YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Mesele salt iktidar değişikliği değil. Türkiye çok daha köklü ve kapsamlı bir meydan okumayla karşı karşıyadır.
Türkiye’deki en temel sorunlardan biri, aynı zamanda bugün karşı karşıya kalınan rejimden kurtulmayı başaramamanın da önde gelen bir nedeni, Türkiye toplumunda bariz bir şekilde ortada olan değerler evrenindeki bölünmüşlük, parçalanmışlık ve kutuplaşmadır. Bunda Osmanlı’dan Cumhuriyete, bugünlere dek uzanan çalkantılı dönüşümün rolü yadsınamaz. Modernleşme kuramlarının üzerinde durduğu gibi, gelenekselden moderne doğru geçiş süreci, uzun süre gelenekselle modernin yan yana var olmasına neden olur. Bu bir arada varoluş yüksek bir gerilim hattı yaratır, toplumu birleştirmez, aksine böler. Gelenekselciler ve modernistler arasındaki bölünmüşlük dışında başka kamplaşmaları da doğurur. Gelenekselciler de modernistler de yeknesak değildir çünkü. Her iki ana grup içinde sayısız alt gruplar türer. Toplum dönüştükçe tektipleşme azalır, çoğulculuğun doğurgan yapısı içerisinde farklı fraksiyonlar, yaklaşımlar, ideolojik yönelimler ve değerler türer.
Ana modernleştirici dinamiğin devlet olduğu Türkiye toplumunda tüm bu gelenekselci ve modernist akımlar devlete hâkim olmaya çalışır. Bu, devletin nesnel, yansız ve hakem konuma evrilmesine müsaade etmez. Devlet gerilimin ana kaynağıdır. Çünkü tüm biçim değiştirme devlet eliyle, daha da önemlisi devlet dayatmasıyla gerçekleşmiştir ve gerçekleşmektedir. Transformasyon, düz çizgisel bir şekilde tezahür etmez. Çünkü devlet üzerinde etkili olan ideolojilerin, siyasi hareketlerin ve partilerin yaslandığı değerler, farklı geleneksel veya modernist iktidarlara göre yeniden formüle edilir. Bu yeniden formülasyon, temel politikalar üzerinde etkili olur. Örneğin eğitim politikaları, okul müfredatlarını bu değerler doğrultusunda yeniden oluşturur. Ya da dış politika yönelimlerine zemin teşkil eden düşünsel arka plan değiştiği için birbirine taban tabana ters çıkarlar ortaya çıkar. Diğer taraftan devlete hâkim olma güdüsü ya da rasyonalitesi, siyasal gruplar arasındaki normal olan rekabeti bir üst seviyeye taşır, var olan farklılıkları keskinleştirir, siyasal yarışı savaşa dönüştürür. Karşılıklı olarak birbirini etkisizleştirmek isteyen akımlar, siyasal mücadelenin esasını oluşturur. Siyasal alan çözüm üretimine dair teknik yaklaşımları tümüyle terk eder ve harp ortamının konsolide olduğu bir tür sıcak savaşı topluma dayatır. Farklı değerlere inanan insanların meydana getirdiği sosyal kolektif, toplum olma özelliğini yitirmeye başlar. Çoğunlukla bu süreç çok acı verici olur. Toplumun temel birimi olan ailelere kadar yansıyan bir ayrışma baş gösterir. Böylece parçalanarak atomize olan kolektif, bir arada yaşama arzusunu, ortak gelecek hedeflerini, asgari müştereklerini ve ortak iyiye dair reflekslerini tümüyle kaybeder. Artık çöküş kaçınılmazdır.
Çöküş genellikle kolektif olduğu zaman ilgi çekicidir. Birçok sosyal bilimsel araştırmaya veya jurnalistik ilgiye mazhar olur. Oysa bireysel çöküş(ler) kolektif çöküşün zeminini oluşturur. Nedense bireysel olan en az ilgilenilen hastalıktır. Yaşam öykülerinin mutsuz sonları kanıksanırken, kulakları olmayan, ama dili güçlü siyaset, iç savaş vari hamasi diskuru tüm toplumsal hücrelere kadar yayar.
