Birçok bilim insanı “komplo teorisi” kavramının yanlış kullanıldığını, çünkü ‘komplo’ anlatımının ‘teori’ tanımına uymadığını ve dinamiğinin farklı olduğunu söyler. Jakob Johann Müller ve Cecile Loetz, komplo masalının bir teoriden çok bir yanılsama olduğunu yazar ve şizofreniye yakın bir yere oturturlar… Ben yazılarımda sadece bir fenomene, ‘ilkel duygulara mantıksal görünen gerekçeler bulma çabasına’ vurgu anlamında bu kavramı kullanıyorum. Paranoyak eğilimler her insanın tanıdığı bir durumdur.
Karanlıkta yürürken arkamızdan bizimle aynı yöne yürüyen insanın bizi takip ettiğini düşünmemiz ya da evde otururken duyduğumuz bir sesi eve hırsız giriyormuş gibi yorumlamamız gibi… Paranoya içimizde oluşan, anlamadığımız ve anlamlandıramadığımız bir hali ‘kötü’ye yorumlamamız, bu kötü fanteziyi dışımızdaki masum birinin üzerine atmamız (arkadan yürüyen adam gibi) ve durumumuzdan onu sorumlu tutmamızdır.
Açıklayamadığım bir hale en kolay ve kestirme açıklamayı bulmak, anlamaya çalışmaktan kaçınıp birilerini bu durumdan sorumu tutmak. Kendi içimdeki bana ait ve birbiriyle uyumsuz ruh hallerimi dışarıya atmak, birinin üzerine yıkmak ve böylece sadece bana ait bir meseleyi iki (ya da daha fazla) kişi arası bir meseleye dönüştürmek. Belirsiz ve anlamlandıramadığım, sorumlusunu ve kaynağını bilmediğim ruh halimi birinin üzerine yıkarak içimdeki durumdan onu sorumlu tutmak, bu soruları da kendimce yanıtlamak…
Kötüden ben sorumlu değilim, şeytana uydum. Beceriksiz değilim, nazar değdi. Sakar değilim Tanrı cezalandırdı. Yoksuluz çünkü gavurlar gelişmemizi istemiyor… Komplo masalları işte tanıdığımız bu durum üzerine inşa edilir. Anlık algılanan bir şeyin yanlış tercümesiyle oluşan bu kanı güçlendirilir ve doğru olduğuna dair yanlış enformasyonlar verilir. Kısacası, gece yürürken takip edilip edilmediğimi düşündüğümde, yanımda yürüyenin bana yalan söylemesi ve yanlış bilgilendirmesi sonucu oluşan kesin kanaat: “Arkamızda biri var, bizi takip ediyor, elinde silah var, adımlarını sıklaştırdı!” Korku dinamiğinin mantığı kuşatmasıdır bu.
Örümcekten korkan biri için korku anında bir örümcek bir aslandan daha büyük ve tehlikelidir. Korkan insan böyle zanneder. Korku geçtikten sonra bunu mantıklı olarak konuşabilirsiniz, ama korku anında değil. Erdoğan sıkça, insanların bilinen normal sınırlarda olan ve yer yer korku anlarında yaşadıkları bu paranoyak eğilimi kendi amaçları için kullanıyor. Korkan insanlara sürekli korkuları artıracak masallar ve yalanlar söylüyor ve bu insanların korkularından kurtulmalarını engelleyerek, onların mantıklı ve sakin düşünmelerine de fırsat tanımıyor: “Dışarıda düşmanlar var! Bu düşmanların işbirlikçileri bizi yok etmek istiyor! Dinimiz elden gidecek, faiz lobisi bizi yıkacak, vatan-millet yok olacak! Pusu kurdular, kamuflaj yaptılar! Yeryüzündeki halklar, devletler bizi yok etmeye çalışıyorlar, ellerinde bıçaklar, adımlarını sıklaştırdılar!”
