ve tarih upuzun bir hikâye miydi -öyle diyorlardı
bir işçi kıza söyledim bunları, yalandır, dedi*
Yazı dizisinin ilk bölümüne gelen yorum ve eleştirilerden yola çıkarak bir parantez açıp bu ve bir sonraki bölümlerde üç konuya açıklık getirmeye çalışacağım. En başta, bugün Kemalizm üzerine yeniden düşünmeye neden ihtiyaç olduğunu gerekçelendireceğim. İkinci olarak, bu yazı dizisinin nasıl bir amacı olduğunu detaylandıracağım. Son olarak ise dizinin gelecek sayılarının hangi konuları ele alacağının kısa bir dökümünü yapacağım.
Son on yıldır Türkiye’nin iki yüzyılı aşan engebeli ve dolambaçlı modernleşme macerasında bir parantez açıldı. Ne var ki, bu parantez basit bir duraklama veya bocalamanın çok ötesine geçti. Ülkenin bu iki asırlık tarihsel yolculuğunda defalarca kere yaşandığı gibi, kaptan köşkünde oturanlar, sadece tekneyi dirisa etmedi, teknenin rotasını değiştirmedi; teknenin dümeni parçalandı, çapası koptu ve pusulası bozuldu.
Bir yanıyla, Bizans, İran, Moğol, Arap ve Hint gibi kadim hükümdarlık geleneklerinden beslenmiştir ülke bürokrasisi. Öte yandan, modern şekillenişi Batı örneklerinden ilhamla gerçekleşti. En nihayetinde, kendine has kuvvetli ve hatta tutucu kodlar, usüller ve ritüeller geliştirebilmiş ceberut bir bürokrasi ağı ortaya çıktı.
Bu ağ son on yılda kurum ve kadrolarıyla, anlık nüfuz hesapları, günlük siyasi saiklerle tuğla tuğla söküldü, kolon kolon yıkıldı. Sonunda geriye ülkenin modern tarihinin vizyon, bilgi ve iradeden en yoksun resmi kadrolarının başında gardiyanlık yaptığı bir devlet enkazı kaldı. Yani, ironik de olsa, tarihsel olarak “güçlü” despotizmlerle özdeşleşmiş topraklarda, bu defa toplum “kudretsiz”, savrulan, kaotik bir devlet ağının ceberutluğu, endişeleri, işbilmezliği ve fırsatçılığıyla sınanıyor.
ÜLKE BİR ÇÖKÜŞÜN EŞİĞİNE ULAŞTI
Enkaz haline gelen yalnızca bürokratik ağ olmadı şüphesiz. Ekonomiden eğitime, dış siyasetten spora, şehir dokularından ekolojiye, kültür-sanattan akademiye ülke, toptan bir çöküşün eşiğine ulaştı. Bu esnada, ülkenin Soğuk Savaş döneminde belirginleşen toplumsal-kültürel-siyasal fay hatları da 1990’lar sonrasında çeşitlendi, yayıldı.
Son on yıllık otoriterleşme sürecinde ise aktif düşmanlaştırma siyasetiyle bu kırılma hatları derinleşti ve hareketlenmeye başladı. Bu bağlamda, 1990’lara kadar tabular, susturmalar vasıtasıyla da olsa, bütünlüğünü en azından büyük ölçüde koruyan ortak kuruluş mitinin tarih ve coğrafi tahayyüllerinde çatlaklar oluştu.
Bu çatırdamaya belki de son darbeyi, Şubat 2012’de bürokratik-siyasi itişmeye, 17-25 Aralık 2013 ardından devletin iç savaşına ve 15 Temmuz 2016 akabinde ise siyasi-kırıma/temizliğe dönüşen Cemaat ile gerilim vurdu. Böylece ülkede hiçbir etno-siyasi aidiyetin, bürokratik konumun ve hatta ehli sünnetliğe referansla pozisyon tanımlamanın bile iç düşmanlaştırmaya mani olamadığı bir korku iklimi oluştu. Bu gelişmeyle birlikte, toplumsal çözülme yönünde bir eşik daha aşılmış oluyordu.
