Göç ve göçmenlik üzerine çok kapsamlı bir çalışma yapan psikanalist çift Rebeca ve León Grinberg, insanın yeryüzündeki yaşantısının bir göç öyküsü olduğunu söylerler. İbrahimî din anlatısına göre, sonsuza değin cennette rahat bir şekilde yaşayacak olan Havva ve Adem işledikleri günahtan ötürü cennetten kovulurlar.
Yeryüzü bu anlatılarda bir sürgün yeridir.
Bu bağlamda yeryüzü mutlu olmak için tasarlanmamıştır; mahkumluğun yaşandığı bir mekandır. Yani insanın ilk göçmenliği bir sürgünle başlar. Daha sonra devletler bazı vatandaşlarını vatandaşlıktan çıkararak bu insanları kendi ‘cennetlerinden’ kovarlar. Sürgünlük öyküleri hala biraz da cennetten kovulma öyküsüdür. Cennetten kovulmak acı, sızı ve gözden düşmek de demektir. Gözden uzaklaştırmanın amacı bu insanları gönülden de uzaklaştırmak, yok saymak ve sembolik olarak öldürmektir!
Psikanalist Belá Grunberger, anne karnının bebeğin cenneti olduğunu iddia eder. Cennettir, çünkü bebeğin tüm gereksinimleri kendiliğinden anne tarafından giderilir. Bu metafordan yola çıkan Grunberger, bazı dinlerin cennet kurgularında tüm gereksinimlerin hiçbir şey yapmaya gerek olmadan giderilmesi durumunun, anne karnındaki bebeğin durumunun projeksiyonu olduğunu söyler.
Yani cennete gitmeyi istemek, bir anlamda anne karnına geri dönmeyi arzulamaktır. Doğum bu metaforda cennetten atılmaktır. Dışarı çıkmaktır. ‘Dışarı’ aynı zamanda başka şehirler ve ülkeler de demektir. Doğmak ve dışarı çıkmak acıdır… Psikanalist Otto Rank bu durumu “doğum travması” olarak tanımlar; böylece doğum esnasında yaşananı çok belirginleştirmeyi dener. Bireyin gelişimi açısından da doğum sorası yaşam bir ‘cennetten kovulma’ hikayesidir.
Göç ve göçmenlikte karşılaştığımız bir başka olguya Platon’un mağara alegorisinde karşılaşırız: Bir mağarada yaşayan, birbirine bağlı insanların gerçeklikle ilişkilerinin aynı olması, bu mağaradan çıkan birinin gerçekliğinin değişmesi. Göç, dışarı çıkmak algınızı ve gerçekliğinizi değiştirir. Bu değişiklik kişiliğinize ve ait olduğunuz grupla olan ilişkinize yansır. Dışarı çıkıp döndüğünüzde her şey başkadır ve bu kaçınılmaz bir gerçektir. Platon’un anlattığı çizgiyi Frantz Fanon’da da görürüz. Sömürgecilik ve ırkçılık üzerine kapsamlı çalışmalar yapan, “Siyah Deri, Beyaz Maske” ve “Yeryüzünün Lanetlileri” gibi eserleri Türkçeye de çevrilen Fanon, beyazlarla karşılaşan siyahilerin ruh halinin karşılaşma öncesine benzemediğine vurgu yapar.
Paris’e birkaç günlüğüne giden bir siyahi memleketine döndüğünde aynı insan değildir. Yabancıyla, ötekiyle karşılaşmak insanı değiştirir. Mevsimlik işçi olarak başka kentlere giden köylüler de köylerine ‘başka biri’ olarak dönerler. Giydikleri, yedikleri ve içtikleri çeşitlenir. Giydikleri köyneğin renkleri bile değişmiştir. Köylerine yabancı olan şeyleri köylerine getirip onları hazmederek kültürlerine eklemlerler. Mağaranın dışına çıkan, yani köyünden çıkan insan köyüne başka biri olarak döner…
Bazı göçler yeni yerler ve ülkeler tanımak için ve eğitim amaçlı yapılır, Kristof Kolomb gibi yani. Kolomb Hindistan’a gidip baharat alıp ülkesine geri dönmek istiyordu. Yüksek lisans ve doktora yapmak için Avrupa ve Amerika’ya gidip sonrasında Türkiye üniversitelerinde çalışmalar yapmak isteyenlerin göçleri buna benzer. Bu tür göçlerde gidilen yere yerleşmek yoktur; başka bir yol bulup oradan bazı güzellikleri alarak nihayetinde kendi vatanına dönmek vardır.