Halk korku içinde büzüşerek beklerken ortaya esas oğlan çıkıyor, “Eyyy Avrupa!”, “Eyyy Amerika!” diye narasını atıyor. Halka dönerek “Ben sizi örümcekten korurum; bakın örümceğe meydan okudum!” diyor. İnsanlar ne kadar çok korkuyorsa, o insanlar arasında kahraman olmak o kadar kolaydır. Karanlık insan öldürmez, insan yemez. Ama karanlıktan korkan insanların korkularını palavralarınızla güçlendirir ve sonra “Arkamdan gelin, ben sizi korurum!” diyerek, hiçbir şey yapmadan kahraman olabilirsiniz.
İşin garibi, bu kahraman, namaza bile binlerce korumayla gidecek kadar kahraman. Bazen, acaba Erdoğan kahraman olmaktan çok kendi korkaklığını halkı korkutarak ve böylece halkın üzerine atarak kurtulmaya mı çalışıyor diye düşündüğüm oluyor. Kendi korkusundan kurtulmak için korkusunu dışarıya, halkın üzerine atıyor. Bonus olarak üstüne bir de kahraman oluyor! Bu kahramanlık hikâyesi bir yanıyla hüzünlü, diğer yanıyla tiksindirici bir Don Quijote hikayesi…
Kültür kuramlarında fonksiyonalizmi geliştiren sosyal antropolog Bronislaw Malinowski’ye göre kültürün en önemli işlevi, insanda ve toplumda olan korkuları azaltmaktır. Ritüeller ve töreler bu amaçladır. Paranoyak eğilimler yaşadığımız kültürde de kabullenilmiş, hayatımıza entegre edilmiştir ve bu durum bize en doğal durummuş gibi gelir. Nazar tasarımı, ‘dışarıda kötü, kötülük ve kötü insanlar var ve bu kötülükten korunmak için önlem alıyorum’ anlamını da içerir. Bu, dışarıda bizi bekleyen (dış güçler) kötünün ön kabulüdür ve bu kötülükten muska taşıyarak, “doğaüstü güç”ten destek alarak korunabiliriz.
Muska konsepti
Bizim hayal dünyamızda Erdoğan’ın yedi düvele meydan okuyan olağanüstü ve korkusuz bir cengâver gibi sunulması, dış güçlere karşı muskamız ve nazar boncuğumuz gibi bir işlevi üstlenir. Muska konseptine büyüteçle baktığımızda, kıskançlığın ve içimizdeki hasedin dinamiğin merkezinde olduğunu anlarız. Öteki, korktuğumuz ve bize nazar değdirecek olan bizden güçlüdür, donanımlıdır, bizi alt edebilecek kapasitededir. Aynı zamanda bu kötü-öteki beklemediğimiz anda bize saldıracaktır.
Bu karşılaştırmada dolaylı olarak benim güçsüzlüğüm ve çaresizliğim vardır. İşte bir karşılaştırmada zayıf ve yetersiz durumdaysam ve öteki iyi durumdaysa, bu eşitsizlik insanda beklenen bir kıskançlık tepkisini doğurur. Nazar konseptinde bizim ötekini kıskandığımızdan çok, ötekinin bizi kıskanacağını varsayarız. Böylece kıskançlığımızı başkasına yansıtır ve yansıttığımız kişinin bizi kıskandığı için nazar değdireceğine inanırız. Nazar değdirecek kişinin zaman zaman bizi yok edeceğini sanmamız, sonsuz ve yok edici bir öfkenin olduğu hasede işaret eder. Biz kötü değilizdir, kötü olan ötekidir, biz kendimizi savunuyoruzdur sadece. Muskayla, mucizeyle, kerametle ve efsunla kötüyü yok edeceğimizi sanırız. Dış güçlerle ve ekonomik krizle de bir liderin (mesela Erdoğan’ın) kerameti sayesinde baş edeceğimize inanırız. Dışarıdan bu filmi gören birinin kötüyü lokalize etmesi ve bizi göstermesi de bizi öfkelendirir. Biz barışçıyızdır, savaş istemiyoruzdur, ama yıllardır bir savaşın içindeyizdir…
