Dış Politika Uzmanı ve Eski Diplomat Ömer Murat’ın Kronos’ta yer alan analizi:
Batı ile Erdoğan Türkiyesi arasındaki ilişkiler iyice yıprandı ve kopma noktasına geldi. Fakat dün yaşananlar bir kez daha gösterdi ki iki taraf da bu neticeyle yüzleşmeye hazır değil. İki taraf da krizi ertelemek suretiyle durumu idare etmeye çalışıyor. Batı uzunca bir süredir Türkiye’ye yönelik siyasetini şu hedef doğrultusunda şekillendiriyor: Erdoğan rejiminin mukadder çöküşünün, sonuçlarını kontrol edemeyeceği dışa doğru bir infilak (explode) yerine, içe çökme (implode) şeklinde gerçekleşmesini sağlamak…
Bu ne demek? Öncelikle bu, Türkiye’nin iç sorunlarını Batı’nın aslında çok da fazla dert etmediği anlamına geliyor. Batı artık Türkiye’nin bir demokrasi olmayacağını kabullenmiş durumda. Türkiye’nin Batı kampında yer almasını önemsiyor ama bunun için yeni kurumsal çerçeveler üretme meselesini Erdoğan sonrasına bırakıyor. Batının müttefiği olmak için illa da demokrasi olmak gerekmiyor. Bunun Ortadoğu’da Mısır, Ürdün gibi pek çok örneği var.
TÜRKİYE KENDİSİNİ BATIYA BAĞLAYAN KURUMLARLA CİDDİ SORUNLAR YAŞIYOR
Türkiye’yi halihazırda Batıya bağlayan bellibaşlı üç kurum var. Bunlar önem sırasına göre NATO, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği’dir. Erdoğan rejimi altında hukuk ve demokrasisinde uğradığı erozyon nedeniyle bugün Türkiye’nin bu üç kurumla da ilişkileri tarihinde hiç olmadığı seviyede yıpranmıştır. Avrupa Birliği’ne hala resmen aday ülke olmakla birlikte fiiliyatta böyle bir statünün var olup olmadığı bile tartışılır haldedir. Taraflar sanki bu statü varmış gibi devam etmekte, ama aslında olmadığını da gayet iyi bilmektedir. NATO üyeliği Türk-Amerikan ilişkilerinin kurumsal ayağının dayandığı yerdir. Türkiye’nin Rusya’dan S-400 alması sonrası ABD’nin bir NATO müttefikini CAATSA (ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası) kapsamına alarak müeyyideler uygulamasıyla esasen o kurumsal bağlantıda da ciddi bir sarsıntı yaşanmaya başlamıştır. O anlaşmazlık tüm hararetiyle sürmektedir ve Erdoğan iktidarda olduğu müddetçe çözülme ihtimalinin de olmadığı anlaşılmaktadır.
Avrupa Konseyi’ne geldiğimizde, bu uluslararası kuruluşun en kritik organı, temel belgesi olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni denetlemekle görevli Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’dir (AİHM). Türkiye bu sözleşmeye taraf olarak AİHM’e bir hakim göndermiş ve kararlarını uygulayacağını, hatta bu kararları Anayasa Mahkemesi’nin iptal edemeyeceğini kabul etmiş durumdadır. Buna rağmen Erdoğan rejimi bir süredir AİHM kararlarını uygulamamaya başladı. Bunların en çarpıcı örnekleri Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş davalarında yaşanıyor. Eğer Türkiye bu tutumunu devam ettirirse Avrupa Konseyi’nden çıkarılmasıyla neticelenecek bir “ihlal prosedürü” başlatılmak üzere…
ERDOĞAN OTOKRASİSİNİN BATILI KURUMLARLA UYUMSUZLUĞU GİDEREK BÜYÜYOR
Erdoğan bir yandan Türkiye’yi giderek daha fazla bir Ortadoğu otokrasisi haline getirirken ve bundan vazgeçmeye hiç niyeti olmadığını gösterirken, diğer yandan bu haliyle Batılı kurumlar tarafından kabul edilmesi beklentisi taşıyor. Zaten tüm sıkıntı da buradan çıkıyor. Normalde Erdoğan’ın “içişlerine” fazla müdahil olmaktan kaçınmayı tercih edecek olan Batılılar için bu kurumsal bağlantılar kendi ikircikli siyasetlerini fazlaca gün yüzüne çıkarttığından rahatsız edicidir. “NATO üyesi bir ülke otokrasi olabilir mi? Kara para ve terörizmin finansmanını engelleme çabası göstermediği için Gri Liste’ye alınan bir ülkenin Avrupa Birliği aday ülkesi olarak kalması ne denli mümkün?” gibi pek çok soru ister istemez gündeme gelmektedir. Bu nedenle Batı, ilkesel açıdan bunları mümkün görmediğini kayda geçirerek kendi kurumlarının itibarını korumak için mecburi tepkiler geliştirmektedir.
