Son yayınlanan, “aileyi, gençleri çocukları zararlı etkilerden koruma” genelgesi üzerine sansür ve baskı tehlikesinden söz edildi. İşte CHP grup başkan vekili Engin Özkoç birebir şöyle dedi: “İktidarda gidiş korkusu başladı. Sansür ve baskı gidişlerini durduramayacak.”
ÇOK SIRADAN SAĞCI NUTUKLAR
Genelge “sansür ve baskı” içeriyor doğru ama biz o durakları geçeli çok ama çok olmadı mı? Gerçi, genelgenin içeriğine şöyle bir baktığımızda, hayli tuhaf bir durum göze çarpıyor: Esasen metinde bilinmedik, alışılmadık hiçbir şey yok! İster İslamcı olsun ister Türkçü olsun tipik sağ (aşırı sağ başta) politikacı laflarıyla dolu. İşte, metinde çok tekrar edilen “aile, çocuk ve gençler”in “bedensel ve zihinsel gelişimi” ya da “zihin dünyalarını koruma” gibi laflar, “milli manevi değerler” vurgusu eşliğinde neredeyse her sağ politikacının bulduğu her fırsatta tekrarladığı klişelerden ibaret. Buradaki “aile”nin aslında kadın anlamına geldiği basit bilgisini de eklersek, toplumun sağcı yetişkin erkeklerinin dışında kalan her kişisinin aslında ya temyiz kudreti olmayan, korunmaya muhtaç ve denetim altında tutulması mecburi kişilerden sayılması yine tipik bir durum.
ÖZAL’DAN BUGÜNE
Üstelik orada saptanan “tehditler” ve belirtilen “tedbir”lerde de hiçbir yenilik göze çarpmıyor; zaten “Anayasa, kanun ve ilgili diğer mevzuatla düzenlenen müeyyidelerin” uygulanması talimatı da bu “sıradanlığın” bir başka delili. Özetle hiç yeni bir şey yok metinde, mesela vaktiyle, 12 Eylül sonrasında Özal hükümetinin peşine düştüğü “müstehcenlik” yasağı da benzer laflar, benzer tespitler, benzer argümanlar, benzer talimatlarla yürütülmüştü. Yanlış anlaşılmasın “ne var ki yani bunda, işte bildik şeyler” demiyorum, fakat “sansür ve baskı” tanımlamasının fazla anlamlı olmadığını, genelgenin daha başka bir şeyle bağlantılı olduğunu söylemeye çalışıyorum. Yani konu basitçe “sansür ve baskı” genelgesi olsa aslında durumumuz hayli iyi bile diyebilirdik.
Bir ara toplam olarak: Genelgenin içeriği alışıldıksa, “sansür ve baskı”yı fersah fersah aşan yerlere gelmişsek, karşımıza ne çıkacak? İyi bir şey çıkmayacağı kesin de ne? Sanıyorum, genelgeyi başka bazı şeylerle birlikte ele alırsak, bir sonuca ulaşmamız daha kolay olur, özellikle inşaatı süren yeni rejimin kısa tarihine.
“ALLAH’IN LÜTFU” KARARNAMELERİ
Boşuna “Allah’ın lütfu” denilmemişti: 15 Temmuz darbe girişiminden sonra inşası hızlanan yeni rejim, sansür-baskı işinde daha baştan peş peşe birbirinden ileri giden adımlar atmıştı.
Mesela, kararnamelerle kapatılan kurumlar. Mesela ihraç edilen insanlar Mesela otomatiğe bağlanan erişim engelleme kararları. Mesela yeni rejimin koç başı niteliğinde uygulanan cumhurbaşkanına hakaret davaları. Mesela resmi planda RTÜK ve mahkemelerin aldığı kararlar. Mesela başlangıcı neredeyse 15 yıl eskiye giden ve görünmeyen (ama aşikar) planda “Alo Fatih”le sembolleşen medya komiserliği mekanizması… Mesela doğrudan iktidara bağlı medya oluşumu… Bütün bunlar, şimdi çıkan genelgenin basitçe “sansür ve baskı” başlığı altında ele alınmasının çok yetersiz olduğunun da delilleri.
İLK DARBE DAİMA KÜRTLERE
Genelgenin yayınlanmasının hemen ardından başlatılan iki uygulamayı hatırlatalım: Kürtçe yayın yapan “Xwebun” portalı ile Yeni Yaşam gazetesinin internet sitesinin kapatılması. Başlangıçlar daima önemli ve özgürlüklere karşı getirilen her yeni olumsuz uygulamaya ilk önce Kürtlerden başlamak daima iktidar aklının otomatiği.