Türkiye’de bu yaşanıyor. Üstelik son bir-iki yılın meselesi de değil bu. İlk modernleşme çabalarından bu yana Osmanlı-Türkiye toplumları hallaç pamuğu gibi oradan oraya savruldu. Başarısız devletlerin halklarında olan başarıya özlem, sürekli göreceli bir yüzeyde tezahür etti. En belirgin zafiyet, en doğrudan mukayeselerin yapılabildiği alanlarda ortaya çıktı. En temel başarı ve başarısızlık ölçütü, devletin teritoryal olarak büyümesi ya da küçülmesi oldu. Bu nedenle, bu konu üzerinde en etkili belirleyici olan ordu üzerine yoğunlaşıldı. İlk sınırlı modernleşme girişimlerinden itibaren ana ilgi alanı ordu oldu. Çünkü rakiplerle uluslararası alanda en somut mukayese baremi, savaşlardı. Gerileme döneminde savaşlarda yaşanan başarısızlıklar, Osmanlı elitlerini dönüşüm gerekliliği fikrine getirdi. Önceleri dönüşüm daha teknik alanlar olan mühendislik, tıp, askeri örgütleniş biçimi gibi alanlarda gerçekleşti. Fakat bu alanlarda ortaya çıkan yeniden biçimlendirme ve reformlar, çabucak başka toplumsal alanlara yayılacaktı. Teknik dönüşüm, arka planında değerler evrenindeki dönüşümleri – hayatı okumaya yönelik donanımı – gerekli kılıyordu. İlk gelenekselci-modernist kırılması bundan dolayı yaşandı. Gelenekselciler domino etkisiyle, geometrik oranda hız kazanan modernleşmenin önünü alamadılar. Fakat hızını kesme, mümkünse de u-dönüşü yapma arzusundan da hiç vazgeçmediler.
İroniktir, mağlup olunan rakipler Batı’da olduklarından, kopyalanan ve taklit edilen kültür de orası oldu. Batılılar Müslüman olsaydı, ya da Türkler Müslüman, gerilim bu denli güçlü olmazdı. Örneğin Türkiye gibi reformlar yapan birçok Avrupa toplumunda değerler evreni temelli kırılmalar çok daha yumuşak ve kısa süreli olmuştur. Balkan ülkelerinde, İberya’da, Doğu Avrupa’da bunun birçok örneği var. Aynı şekilde, mesela Japonya gibi, kendi kültürünü Batı’nın diyametrik tersi olarak kavramayan, içinde Batı’ya karşı antagonizma barındırmayan vakalarda da modernleşme görece daha az sancılı oldu ve daha kısa sürede tamamlandı. Bu örneklerde Batı’ya kültürel olarak benzememek gibi bir çekince etkili olmadı. Oysa Türkiye’de durum çok farklıydı. Bunda iki ana dinamik rol oynadı. Birincisi Türkiye elitlerinin Osmanlı emperyal geçmişinden gelen öz konumlandırmaları ve ülkelerine biçtikleri rol, ikincisi ise İslam uygarlığının Hristiyan Batı’ya karşı içselleştirdiği üstünlük tezi. Oysa yirminci yüzyıl başında her iki dinamik de reel politik olarak hiçbir anlam ifade etmemekteydi. Türkiye elitleri bunu kabullenemediler. Yeni bir sayfa açarak yeni bir misyon belirlemede başarısız oldular. Bunda en önemli neden, bu yazının başında altını çizdiğim bölünmüşlüktür ve parçalara ayrılmışlıktır. Bunun da temelinde değerler vereninde ortak bir zemin oluşturamamış olmak yatmaktadır.
Bugün atomize olmuş Türkiye kolektifinin – toplum demekten imtina ediyorum – mikro-kutuplaşmadan malul sosyo-politik yapısında, herhangi bir mikro kolektif biriminin değerler evrenini taban olarak alıp yeniden toplumlaşmak olası görünmüyor. Bunun yüzdelerle ve oranlarla fazla bir ilgisi yok. Yüzde onluk bir grup bile olsa, bunun sekiz milyonluk dev bir kitleye tekabül ettiği ve bunun Türkiye sathında karmakarışık bir kolektif birliktelik meydana getirdiği unutulmamalı. Yani yüzde yetmiş veya yüzde on olmaları, o grubun tüm ülkeye kendi değerlerini başarılı olarak dayatmasını olanaklı kılmayacak. Dahası, bunu denemek ülkeyi mevcut soğuk iç savaştan aktif sıcak bir iç savaşa doğru kaydıracak. Mikro parçalanmışlıkta birçok grup var. Adını siz koyun! Hangi grup olursa olsun, ötekilerin rızasını alması mümkün görünmüyor. İktidara gelmek bu nedenle hep rıza ilkesi dışında siyasi hamleleri beraberinde getiriyor. Türkiye’de sistemin sürekli anti demokratik bir siyasal ve sosyal ortam oluşturmasının arkasında yatan en önemli gerekçe budur.
