YORUM | MAHMUT AKPINAR
Siyasal İslamcılarla aynı zemini paylaşan Hak Yolcular, İskender Paşa gibi bazı cemaatler hariç, eskiden örgütlü dindarlar siyasal İslam’a mesafeli dururdu. Ana akım pek çok cemaat ve tarikat uzun yıllar İslamcı partilere oy vermedi. Dindarların büyük kısmı AP, DYP, ANAP gibi liberal, sağ, merkeze yakın partilere destek oldu. Ana akım dini gruplar bir siyasi partiye açıktan destek vermeyi tercih etmedi. Tabanına doğrudan siyasi telkinde bulunmadı.
Cemaatlerin ve tarikatların siyasal İslamcı partilere mesafeli durmasının sosyolojik, pragmatik ve din anlayışından kaynaklanan nedenleri vardı. Bunların bazılarını sıralamak gerekirse:
- Öncelikle siyasal İslam ile geleneksel İslam veya sosyal İslam arasında temelden fikir ayrılığı mevcuttu. Siyasal İslam yaklaşımı tepeden inmeci ve tümden gelimciydi. Devleti ele geçirerek bir İslami rejim kurulması ve sonra toplumun devlet eliyle Müslümanlaştırılması, dönüştürülmesi yöntemini tercih ediyordu. İran, Sudan gibi ülkelerdeki devrimleri örnek alıyordu. Oysa geleneksel İslami cemaatlerin/grupların başta İran rejimi olmak üzere, İslam’ı rejime-yönetime indirgeyen yaklaşımlara temelden itirazı vardı. Tarikatların ve cemaatlerin gövdesini oluşturduğu geleneksel İslami akımlar dinin devlete bakan yönünden öte, itikada, ahlaka, ibadete, dini eğitime odaklanıyordu. Tümevarım yöntemiyle bireyler düzeltilirse yukarıya doğru ailenin, toplumun ve nihai olarak da devlet yönetimin düzeleceği tezini savunuyordu.
- Geleneksel dini gruplar, siyasal İslamcıların devlete talip olarak laikçileri, Kemalistleri tahrik ettiğini ve tüm dindarları hedef haline getirdiğini düşünüyordu. Teorik olarak siyasal İslamı onaylamama yanında, pratik gerekçelerle de siyasal İslam’la aynı kareye girmek istemiyorlardı. Bu nedenle yıllarca siyasal İslamcılar cemaatleri, tarikatları küçümseyecek, “pasif”, “korkak” olmakla suçlayacaktı.
- Bülent Arınç’ın “biz varsak siz varsınız, biz yoksak siz de yoksunuz” ifadesinde/tehdidinde açıkça görüldüğü üzere siyasal İslamcılar kendisini ‘asıl’ görüyordu. Onlar ‘siyasi temsilci’ye, ‘halife’ye tekabül ediyor, diğer dini gruplar ise onlara biat etmek zorunda olan teb’aya karşılık geliyordu. Bu yaklaşım sebebiyle kitlesinin denetiminden çıkacağı kaygısı yaşayan veya siyasi bir maceraya kurban etmek istemeyen dini liderler takipçilerini siyasal İslamcılardan uzak tutuyordu. Erbakan-Erdoğan örneklerinde şahit olduğumuz üzere, siyasal İslamcı liderler dini duyarlılığı olan herkesin tartışmasız kendisini desteklemesini bekliyordu. Aksi durumlar “bağilik”, “isyan” olarak görülüyordu. Tam da bu nedenle Hak-Yol cemaati lideri merhum Esad Coşan Hocaefendi ile Erbakan arasında 1980’lerde iktidar mücadelesi çıkmış ve sert şekilde ayrışmışlardı.
- Türkiye’deki siyasi zemin oldukça kırılgan ve değişken olduğu, dindarlar statüko, askeri bürokrasi ve yargı açısından yıllarca “tehdit” görüldüğü, sık aralıklarla ülkede irtica histerisi hortlayıp “laiklik” namına dindar avı yapıldığı için, cemaatler-tarikatlar meşruiyet sorunu olmayan, rejimin tehdit algılamadığı partilere destek vermeyi daha güvenli buldular. Bizatihi tehdit olarak algılanan ve kapatılan İslamcı partilerle aynı çizgide durmak, tehlikeyi katmerli hale getiriyordu. Liberal, sağ partiler sistemle daha uyumluydu ve kendilerini statükonun tehdidinden, laikçilerin husumetinden kısmen koruyabiliyordu.