Erdoğan rejimi oldukça cılız sayılabilecek bu tepkilere bile zayıflamasına paralel olarak artık tahammül edememektedir. Çünkü taraflar ne kadar Erdoğan rejimini kağıt üzerinde demokrasi ve hukuk devleti olarak kabul etmeyi sürdürseler de bu gerçeklerle bağdaşmamaktadır ve hakikat bir şekilde kendisini her zaman göstermektedir. Otoriterlik ve hukuksuzluğunun dozu giderek artan bir rejimin, Batılı kurumlar içerisinde yer alışı devamlı şekilde uyumsuzluk sorunlarına yol açmaktadır.
ERDOĞAN BATI’YI TÜRKİYE’NİN ÇÖKÜŞÜYLE TEHDİT EDİYOR
İlişkilerin bir de finansal boyutu bulunmaktadır ki orası muhtemelen dananın kuyruğunun da kopacağı yerdir. Meselenin bu boyutunu, yani Türkiye’nin finansal açıdan Batı sistemine, siyasi açıdan olduğundan çok daha girift şekilde bağlı hale geldiği hususunun ne anlama geldiğini Batılı siyasi liderler ya tam olarak kavrayamamakta, ya da bunun muazzam neticeleriyle yüzleşmekten korktukları için gözardı etmeyi tercih etmektedirler. Çünkü bu bağımlılık, Erdoğan rejiminin Batılı siyasi liderlerin hedeflediği gibi bir “içe çöküşle” yıkılma ihtimalinin olmadığı anlamına da gelmektedir. Erdoğan, Naci Ağbal hadisesinden Batı finans çevrelerinin Türkiye’nin mali batışından korktuğunu anladı. Değişen pek bir şey olmadığı, yani ne siyasi, ne de ekonomik bir reform süreci başlatılmadığı halde Batılı finansörler Türkiye’ye 5 ayda 5 milyar dolardan fazla para akıtmaktan kaçınmadılar. Erdoğan yüksek faizin, yüksek enflasyona yol açtığı tezine gerçekten inanıyor mudur bilmiyoruz ama emin olabileceğimiz bir husus yüksek faizin tabanında erimeye yol açacağına kesinkes inanmaktadır. Bu nedenle faizleri yüksek tutarak ekonomik krizi savuşturma modelini temsil eden Ağbal aslında Erdoğan rejimi için “yavaş yavaş bir ölüm” demekti. Erdoğan bunu kabul edemezdi. Batılı finansörlerin Türkiye’ye para akıtma konusunda göstermiş olduğu heyecandan Türkiye’nin bir moratoryuma doğru sürüklenmesinden endişe ettiklerini anladı. Artık tüm siyasetini onların bu korkularına oynama üzerine inşa etmeye yöneldi.
Erdoğan özellikle son beş-altı yıldır Türkiye’nin Batı’yla kurumsal bağlantılarını bu denli yıpratırken, Batılı liderler “fazla üzerine gidersek, çökebilir, üzerimize yıkılmasın” yaklaşımıyla tepki veriyorlardı. Erdoğan bundan da bir siyasi restleşmeye girdiğinde, yani Batı’yı Türkiye’nin yıkılışıyla tehdit ettiğinde onları kendisini muhatap almaya zorlayabileceği neticesine ulaştı.
İşte “10 Büyükelçi” krizi bu arka planda cereyan etti. Erdoğan hem geçen hafta üzerine kabus gibi çöken gündemi (TL’nin önlenemez düşüşü, TÜGVA ifşaatları, Türkiye’nin Gri Liste’ye alınması, ABD Temyiz Mahkemesi’nin Halkbank davasında aleyhte karar vermesi, Rıza Zarrap’ın muhtemelen Erdoğan’a ilişkin tüm bildiklerini anlattığı için tanık koruma programı çerçevesinde serbest bırakılmış olduğunun ortaya çıkışı) değiştirmek, hem de gelecek hafta Roma’da düzenlenecek G20 Zirvesi’nde kendisiyle görüşüp görüşmeyeceğini hala teyit etmeyen ABD Başkanı Biden’ı onu muhatap almaya zorlamak için bir kriz çıkardı.
Kavala’nın serbest bırakılması için yazılan ortak mektuba ABD’nin öncülük ettiğini biliyoruz. Belki de Biden Yönetimi, ideolojik cephesini otoriterlik-demokrasi karşıtlığı üzerine bina ettiği Çin’le kapışmanın gölgesinde Batı’nın Erdoğan kamburunda bir düzeltme havası vermek için bir girişim yapmak istedi. Ve bu adım tarafların aslında bir uçurumun kenarında bulunduklarını açıkça görmeleriyle neticelendi.