Lakoff çok haklı: Askeri saldırganlıklara verilen her ad çok romantik, çok duygusal ve çok barışçı. Kıbrıs’a yapılan çıkarmanın adı bile “Barış Harekâtı” idi. Kürtlere yapılan operasyonlar, Suriye ve Irak’a yapılan askeri harekatların adları lirik şiir dizeleri gibi…
Biz muskasız var olamayız. Erdoğan zaten kutsalın bize yaptığı bir torpil gibi algılanıyor. Fonksiyonalizm tartışılırken Malinowski’nin o dönemdeki en önemli eleştirmeni ve rakibi olan Alfred Reginald Radcliffe-Brown, Maliowski’nin kuramına itiraz eder: Kültür korkuyu azaltmayı amaçlar ama azaltmaya çalıştığı korkuyu üretir de! Muska ve nazarlıkla korkuyu azaltan kültür, korkuyu önce yaratıyor da. İslam, dünyayı dualite üzerinden helal-haram, iyi-kötü, günah-sevap üzerinden kuramsallaştırır ve kötü en başından beri vardır. Dünyadaki karmaşık, en zor fenomenleri dinsel anlatılar da çok basite indirger. İnancın bilgiyle yarışında inancın avantajıdır bu.
Din adamlarının küresel sorunları tek cümleyle açıklamaları bir espriden çok dinlerin açıklama biçimlerinin genelde böyle basit ve kolaycı olmasıyla ilişkilidir. Mesela ‘kötü’nün hiçbir emare olmadan orada olması varsayımına karşı İslam’ın korunması dualar ve dinsel ritüeller üzerindendir. Bu nedenle bir ortama girerken önlem niyetiyle dua ederek adımımızı atarız. Orada bir kötü vardır ve biz bu kötüyü dualarımızla savuşturduğunuzu kurgularız. İşte bu kültürel doku ve yukarıda anlatmayı denediğim bireysel paranoya yatkınlığı, Erdoğan ve komploculara bonus puanı, propagandayla bu duygusal yoğunluğu kanalize etme olanağı sağlıyor.
Politik tiksinti
Biz dünyaya geldiğimizde anne-babalarımıza güvenir ve bu insanların güvenilir olduğundan yola çıkarız; anne-babanın kötü ve manipülatif olması çocuk için faciadır. Daha sonraları yetişkinliğimizde bazı insanlara güvenerek, onların söylediklerinin doğru olduğu ön kabulüyle kendimizi konumlandırırız. İşte bu güvenilen insanların, mesela politikacıların bu güveni kötüye kullanmaları da bir faciaya yol açıyor. Bu aldatmayı fark edenlerde politik tiksinti oluşuyor. Antropolog Mary Douglas, pisliğin “olmaması gereken yerde duran bir şey” olduğunu yazar. Yani bokun yeri tuvalettir; mutfakta tiksinti uyandırır. Yalan, hırsızlık ve rüşvet iddiaları, güvenilen insanların aslında hiç güvenilmez olması, yani “sembolik pisliğin” olmaması gereken yerde durması da tiksinti yaratıyor.