- Risale-i Nur ekolünün siyasal İslam’a tavrı daha net idi. Bediüzzaman “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım,” ve “Hakikî dindar, müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer,” (Emirdağ Lâhikası) diyordu. Siyaset ve güç ile dini-manevi otorite aynı elde olunca mürailerin, münafıklar türeyeceğini savunuyordu. Bir elinde nur (Kur’an, iman) bir elinde topuz (siyaset, güç) tutanların halka güven vermeyeceğini, halkın Nur ile celbedip, topuz ile döveceğinden korkup uzak duracağını ifade ediyordu. Nur Talebeleri uzunca süre siyasetle doğrudan meşgul olmadılar. Siyasal İslamcı partilerle ise dokuları hiç uyuşmadı. Keza en örgütlü ve yaygın tabana sahip cemaatlerden birisi olan Süleyman Efendi talebeleri siyasal İslamcılara, MSP-RP çizgisine hiçbir zaman sıcak bakmadılar. Onlar yurtlarını korumayı ve Kur’an öğretme hizmetine devam etmeyi en önemli strateji ve dava olarak belirlediler. Ama seçim zamanları merkez sağ partilere oy vermeyi tercih ettiler. Tarikatlar arasında en güçlüsü ve yaygını diyebileceğimiz Nakşi Menzil Cemaati de yıllarca siyasal İslamcılara tavır aldı. Şeyh ve ailesi Kürt idi ama daha ziyade Batı Anadolu’da organizeydi ve sahip olduğu milliyetçi taban nedeniyle milliyetçi ve muhafazakar partilerle arası iyi oldu.
2000’li yıllara kadar siyasal İslamcı partilerin tek başına iktidara gelme şansı yoktu. En fazla koalisyon ortağı olabiliyorlardı. 28 Şubat döneminde Erbakan’ın sınırlı süre başbakan olmasının faturası dindarlardan acı şekilde çıkarılmıştı. İlkesel duruş yanında, bazı cemaatler ve tarikatlar kazanma şansı olmayan, ama statükodan dayak yeme ihtimali güçlü bir partiye oy verip kendilerini riske atmak istemiyorlardı. 2002 seçimlerinde pek çok dini grup “gömlek değiştirme” iddiasına rağmen AKP’ye mesafeli davrandı. 28 Şubat’ın etkisi sürüyordu ve laikçi cephe, statüko güçlüydü. Dini Hizmetlerini sürdürmeyi amaçlayan ana akım cemaatler-tarikatlar siyasal İslamcı genetiğe sahip Erdoğan, Gül, Arınç gibi siyasetçilere kuşkuyla baktılar. Ülkeyi ve Müslümanları yeni maceralara sürükleyeceği endişesini taşıdılar.
Gülen Cemaati dahil örgütlü dindarların AKP’ye oy vermesi ikinci dönemle yükselişe geçti. Zira bu arada AB, demokrasi, hukuk, insan hakları gibi konularda AKP ciddi adımlar atmış, liberaller, Kürtler, azınlıklar yanında dini grupların da güvenini kazanmıştı. Girdiği ilk seçim olan 2002’de yüzde 34 oy alan AKP, DSP-ANAP-DYP, MHP gibi partiler baraj altında kaldığı için iktidar oldu. Asıl sıçramayı demokratik açılımları müteakip girdiği ikinci genel seçiminde yaptı ve oylarını yüzde 46.6’ya çıkardı. Zamanla İslamcı kadrolara güvensizlik yerini güvene bıraktı, örgütlü dini gruplar da AKP’ye oy verir hale geldi. Nitekim AKP 2011 seçimlerinde iki kişiden birinin oyunu alarak seçim başarısını yüzde 49.83 ile zirveye taşıdı. AKP’nin bu kadar oy almasında, hiç kuşkusuz laikçi kesimlerin e-muhtıra, 367 krizi, Cumhuriyet Mitingleri gibi antidemokratik zorbalıklarına verilen tepkiyi unutmamak gerekir.
2009 ve 2010 yıllarında Erdoğan parti içinde tek adam olmanın yollarını yapıyordu. “Akredite bürokrat havuzu” oluşturulmuştu ve önemli atamaların sadece buradan yapılmasını istiyordu. Bu havuza başta Gülen Cemaati mensupları olmak üzere mutlak biat etmeyenler alınmıyordu. 2011 seçimlerinde yüzde 50 oy alınca Erdoğan AB yürüyüşünü savsakladı, demokrasi ve hukukla ilgili taahhütlerini rafa kaldırdı. İslamcı gömleğini tekrar giydi ve önce partide, sonra ülkede tek adam olmaya yöneldi. Üçüncü dönemden itibaren AKP’nin yozlaşması ve kirlenmesi de hızlanmış ve aleniyet kazanmıştı. İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşcu’nun: “AKP’nin artık diğer bileşenlere, liberallere, demokratlara ihtiyacının kalmadığını” ifade etmesi otoriterleşmenin ve İslamcılığa geri dönüşün itirafıydı.
