Yasin Aktay “Suriyeliler giderse ekonomi çöker” derken, AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki mültecilerin “ekonomiye katkısını” şu cümlelerle vurguluyordu: “Bazı şehirlerde sanayiyi onlar ayakta tutuyor. Gaziantep’e gidin, yüz binlerce insan en ağır ve en zor işlerde çalışıyor. Kayseri sanayisinde de öyle. İşçi bulamıyorlar, bu adamlar çalışıyor.”
Mülteciler sadece ucuz işgücü olarak değil, AB’ye şantaj için de kullanışlıydı. Başta Merkel, Avrupalı liderler Erdoğan’ın ayağına geliyor, AB kurumları Türkiye’deki ağır insan hakları ihlâllerine karşı “endişe” açıklamalarının ötesine geçmiyor, Cerablus, Azez, Menbiç, Afrin işgallerine seyirci kalıyor ve mültecilere yönelik “çalışmaların” finansmanını sağlıyordu.
Buna karşın, AKP “Suriyeliler sırtımızdan besleniyor” türü ırkçı homurdanmaları hükümsüz kılacak hakikatleri toplumla paylaşmıyor, masrafları AB’nin karşıladığını beyan etmekten kaçınıyor. Ayrıca, mültecilerin yaşadığı bölgelerde, neredeyse hiçbir karşılıklı “uyum” programı geliştirilmiyor. Örneğin, Altındağ’daki ırkçı saldırılara tanık olan meslektaşımız şöyle diyor: “Aradan altı-yedi yıl geçmiş, mahallede hâlâ en ufak bir sosyal ilişki yok. Türklerle Suriyeliler aynı kahvede bile oturmuyor. Hiçbir entegrasyon politikası uygulanmamış. İnsanların birbirlerini tanımaları, birbirleriyle temas etmeleri için hiçbir adım atılmamış. Haliyle karşılıklı olarak gardlarını almış kitleler var. Battalgazi’de Türklerin ve Suriyelilerin ortak tek bir duygusu var: Terkedilmişlik.”
CHP bu “terkedilmişlik hissi”ni kendi lehine kullanmak için çalışmalar yürütüyor, kazığı oynatıyor. CHP’li Bolu Belediyesi Başkanı Tanju Özcan, Altındağ saldırısından iki hafta önce, mültecileri şu sözlerle hedef almıştı: “Yardımı kesiyorsun, gitmiyorlar. ‘İşyeri ruhsatı vermiyorum’ diyorsun, gitmiyorlar. Yabancı uyruklu kim varsa abonemiz olan, su fiyatlarına, katı atık ücretlerine on kat zam yapacağız. Türk vatandaşıyla yabancı uyruklu aynı fiyattan su kullanamayacak.”
Ne yaptığının gayet farkında olan Özcan, “Birileri insan haklarından bahsedecek, bana ‘faşist’ diyecek. Hiç umurumda değil” diyerek ırkçılığını saklamazken partisi tarafından disipline verilmedi, kınanmadı da. Hatta, Kemal Kılıçdaroğlu 6 Ağustos’ta katıldığı TV programında, Özcan’ın uygulamasının “doğru olmadığını” belirtirken şunu da ekledi: “Bulunduğu bölgenin politik iklimi içinde öyle bir şey söylemiş olabilir.” Peki o “politik iklim” neydi, kimin eseriydi?
“On numara tespit”
11 senedir Türkiye’de olan 25 yaşındaki Suriyeli üniversite öğrencisi Abraham özetliyor: “Ekmek derdindeki insana ‘yaşadığın sıkıntının sebebi mülteciler’ dendiğinde, nefret objesi haline getiriliyorsunuz. Oysa bu söylemin maddi bir dayanağı yok. Türkiye’deki ekonomik krizin sebebinin bizler olduğuna dair somut bir istatistiki veri var mı? Anladığım kadarıyla, ırkçılık, ‘biz onlardan üstünüz’ duygusu, ezilmiş insanlarda telafi edici bir rol oynuyor. Siyasetçiler de bunu kullanıyor.”
Altındağ’a yakın Akdere’de oturan ve Ayrancı çöplerinden kâğıt toplayan Hakkârili bir zorunlu göç mağduru, “fakir fakiri iter” diyor ve ekliyordu: “O ırkçılar eskiden bize saldırırdı. Şimdi Suriyeliler geldi, bizi bıraktılar, onlara gidiyorlar. Akdere’nin oralarda bazı evlerden açlık kokusu yayılıyor. Adam sanıyor ki Suriyeli gidince gece gündüz kebap yiyecek. Halbuki ben Kürt, sen Türk, o Suriyeli; ne ben varım diye sen açsın ne sen varsın diye ben açım. Biz birbirimizi yerken yukardakiler kebapları götürüyor.”