Türkiye toplumu, rejim taraftarları da dahil olmak üzere, birbirine paydaş bir tahayyül, kök birliği inancı veya hukuki-idari sözleşme etrafında meydana gelmiş bir cemiyet olmaktan tamamen uzaklaştı. Ve hızla birbirine imkansızlıklarla mecbur, endişeli kamplar ve hatta klanlar haline dönüştü. Kısacası, bir nüfusun toplum olabilme vasıfları silindi.
Doğal olarak, toptan çöküşle yüz yüze kaldığımız bu tarihsel dönemeçte, kurucu kadronun, dönemin ve onlara atfedilen ideolojik geleneğin yeniden gözden geçirilmesi yakıcı bir ihtiyaca dönüşüyor.
YENİ BİR TOPLUM VE ÜLKE TAHAYYÜLÜ TARTIŞMALARI…
Bu gözden geçirme iki noktada önemi olduğunu düşünüyorum. Birincisi, bugünün 1920’lerdeki kurucu momentle ilişkiselliğini anlamak ve belki de buradan çıkarılabilecek derslerle yeni bir toplum ve ülke tahayyülü tartışmalarına kavramsal katkı sunabilmek. Yalnız, bu cümlede altını özellikle çizmem gereken ifade ilişkisellik. İlişkisellikten kastım, mekanik, çizgisel bir sebep-sonuç, yani nedensellik aritmetiği değil. Daha ziyade, bu kavramla izah etmeye çalıştığım geçmiş ile bugün arasında güzergahı ilişkisellik çerçevesinde anlarsak, bir eylemin/koşulun (siyasi tercih, küresel etki) ardılı tepkiyi veya süreci doğrudan belirleyemeyeceğini kabul etmiş oluruz.
Detaylandırırsam, ilişkisel bir metodolojik yaklaşımla başlangıç noktası sayılan olayın, ancak nihai tepkinin, sürecin, sonucun oluşumuna olanak ve kaynaklar sunabileceği veya oluşlarının sınırlarını çizebileceğini savlamış oluruz. Bu anlamda (varsayılan) sebep ile sonucun zamansal kopuş bile yaşayabileceğini ve sonuçların ihtiyaç duyduğu muhayyel veya hakiki sebeplerin, köklerin tarihin puslu sayfalarında keşif veya imal edilebileceğini de varsayabiliriz.
Zira tarihsel ilişkiselliği, ideolojik veya başka türden yapısalcı indirgemeciliğin karikatürleştirdiğinden çok daha karmaşık, zikzaklı ve öngörülemez bir örgü olarak ele almalıyız. Çünkü bugünkü oluşumunda, bidiğimiz halinin ortaya çıkışında sadece kontrol edilemez küresel etkiler değil, aynı zamanda yaratıcı (kolektif) aktörlüğün belirleyici rol oynadığı sonuçlardan bahsediyoruz.
Somutlarsam, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 1924’te kurulması ile siyasal İslamcılığın bilhassa 1980’ler sonrası yükselmesi arasında doğrudan bir çizgi çekmekten imtina ediyorum. Tersten okursak, tek parti döneminde yaratıldığı iddia olunan “Sünni, dindar mağduriyeti”nin veya “merkez-çevre gerilimi”nin, 1990’larda fırsat oluşunca siyasal İslamcı/gelenekselci patlamaya yol açtığı argümanlarına oldukça mesafeli bir noktada duruyorum. Ancak, 1924’te yapılan esasında tutarlı bu ve ardılı tamamlayıcı tercihlerin kendilerince öngörülmedik ve istenmeyecek biçimde, siyasal İslamcı/Sünnici aktörlerin elinde olanak olarak mobilize edildiğini, bu aktörlere kaynak yarattığını da teslim ediyorum.
Hakeza, 1961 Anayasası’nın ardından emek muhalefeti, sosyalist vb. hareketlerin yükselmesi gbi amaçlarının çok ötesinde sonuçlar doğurması veya 12 Eylül’ün Atatürkçü askerler ve bürokrasisinin anti-komünist histeriyle nihayetinde kendilerinin de tasfiyesine vesile olacak muhafazakarlaştırma, mütedeyyinleştirme siyasetine girişmesi gibi.