Mesela “baskı ve sansür” diyen CHP’li yetkili, bu iki gazete hakkında bir açıklama ihtiyacı duymayacak kuvvetle muhtemel ki. Birçok muhalif öbek de farklı bir tutum içinde olmadı, olmayacak. İktidarın bu hazır bilgisi, yapmaya yöneldiği şeyleri kolayından meşru gösterme yollarından biri, uygulamanın fazla geçmeden herkese yayılması bu bilginin son on yıl içindeki olağan sonuçlarından. Mevcut bürokrasi, bu türden genelgeleri daima bu öncelikle okur ve işe öyle koyulur.
Ne var ki bu iki sitenin engellenmesi bile henüz alıştığımız “baskı ve sansür” görünümünün pek ötesine geçmiyor. Fakat bu yanıltıcı, genelge hem artık önümüzde değil içinde olduğumuz seçim sürecinde iktidarın tutturacağı türküyü gösteriyor hem de seçimden bağımsız olarak inşası süren rejimin hız artırarak yürüyeceği yola işaret ediyor.
İKİ BURJUVAZİ FAZLA
Lafı daha fazla dolandırmadan adını koyayım: İktidar, kendi üretip büyüttüğü burjuvazi lehine, karşısına aldığı seküler burjuvazinin tasfiyesine yöneliyor. Elbette bunun bir görünümü kamunun (hem devlet anlamında hem de toplum anlamında) İslamizasyonun artması: İşte Ayasofya hamlesi, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, kamu bürokrasisinde İslami kuralların giderek öne çıkarılması, en son Çamlıca Camii’ndeki “dil koparma”lı beyanat filan hep bu yönelimin alametleri, fakat anlaşılan bunlar üvertür olarak kalacak. Yönelinen şey mevcut seküler burjuvaziyi İslamizasyona davet etmek değil, kendi ürettiği burjuvazi lehine tasfiye etmek. Çünkü ekonominin geldiği noktada bu iki “orta sınıf”ı birden taşımak imkansız, birinin lokmasının (büyümesini değilse bile) mevcut büyüklüğünü koruması için bile diğerinin lokmasının küçülmesi gerekli.
“KAYMAK TABAKA”
Esasen bu yönelimin en önemli alameti, 31 Mart 2019 seçimlerinden önce yine Erdoğan’ın bizzat dile getirdiği Çankaya, Beşiktaş, Şişli, Kadıköy gibi yerlerde yaşayan CHP’li seçmeni doğrudan hedef alan “kaymak tabaka” lafıydı. Esasen bu lafın çıkışı, Gezi direnişine karşı yürütülen kampanyalarla bağlantılıdır.
Elbette o ifadeler şimdi girilen yolun alameti olsa bile aynı zamanda şimdiki nitelik farkını dikkate almak lazım: O zaman sözünü ettiği “kaymak tabaka”lar, zaten Erdoğan’ın kazanamayacağını iyi bildiği yerlerin seçmeni olarak hedef alınmıştı. Fakat o seçimde, yani bu lafın söylenişinden (17 Kasım 2018) dört ay sonra (31 Mart 2019) yapılan seçimde meselenin boyutları kökten değişti, malum, iktidar İstanbul’u, Ankara’yı kaybetti. Şimdi İçişleri Bakanlığı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni neredeyse kuşatmaya almışsa, “kayyım atama” ihtimalini getirecek suçlamalarla işlemler yapılıyorsa, meselenin artık “seçime yönelik nutuk yarışı”ndan çıktığını, fiili müdahalelerin gündemde olduğunu söylemek hiç de abartı olmaz.
Hem 31 Mart seçiminden sonra, hem de ondan önce (darbeden hemen sonra sonra) Kürt seçmenin oyuyla seçilen yönetimi belirlenen belediyeler kayyım atama tecrübesi iktidarın iştahını kabartan özellikler taşıyor: Birkaç “olmaz, hukuki değil, kabul edilemez, seçmen iradesini hiçe saymak, olabilir mi böyle bir şey” nutkundan sonra konu kapanıyor. Elbette onlar “Kürt” olduğu için kolay kapanıyor ama yukarıda da belirttiğim gibi Kürtlere uygulanarak “meşru”laştırılmış her olumsuzluk, fazla zaman geçmeden herkese uygulanabilir hale geliyor.
Hasılı kelam, genelge aslında “dil koparma” nutkuyla, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkışla, kamudaki İslamizasyonla birlikte okunmalı, yoksa basit “sansür baskı” fikri eşliğinde değil. Ha o sözlerden “muhteşem” bir geri vites yapıldı filan ama iki adım ileri bir adım geri yönetimini uygulayanlar için, ileri doğru dörder adım da atılıyorken, bir adım geri fazla zarar vermez. Bir lokma büyük geldiyse daha küçükleriyle “ritim” tutturulur. Fakat dil koparma hadisesi şunu gösterdi: İktidarın bu hamlelerine karşı pasif duruşun, yoğurt üflemenin filan hiçbir faydası yok, yeni rejimin ortaklığından çıkılmak isteniyorsa yapılacak şey en az yeni rejimin yöneticileri kadar cesur hareket etmek mecburiyeti var.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***