Hırsızın hırsız olması ve üçkağıtçının aldatmayı denemesi hoşumuza gitmese de, bunlar o insanların yaşam sürdürme biçimleriyle uyumludur. Ama ülkeyi yönetmesi için iktidar emanet edilen insanların, yani bakanların, başbakanların ve devlet başkanlarının yalan söylemesi, hırsızlıkla suçlanması… Halkı aldatmasını ya da hiçbir koşulda yalan söylemesini beklemeyeceğimiz, hiçbir koşulda kendisine emanet edileni çalmayacağını düşündüğümüz kişilerin, sonsuz güven gerektiren konularda en güvenilmez olmaları gerçeğiyle karşılaşmak bir süre sonra tiksinti yaratıyor. Üstün bir ahlakı savunan ve bu ahlakı Allah’ın denetimine sunduğunu söyleyen, ahlaki tutarlılık açısından bu bağlamda kendini diğer insanlardan üstün sayan bir Müslümanın yalan söyleyip ahlaksızlık yapması da tiksinti uyandırır; çünkü bir olay hiç olmaması gereken insanlarda karşımıza çıktığı için tiksiniriz. Bazı dini yurtlardaki cinsel taciz olaylarının hukuksal bir suç olmasının yanı sıra bizde oluşan aşırı tiksintinin altında da bu neden yatar. Ana-baba ve devletin göremediği bir yerde Allah’ın gözü önünde bu suçun işlenmesinin yarattığı tiksinti…
Uyuşturucu masallar ve bitmeyen çocukluklar
Bunlara rağmen bazı insanlar hala Erdoğan’dan yana. Yıllarca Erdoğan’a inanan insanların birçok konuda bakar kör olmaları, durumu görmezden gelmeleri kendi emeklerinin çöpe gitmesini kabullenmemekle de ilgili galiba. Ömürlerinin yarısını bir politik palavra üzerine kurmuş insanlar, emeklerini ve inançlarını çöpe atmamak için, yaşadıkları inançsal dünyayı anlamsızlaştırmamak için Erdoğan’ın saçmalıklarını anlamlandırarak kendi anlamsızlıklarını anlamlandırmak istiyorlar. “Reis’in bir bildiği vardır; Reis yapıyorsa mutlaka doğrudur…” Vaz geçmek, çöpe atmak bir eksilme ve bir değersizlik duygusu yaratacağından, değersiz duruma düşmemek ve emeklerinin boşa gitmemesi için yalanlara sarılarak bir mucize bekliyorlar. İşte Erdoğan gene bu noktada sahneye çıkıyor ve mucize sözü veriyor, dış güçleri yeneceğini vaat ediyor. Masallar ülkesinin masal dinleyicileri realiteden kaçabilmek için başka bir masala inanarak teselli buluyor… Çocukluk işte! Realitenin zorluğu çocuğu hayal âlemine kaçmaya, hayallerde teselli bulmaya zorlar. Çocuklara masallar okuduysanız bilirsiniz; çocuklar aynı masalı bir daha, bir daha, her gece dinlemeyi severler. Masallar çocukları mutlu eder. Masallardaki sorunların kolay ve basit çözümleri vardır. Ekonomik krizi kerametle çözersiniz, doları bağırarak, efsunlu sözler ya da dualarla düşürürsünüz. Dolar düşer, tansiyon düşer… Halkın her gece trollerin ve Erdoğan’ın gözümüzün içine bakarak anlattığı yalanlara inanması belki de bu yüzden. Gerçek hayatın katlanılamayacak kadar zor olmasına karşı bulduğumuz nazar boncuğu Erdoğan. Erdoğan belki de boynumuzda taşıdığımız muska işlevi görüyor; bu nedenle fotoğrafını bir yerlere asıyoruz. Açlığını yemek programları izleyerek doyurmaya çalışan, dolmuş bileti bulamayan halka uzaya gitme hayalinin satılması…