AKP’deki otoriterleşmeye ve yozlaşmaya mukabil liberaller, azınlıklar, önemli oranda Kürtler AKP treninden indiler. Gülen Cemaati, AKP ile iç içe geçtiği halde, tabanını kaybetme riskine rağmen trenden indi. Ama yolsuzluk dosyalarının ifşası, 17-25 Aralık fatura edildiği için Gülen grubu ağır bir kıyıma maruz bırakıldı. Yeni Asya Cemaati, Furkan Cemaati gibi gruplar AKP ile mesafeli durdu. Böylece iktidarın zulmünden değilse de, yolsuzluk ve kirlerinden kendini korudu. Süleyman Efendi Cemaati’nin ana akımı baştan itibaren AKP’ye karşıydı. Erdoğan bu sebeple onlara zulmetmeye herkesten önce başladı, yurtlarını yıktırdı, cemaati böldü. Ama geriye kalan dini cemaatler maalesef kirlenmiş, yozlaşmış, boğazına kadar zulme batmış AKP treninden inemediler, aksine daha da yapıştılar. Zira AKP diğer cemaatlere Gülen Cemaati’nin çökülen mallarını, imkanlarını taahhüt etti ve bir kısmını onlara dağıttı. KHK’larla tasfiye ettiği nitelikli kadroların yerine bunların yetersiz, niteliksiz elemanlarını doldurdu. Cemaatlerin ve tarikatların önderlerine ihaleler, imkanlar, makamlar verdi. Kirli işlerine bulaştırıp onları şantaja, tehdide açık hale getirdi. Ayrıca bu cemaatlerin tabanı cemaat yönetimi üzerinden ağır siyasi propagandaya maruz kaldılar.
Yıllarca siyasal İslamcılarla geleneksel cemaatler arasında uçurum oluşmuş, birbirlerine ağır hakaretler etmişlerdi. Pek çok cemaatin-tarikatın MSP, Milli Görüş çizgisindeki İslamcı partilere oy vermeyeceği adeta kanaat-i katiyye olmuştu. Üçüncü dönemden sonra Erdoğan’ın AKP’si MSP, RP ile dahi kıyaslanamayacak kadar siyasal İslamcı hale geldi. Taraftarlarını radikalleştirdi, şiddete, silahlanmaya açık hale getirdi. Bu safhada dünün ılımlı, geleneksel dini cemaatleri AKP’nin kirli ve ayrıştırıcı politikalarının parçası oldular. Daha önce radikal yaklaşımlara, şiddete açıkça tavır alabilen (bazı) cemaatlerin, grupların çocukları ya dinden kopup sekülerleştiler veya radikalleşip şiddete yatkın hale geldiler. İntihar eden merhum Enes Kara örneğinde gördüğümüz üzere ebeveynlerinin ve cemaat çevresinin ikilemleri, ilksesizlikleri nedeniyle dini çevrede yetişip deist-ateist olan çok genç var. İlkesizlikleri hazmedebilenler ise söylemlerinde dini-mukaddesatı kullanan ama bohem yaşayan AKP militanlarına, Erdoğan hayranlarına dönüştüler.
AKP ile birlikte yürüyen cemaatlerin, tarikatların önceliği artık ahlak, ibadet, kalp hayatı, tasavvufi derinlik filan değil. Onların ajandasında kazanımlarını korumak var. Son zamanlarda söylemlerine siyasi kavramlar hakim. AKP on iki asırlık tasavvuf ekollerini, gönül ve hal dergahlarını yozlaştırdı, sıyasallaştırdı. AKP destekçisi tarikatlar-cemaatlar düştükleri halin farkında bile değil. Farkında olanların yapabileceği çok şey yok. Zira kirli ve zalim AKP ile bütünleştiler. İktidarın nimetlerine, imkanlarına fazla alıştılar. İlkesi ve kutsalı olmayan Erdoğan’a rehin düştüler. Artık bu trenden inemezler. İnmeye kalkanlar operasyona maruz kalır, ağır kayıplar yaşar. Çünkü tabanlarını Erdoğan rejimine dolgu malzemesi yaptılar. Ayrıca Erdoğan MİT üzerinden bu cemaatlerin tarlalarını sürdü, kadrolarını şekillendirdi. Ayrışmaya çalışsalar bir yarıları Erdoğan’ın elinde kalır.
Yazık ettiler kendilerine! Kısa vadeli ve dünyevi bazı kazanımlar için tarih boyunca alınlarına yapışacak bir kara edindiler. Basiretli davranıp zamanında Erdoğan’ın treninden inemediler. AKP yozlaştıktan, hırsızlığı aleniyet kazandıktan sonra teslim oldular, hem kendilerini hem de tabanlarını heder ettiler.
AKP’nin cemaatleri rehin alıp dilediği gibi kullanmasında cemaatlerin vebali büyük. Ama her fırsatta din düşmanlığı yaparak, kendilerinden daha nitelikli ve eğitimli dindarları bile aşağılayıp dışlayarak dindar kitleleri kirli AKP’ye mahkum ve mecbur eden CHP’nin, laikçilerin payını da unutmamak lazım. CHP içinde AKP lehine çalışan ve dindarları AKP’ye iten bir lobi var ve bu lobi oldukça güçlü, etkin.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***