Birincisinde sol siyasi öznelere, ikincisinde Sünnici, İslamcı siyasetçilere kredilerini vermek gerekir. Kısacası, yaratıcı aktörlüklerin küresel etkilerle kesişen müdahaleleri, oldukça kritik dönemeçlerde muktedir siyasi liderlerin, bürokratların ajandalarının istenmeyen/öngörülmeyen veya geri tepen etki ve dolayımlarına yol açmıştır.
Bu tür bir tarihsel ilişkisellik, beni longue durée, yani uzun erimli devamlılık argümanlarına da ihtiyatla yaklaşmaya itiyor. Bu uzun dönem, süreç ve sonuçları reddetmek anlamına gelmiyor. Daha ziyade, bu süreçlerin/etkilerin türdeş olaylar, ajandalar/programlar ve kadro/aktör yapısı ihtiva ettiği varsayımına mesafelenmek çabasına işaret ediyor. Bunun bir örneği, ülkenin kanlı, karanlık tarihini nasıl okuduğumuz, nitekim bu konuyu yazı dizisinin Dersim Soykırımı bölümünde ele alacağım.
‘ZİHNİYET’ DEVAMLILIĞI MİTOSU
Bu bağlamda, oldukça sorunlu gördüğüm bir tutum, popüler tarih anlayışında/algısında özellikle 1990’larla yaygınlaşan “zihniyet” devamlılığı mitosu. Bu varsayımı besleyen temel memba ise son 150 yılın tarih-yazıcılığımızda hala çok nüfuzlu ideolojik determinizm ve bunun devamlılığı iddiasındaki varyantlarıdır.
Dizinin ilk bölümündeki “tıpkı İttihatçılık gibi Kemalizmin de ‘şeyleştirilip, otantik/yerel, sistematik bir doktrin veya ideolojik ‘öze’ sahip, ‘davranışa yön veren’ bir dünya görüşü veya yol haritası’ olarak tanımlanamayacağı” ifadesi ve Kemalizmin zaman ve bağlam ötesi bir fikir sistematiği olarak ele alınamayacağını önermem işte bu arazı aşma çabasına işaret ediyor.
Serinin bu bölümünde ilk olarak Kemalizmin farklı çehrelerini ve kurucu dönemin bugüne etkilerini şu an yeniden konuşmanın neden yakıcı bir ihtiyaç olduğunu tartıştım. Daha sonra bu yeniden değerlendirmede nasıl bir metodoloji izlenmesi gerektiğine dair pozisyonumu paylaştım.
Özetlersem 1920’lerden bugüne uzanan tarihi A ise B gibi zımnen veya açıktan bir nedensellik içinde okumayı sorunlu buluyorum. Bu tür yaklaşımların geçen zaman zarfında ortaya çıkan kritik kırılmalardan, politik aktör müdahalelerinden, yön verici küresel etkilerden korunaklı, Ali Yaycıoğlu’nun tabiriyle, ‘zaman tünelleri’ yarattığını düşünüyorum. Gelecek sayıda ise Kemalist dönemi ve dolayımlarını bugün tekrar ziyaret etmekteki ikinci gerekliliği, mevcut yaklaşım ve varsayımların sınır ve sorunlarını gözden geçireceğim ve entelektüel/akademik sorumluluk kavramını inceleyeceğim.
Bu bölümü bir genel not düşerek noktalamak isterim. Bu yazı dizisindeki amacım mevcut çerçeveleri tümden reddedip yerine bütünlüklü bir alternatif önermek değil. Esas başarmayı umduğum zaten yakın zamanda birikmeye başlamış bir diyaloğun derinleşmesi için katkıda, çoğulculaşması için de davette bulunmak.
Bu hafta içerisinde yayınlanacak yeni bölümde buluşmak üzere.
*Kayıp Adresteki, Ahmet Telli
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***