KRİZİN KESİN BİR KAZANANI OLDUĞUNDAN BAHSETMEK GÜÇ
Neticede ortada muzaffer bir tarafın bulunduğunu iddia edebilmek mümkün değildir. Erdoğan’da prompterdan gözlerini ayırmadan yaptığı açıklama sırasında hiç de büyük bir zafer kazanmış olmanın mutluluğu yoktu. Batı geri adım atmamış, sadece ona “rezil olmadan” geri adım atabilmesi için bir fırsat vermişti. Böylece New York Times ve Der Spiegel gibi itibarlı olanları da dahil tüm uluslararası basının “Erdoğan geri adım attı” başlıklarıyla verdiği bir olayı, Türk basınının “Batı geri adım attı” manşetleriyle verebilmesine göz yumdukları bir durum ortaya çıktı. Ama daha ileri gitmemişlerdi. Biden krizi yatıştırmak için aramaya tenezzül etmemişti. Hala Roma’da bir görüşme olup olmayacağı belli değildi. Biden “Haftaya Roma’da görüşelim. O zamana kadar krizi donduralım” diye haber bile göndermemişti. Erdoğan için asıl zafer böyle bir muhatap alınma olurdu. Batı Erdoğan’a “Türkiye’nin çöküşünden senden daha fazla korktuğumuz zannıyla bir siyaset üretmeye kalkma” demiş, AKP lideri de bunu kabullenerek kendisine uzatılan çubuğa tutunmuştu. Erdoğan şunu gördü; “Kırmızı düğmeye gerçekten basabilirdim ve Batı bunu engellemek için aşırı bir çaba göstermedi.” Böylece Erdoğan belki ilk kez yazının girişinde anlatılmaya çalışılan bir gerçeğin farkına vardı: Türkiye’nin bir demokrasi ve hukuk devleti olmadığını çoktandır kabullenmiş durumdaki Batı bir çöküşü göze alalı çok oldu, sadece bunun etkilerinden kendilerini korumaya çalışmaktadır. Kavala’nın salıverilmesi gibi Türkiye’de iç siyasi gelişmeler sadece onları etkileyen boyutlarıyla Batı’nın ilgi alanına girmektedir.
BÜYÜKELÇİ KRİZİ TÜRKİYE’NİN BATI İLE İLİŞKİLERİNDE BİR DÖNEM NOKTASIDIR
Öte yandan tüm bunlar Batı’nın son krizde tatbik ettiği hareket tarzının bir rasyonelitesi olmakla birlikte doğru olduğu anlamına da gelmemektedir. Erdoğan Türkiye’siyle bir krizi atlattıkları için bir sevinç içerisindeyseler, bunun ne kadar yanıltıcı bir duygu olduğunu yakında yaşayarak göreceklerdir. İki taraf bir yol ayrımına gelmiştir ve bu gerçeği kabullenmekten kaçınmak krizlerin daha derin ve ağır bir şekilde tekrar yaşanmasıyla neticelenecektir.
“10 Büyükelçi Krizi” Türkiye-Batı ilişkilerinde ciddi bir dönüm noktasıdır. Batı bu kadar açık bir şekilde “Senin halkına ne yalanlar söylediğin bizim o kadar umurumuzda değil ki, vazoyu devirecek gereksiz bir adımdan sarfı nazar etmeye hazırsan, seni halkın nezdinde içine düşeceğin zor durumdan kurtaracak bir diplomatik oyunun parçası olmaktan kaçınmayız” diyerek aslında Türkiye’de Erdoğan sonrasının şekillenmesinde önemli roller oynayacak, sağcısıyla solcusuyla geniş bir aydın, okur-yazar kesimin güvenini sarsmış oldu. Batı, Türkiye’de muhalefetin Erdoğan’ın alternatifi olarak görülmemesine yol açan hatayı işledi. Türkiye’de muhalefet Erdoğan rejimini eleştiriyor gibi yaparken sistemin bir parçası olmaktan kaçınmayarak “ahlaki üstünlüğünü” kaybetti.
Şimdi Batı’nın da aynı oyunu oynadığı ortaya çıktı. Erdoğan rejimine yönelik ağır eleştiriler getirirken, onun insan hakları ihlalleri ve hukuksuzluklarını önlemeye karşı ciddi bir çaba içerisinde olmadığı, asıl gündeminin farklı olduğu ilk kez bu kadar tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Bu acı gerçeğin Türkiye’deki geniş kesimler tarafından hazmedilmesinin Erdoğan sonrasına yönelik ciddi yansımaları olacaktır. Türkiye’de Batı’yı ülkenin bir hukuk devleti ve demokrasi haline gelmesi için gerçek bir çıpa olarak gören yegane kesimler, Erdoğan sonrası dönemde siyasi rejim taleplerini, böyle bir çıpadan bahsedilemeyeceği hakikatini “temellük etmiş olarak” seslendireceklerdir. Batı “10 Büyükelçi Krizi’nde” aldığı tavırla, Erdoğan sonrasında Türkiye’yi şekillendirebilme konusundaki etkinliğinden büyük tavizler vermiş oldu. Ve bunun hiç farkında değilmiş gibi gözükmektedir.
Son olarak şunu vurgulamalıyım ki, Türkiye’ye hukuk ve demokrasiyi Batı getirmez, onların gelmesi için kendi aydınının, kendi halkının mücadele etmesi gerekmektedir. Batı’dan böyle bir beklentiye girmek zaten ne doğru, ne de gerçekçidir.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***