Bazı göçler Macellan’ınkine benzer: dünyayı dolaşma, yeni yerler ve şeyler keşfetme macerası. Mesela Avrupa’da gördüğümüz, eğitimlerini tamamlamış ve maddi durumları oldukça yerinde olan bazı insanlar, bir dönem sonra burada yaşadıkları hayatı terk eder, bir macera ararlar. 68 Hareketinden sonra bir yığın Avrupalı küçük burjuva çocukları Hindistan’a gidip bir köyde yaşamaya başladılar. Orada ‘sıradan bir yaşam’, ‘hayata dönmek’, ‘doğal yaşamak’ gibi hayaller kurdular. Bunu Türkiye’de de görüyoruz. Bazen büyük şehirlerde yaşayan, iş hayatında başarılı ve ekonomik durumu iyi olan bazı insanlar birden her şeyi bırakıp Bodrum’da deniz kenarında bir ev alıyor, çiftlik hayvanları yetiştiriyor ve dünyayla ilişkilerini en aza indirmeye çalışıyorlar. Günlük hayatını sıkıcı bulduğu için o hayatın dışına çıkıp tekrar başka bir hayata atılma ‘macera’sıdır bu tür göçler.
BAZI GÖÇLER BİR DÖNÜŞ MACERASIDIR
Bazı göçler sürgüne gidenlerinki gibidir; aslında bir dönüş macerasıdır, Odisseus’unki gibi. Her şeyi yaşama, tüm zorluklara katlanma ve sonunda bir şekilde vatanına dönme çabasıdır. Bu göçmenler tüm yaşamlarını Türkiye’ye dönüp orada yaşamaya yönelik kurarlar. Odisseus’un mitolojisini Nazım Hikmet’te görürüz mesela. Göçmenlikte yazdığı sürgün şiirlerinin tümünde, mesela Varna şiirinde bunun kokusu vardır. Onların en belirgin özelliği şudur: Vücutlarını yurtdışına götürürken tüm iç dünyaları, hayal alemleri ayrıldıkları ülkede kalır. Bedenleri gider ama kendileri gitmez. Bu anlamda, başka bir ülkeye giderler ama o ülkeye hiç varamazlar. ‘Gitmek’ ile ‘varmak’ aynı şeyler değildir.
Göçmenlikte her insan, bir dönem sonra gittiği ülkeye varır; ama Odisseus benzeri bu göçlerde bu durum hiçbir zaman olmaz. Ayrıca bu insanlar reel hayatlarında bir sürgün yaşarken psikolojilerinde de başka bir sürgündedirler. Kendilerini iç dünyalarında ayrıldıkları, kovuldukları ülkeye hapsederler. Bu şu demektir: Onların bir yanları hiçbir zaman ayrıldıkları ülkedeki değişimi görmez. Onların hayalinde o ülke hep aynı kalır. Çocukken ölenlerin ardından yıllar sonra “Hala on yaşında!” ya da “Hep yirmi dört yaşında!” dendiği gibi, onlar için de ülke hala terk ettikleri zamandaki gibidir. Gelişmeleri bilişsel olarak kavrasalar bile iç dünyalarında hala orası bıraktıkları gibidir; masumdur, tertemizdir sembolik olarak
Bir gün koşullar değiştiği ve onlar ülkeye döndükleri zaman, ülkedeki değişimleri kendi içlerinde yaşamadıkları için orada korkunç bir mesafe açılır, büyük bir düş kırıklığı yaşanır. Sürgünde her gün ülke hayaliyle yaşadıkları için büyük bir fantezi alanı açılmıştır. Fantezilerde o ülke yüceltilmiştir, cennet olmuştur; böylece gerçeklikten kopulmuştur. Siyasi alanda çok gerçekçi olsalar bile kendi fantezi dünyalarında o ülkeyi bir cennet gibi yaşarlar. Yaşanan düş kırıklığının nedeni budur. Tabii bunların yanı sıra, yüceltilen şeyin birdenbire kaybolmasının getirdiği bir anlamsızlık da söz konusudur.
En önemli göç anlatısı Musa’nın göçüdür: Musa daha güzel bir ülke bulabilmek için bir daha dönmemek üzere Mısır’ı terk eder. Terk ettiği yere düşman olarak, kaçarak gider. Göç alan ülkeleri cennet olarak gören göç öyküleri, biraz Musa’nın göç anlatısının izinden giderler: Bir daha dönmemek üzere ülkeyi terk etmek! Bazı politik kaçışlar, bir daha dönmemek üzere Türkiye’yi politik nedenlerle terk edenlerin öyküsüdür biraz. Bu biraz da diktatörlüklerden kaçan Latin Amerikalıların, Afrika’dan kaçan siyahilerin öyküsüdür…
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***