Peki, çözüm nedir? Çözüm doğru değerler üzerinde uzlaşmaktır. Bu öneri aslında bir tuzak içeriyor. Çünkü bu yazıyı okuyan herkes bu parçalanmışlıkta hangi değerlerin kendilerini doğru değerler olarak kolektife kabul ettirebileceğini soracaktır ve benim kendimle çeliştiğimi düşünecektir. Bu tuzağa düşenler yazıya dikkat eden okurlar elbette. Şimdi, o halde madem herkes yazıya odaklandı ve vurguladığım noktaları en azından şimdilik doğru olarak kredilendirdi, o halde doğru değerler nedir, izah edeyim.
Öncelikle şunu belirleyelim: Mikro parçalara ayrışmış ve mikro kutuplaşmalardan ve hamasetten muzdarip bir kolektifte en büyük açmaz, hiçbir grubun kendisini tam olarak güvende hissedememesidir. Bu ise esasında en önemli ortak noktadır. Çünkü tüm gruplar kendilerini güvenceye almak ister. Bu insanların doğasında olan bir arayıştır ve her türlü siyasal kolektifte temel teşkil eder. O halde, oyunun kurallarını hiçbir grubu başat belirleyici yapmayacak, ama hiçbir grubu da diğerlerine ezdirmeyecek şekilde oluşturmak gerekiyor. Bu da diğer bir ortak zemin oluşturuyor. Bu aşamadan sonra, ben Frankfurt Okulu’nun ya da Eleştirel Kuramın ortaya attığı doğru değerler tanımını Türkiye’ye önermek istiyorum. Hangi değer doğrudur? Frankfurt Okulu’na göre, bizi özgürleştiren her değer! Özgürleşmenin sınırı, başkalarının özgürlüğünü ihlal etmemektir. İnşaatın zemini bu olmalıdır. Bu değer herhangi bir ideolojiye ya da dine atıfta bulunmaz. Özü itibarıyla plüralist ve çok kültürlü (multikültürel) toplumlar tarafından benimsenir. Türkiye kolektifi böyledir. Toplum olması için bu değeri merkeze alan bir toplum sözleşmesine ihtiyacı vardır. Bu toplum sözleşmesi kuru bir anayasa yazımından çok daha derinlere inmelidir. Bu değer elbette anayasa ve yasaların ruhuna yansımalıdır. Ama en önemlisi okul müfredatlarına ve civic kimlik tanımda merkez teşkil etmelidir. Anadolu’da bir arada yaşayabilecek toplum, eğer coğrafi-teritoryal bir yeniden tasarım olmayacaksa – yani sınırlar yeniden çizilmeyecekse – mutlaka ademi merkeziyetçi, federal, civic kimliğe dayalı, teritoryal referansla halkını tanımlayan bir yapıda olmalıdır. Başka bir ifadeyle, ırksal-etnik kimlik dayatmasına, üniter devlete, anti-seküler iç fetihlere tümüyle kapalı, anayasal liberal bir hukuk devleti öneriyorum. İçerisinde her bireyin ve grubun kendisini güvende ve ait hissedebileceği bir hakem devlet, yegâne makul alternatiftir.
Dediğim gibi, sadece iktidar değişikliğiyle ve palyatif-pansumancı tedbirlerle ıslahat imkanı artık yok. Geleneksel-modern çatışmasının tetiklediği mikro kutuplaşmaları ve soğuk iç savaşı ancak doğru değerler üzerine inşa edilecek bir milatla – başlangıç noktasıyla – aşabiliriz. Bizi başkalarının özgürlüğünü ihlal etmeden özgürleştirecek her değer, doğru değerdir. Saydığım özellikleri kapsayan bir hakem devlet, bu temelin üzerine oturmalı. Olacak demiyorum. Ama teknik olarak olması gerekeni söylüyorum. Hiçbir işleyen demokrasi kolay kurulmadı. Var olan hiçbir demokrasi, olmadığı halde demokrasi olduğunu iddia eden rejimlerin evrimiyle de bugünkü konumuna ulaşmadı. Var olan sorunlara tanı koymak ve çözüm alternatiflerini – zorluk-kolaylık durumuna bakmaksızın – ortaya koymak gerekiyor. Yoksa alternatifi, hâlihazırda insana özgürce var olma olanağı sunmayan, ceberut yapıdır. Ceberut rejimi bitirmek, ona neden olan döngüyü sonlandırmak ve kolektif kanseri tedavi etmek herkesin yararınadır.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***