Bu sözleri Tayfun ve İsmail’e aktarınca, “on numara tespit” karşılığını veriyorlar. İsmail “Önceleri burada Kürtler sevilmezdi. Şimdi aramızdaki fark bitmiş, ortak düşmanımız Suriyeliler olmuş. Yarın Suriyelilerle dost olup Afganları ortak düşman olarak göreceğiz. Biz böyle didişirken gerçekten de yukarıdakiler kebapları götürüyor” diyor. Tayfun’a göreyse daha büyük bir risk var: “Kendi aramızda konuşurduk bir ara. Adamın çocuğunu panzerin arkasında sürüklüyorsun, diğer çocuklar bunu görüyor. Ne yapacak? Mecbur terörist olacak. Şimdi biz de Suriyelilere bunu yapıyoruz ve onların çocukları da belki bu kinle büyüyüp yarın aynı şeyi yapacak…”
Ayrılırken soyisimlerini yazmamamızı rica ediyorlar. “Çünkü” diyor İsmail, “belli ki başka çaremiz olmayacak, polisliğe başvuracağız. Tayfun ‘askere gidelim, uzman olarak kalalım’ diyor. Ya asker olacağız ya polis. O zaman bu anlattıklarımızı karşımıza çıkarmasınlar.”
“Yukarıdakiler kebapları götürürken” aşağısı kaynama noktasında. Zayıfladıkça hiziplere bölünen iktidarın bir kanadının seçimler öncesinde mülteci veya Kürt karşıtı kampanyaları yeni bir “şok doktrini”yle taçlandırıp çeşitli hamlelerde bulunacağına dair olasılıklar artıyor. Yakın zamana dek iktidarın gayrınizami harp elemanı olarak kullandığı Sedat Peker’in bir süredir bu tür “provokasyonlara” dikkat çekmesi, “sizi sokağa dökmek isteyecekler” diyerek milliyetçi gruplara “itidal” çağrısı yapması boşuna değil. Kazık yerinden oynuyor ve bunun arkasında tek bir el olmadığı anlaşılıyor.
Altındağ saldırısının yapıldığı gece Kemal Kılıçdaroğlu, oluşturulan bu “iklimde” kendisinin, partisinin hiç dahli yokmuş gibi, “provokasyon” uyarısı yapıyordu Twitter’da: “Son günlerde Afgan ve Suriyeli sığınmacılar üzerinden yapılanların provokasyon olduğu açıktır. Göndere Afgan bayrağı çekme, sözde gazeteci bir provokatörün verdiği mesajlar, Suriyeli bir gencin ‘CHP’ye karşı birleşelim’ çağrıları, saldırı ve ölümler… Ben bu işin nereye gidebileceğini görebiliyorum, Saray iktidarının ülkeyi yangın yerine çevirmesine izin vermeyeceğim. Biz bu sığınmacı sorununu çözeceğiz ve tabii ki bunu aklıselim ile yapacağız. Davul zurna ile uğurlayacağız misafirlerimizi.”
Kılıçdaroğlu’nun “davul zurnayla” yapacağını söylediği uğurlamanın Altındağ’dakinden farkı olmayacağını öngörmek zor değil. Bazı ulusalcı, faşist gruplar mülteci ve yabancı düşmanlığını AKP karşıtlığı sosuna bulayarak topluma yeni bir mikrop zerkediyor. Sebastian Haffner, 1914-1933 dönemi Almanya’sındaki gözlemlerini anlattığı Bir Alman’ın Hikâyesi’nde, ırkçı iklimin hazırlık aşamasını, kazığın oynatılmasını ve topluma zerkedilen mikrobu şöyle tarif ediyor:
“Beraber yaşadığı insanları öldürmeye prensip olarak ve süreklilik arz edecek şekilde bir kere hazır olunca ve hatta bu bir vecibe haline gelince, münferit hedefleri değiştirmek önemsiz bir detay olur. Daha bugünden açıkça görülüyor ‘Yahudi’nin yerine ‘Çek’ ya da ‘Polonyalı’ ya da herhangi başka bir ismin konulması hiç sorun teşkil etmeyecek. Burada bahis konusu olan Alman halkına sistematik olarak bir mikrobun aşılanması. Bu mikrop, pençesine düşenlerin beraber yaşadığı insanlara vahşi bir kurt gibi davranmasına ya da başka türlü ifade etmek gerekirse, binlerce yıllık bir medenileşme sürecinin neticesinde kontrol altına alınabilmiş ya da yok edilebilmiş sadist içgüdülerin zincirlerini kırmasına ve serpilip güçlenmesine neden oluyor.” 3
AKP şimdiye kadar hem din hem de milliyetçilik kartlarıyla topluma bu mikrobu aşılayabiliyor ve yol alabiliyordu. CHP ve Millet İttifakı ise bu mikroba başka bir mikropla, mülteci düşmanlığını körükleyerek, “hudut namustur” gibi cinsiyetçi, ulusalcı, faşist kampanyalara yönelerek yanıt veriyor. Böylece toplumdaki AKP nefretini ve öfkesini mültecilere yöneltiyor, halkın öfkesini çalarak demokratik bir Türkiye ihtimalini berhava ediyor. Altındağ’daki gibi korkunç saldırılar ortaya çıkınca da, tıpkı AKP’nin yıllardır yaptığı gibi, felaketi kenardan izleyip “ben bir şey yapmadım ki, sadece kazığı oynattım” diyerek yoluna devam ediyor.
Express, sayı 177, Güz 20211
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***