Realite, çoğu kez kabul edemeyeceğimiz kadar acıdır. Realite bizi yetersizliğimiz, önemsizliğimiz ve beceriksizliğimizle yüzleştirir. Bu da kısacası narsistik bir kriz demek. Her insanın deneyimlediği şeydir: Kendi yetersizliğimizi ve negatif duygularımızı dışarı atarak, birilerine projekte ederek narsistik dengemizi korumak isteriz. İyi notu ben alırım, kötü notu öğretmen verir (dışımda biri, kötü biri, dış güç). İş başarısı benimdir, ama işten “adi patron” atar. Aslında ben namuslu adamımdır ama kadın mini eteklidir. Bana göre mutsuzluğumuzun nedeni belki de çocuk kalmamız; çocuklukta işe yarayan mekanizmaların yetişkinlikte işe yaramaması. Nazar boncuğuyla kötülüğü yenemeyeceğimizi kavramamız… Süpermenler film kahramanlarıdır; gerçek hayatta böyle insanlar yoktur. Kötü notu alan da aslında benim…
Çocuklar kirlendiklerini bilmezler… Zaten temizlik yetişkinlere özgüdür; çocuk kir ve temizin ayrımında değildir. Binlerce insana Kürt, solcu, muhalif, dinci, Fetöcü vs. denilerek zulüm yapılıyorsa kirleniyoruz demektir. Nazi zulmünden sonra insanlık iki şeyi kavradı: Nürnberg Mahkemeleri insan haklarının ‘devletin iç meselesi’ olamayacağının altını çizdi. İkincisi de, susmak ve bilmiyorum demek suça dâhil olmaktır. ‘Haberim yoktu, görmedim, duymadım, beni ilgilendirmez’in o tarihten beri hükmü yok! Suçluyuz; her birimiz kendimize düşen suçu ve sorumluluğu fark etmek ve ona göre konumlanmak durumundayız. İnsan olmak böyle bir şey. Yaramaz çocuklar gibi kirin farkına varmamış gibi davranmamız, bu kadar zulümden sonra gizlenebilir gibi değil. Pis ve temiz, kültürle belirlenir. Her kültürün kabul etiği pis, kir ve kötü vardır: Zulüm, katliam, hırsızlık, yolsuzluk, taciz ve yalan kültürlerin ortak kötüsüdür. Erdoğan ve yandaşları ‘kötü’yü yok ettiler. En büyük insanlık suçu, kötünün ortadan kaldırılması ve her kötülüğün mübah olmasıdır! Çok kirlendik… Biz ‘ötekiler’e zulüm yağdıran sahici ‘dış güçleriz’. Ve fakat ötekilerin zulmümüzden kurtulabilecekleri nazar boncukları, kendilerini avutacakları masalları yok…
“Beni siz intihar ettiniz”
Kültürleri inceleyenler bilir: Ölüye saygı, kültürlerin ortak değeridir. Savaşlarda bile ölülere saygın ritüeller yapabilmek için geçici ateşkes ilan edilir; öldürdüğünüz düşmanın cenaze ritüeline izin verirsiniz. Bu insanlar düşman olmayı bile becermiyorlar, sadece tiksinilecek birer obje olabiliyorlar… Devletin bu kadar zulüm yapması, güçler arasındaki aşırı dengesizlik, yönetenlerle muhalifler arasındaki aşırı asimetrik ilişki… Bu duruma da alıştık. Son yıllarda bu zalimler savaş kültürünün “ölüye saygı” tutmunu bile katlediyorlar. Kültürü ve kültürel değerleri de… Kültür, düşman bile olsak insanlar ve gruplar arasındaki ilişkinin çerçevesini çizer. İşte insan olabilmenin bu düzlemini yok ediyorlar. Demokrasiden vazgeçtim, birbirimizin kaliteli, ilkeli ve hukuka riayet eden düşmanları olmayı becerebilir miyiz? Namertlik yapmadan (maço bir dil, biliyorum), namert olacaksanız bile en azından namertliğin raconuna uyarak! İntihara dair psikanalitik onlarca açıklama var; sosyolog Émile Durkheim’ı da konuşabiliriz mesela… Bir Kürt kadın cezaevinde intihar etmiş. Yıllar önce Türkçe çevirisini okudum. Annesi bizim oralı, İzmir’li olan Antonin Artaud’un “Beni siz intihar ettiniz!” deyişi bu durumu daha iyi anlatıyor. İntihar insanın kendisini yok etmesi gibi görünse de bir cinayettir aynı zamanda, katili ve mağduru intihar eden kişidir. Bazı intiharlarda bir kişi kendini öldürse, katili kendisi gibi görünse de katil başka biridir. Artaud, intihardan intihar edeni değil toplumu, yani bizi sorumlu tutuyordu… Mahkûmların canı devlete emanettir. Mahkûm, tutuklu birinin intiharında devlete uygun bir sıfat bulunmalı ayrıca…
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***