Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) önünde yaklaşık 500 ihraç hâkim ve savcıyla ilgili bir dava olduğunu kaydeden Belçika insan hakları avukatı Johan Heymans, Türkiye’nin savunma hazırlanması için süre istediğini ve 8 ay sonunda 400 sayfalık bir savunma sunduğunu belirtti. Heymans, ‘‘Çıkacak karar Türkiye’nin hukuk devleti olup olmadığını gösterecek.’’ dedi.
Belçika’da kayıtlı hukuk firması VSA’dan insan hakları avukatı Johan Heymans Türkiye Tribünali’ne zorla kaybedilme vak’alarıyla ilgili raporu sundu.
Kronos‘un sorularını cevaplayan Heymans, Erdoğan yönetiminin hâlâ Türkiye ile ilgili bir hukuk devleti görüntüsü verme ihtiyacı hissetmesinin önemli olduğunu vurguladı. Heymans, “Ben çok sayıda uluslararası insan hakları dava süreçlerine dahil oluyorum. Gerek Birleşmiş Milletler gerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki prosedürlere Türkiye katılıyor ve kendisini savunmaya çalışıyor.” ifadelerini kullandı.
Uluslararası anlaşmalarda zorla kaybetme ve işkence olayları neden insanlığa karşı suç olarak gösteriliyor?
İnsanlığa karşı birden çok çeşit suç var. Zorla kaybedilmeler de en ağır insan hakları ihlallerinden biri olarak göze çarpıyor. Cinayetler, zorla kaybedilmeler ve insanların yerlerinden edilerek göçe zorlanması en ağır insanlık suçları. Zorla kaybedilmelerin çok ağır bir suç olmasının sebebi, bu kategoride yer alan diğer bazı suçları da içinde barındırıyor ve birleştiriyor olması. İşkence ve insanların özgürlüğünden edilmesi gibi başka şeyleri de içinde barındırdığı için en ağır suçlardan biri olarak kabul ediliyor.
İnsan kaçırma ve kaybetme olayları en çok hangi ülkelerde meydana geliyor? Türkiye, uluslararası insan kaçırma operasyonlarına neden gerek duydu?
Bu konuda sicili bozuk olan çok sayıda ülke var. Çin ve Latin Amerika’daki bazı ülkeler bu konuda uluslararası alanda isim yapmış durumda. Geçmişte ve bugün devam eden uygulamalara ilişkin olarak bu ülkeleri sayabilirim. Özellikle ülke dışından kaçırılmaları konusunda Türkiye öne çıkıyor. Görüşüme göre, Recep Tayyip Erdoğan bunu bir güç gösterisi olarak kullanıyor. Ülkesinde zor durumda, ekonomi iyi gitmiyor ve Erdoğan da dışarıdan insanları getirerek uluslararası ölçekte belli bir güce sahip olduğunu göstermek istiyor. Nihayetinde hem uluslararası kaçırmalar hem de ülke içinde yaşanan kaçırmalar aynı yere bağlanıyor. Bu tür liderlerin yaptığı şeylerden birisi de muhaliflerini sindirirken aynı zamanda ortada bir hukuk devleti varmış gibi izlenim vermek. Gerçekte öyle olmasa da bu görüntüyü sağlamak zorundalar. Bunun için de delile ihtiyacınız var. Delil olmadığında da üretmeniz gerekiyor. Sonuç olarak işkence bu bir araç olarak öne çıkıyor. İnsanlara işkence yoluyla ifadeler imzalatılarak delil üretilmesi uygulaması var.
Uluslararası kaçırılma ile ülke içindeki kaçırılmalar arasında fark var mı?
En önemli fark, Türk hükümetinin olaylara karşı tutumu. Uluslararası kaçırmalarda Türk hükümeti durumu gururla duyuruyor ve sahipleniyor. Az önce bahsettiğim gibi güçlü görünebilmek için bu olayları sahipleniyor. Orhan İnandı vak’asında yaşandığı gibi. Ülke içerisinde yaşanan kaçırılma olaylarında ise, hükümet yetkilileri bu hadiseler yaşanmamış gibi davranıyorlar. Olayları sahiplenmiyor ve sessizliklerini bozmuyorlar. Ama neticede, ister uluslararası ister ülke içerisinde insanların kaderi aynı yere çıkıyor. Aynı şekilde işkenceye maruz kalıyorlar, aynı tür suçlamalarla cezaevine gönderiliyorlar.
‘ERDOĞAN HUKUK DEVLETİ GÖRÜNTÜSÜ VERME İHTİYACI DUYUYOR’
Benim görüşüme göre, bizim Türkiye konusundaki en büyük avantajımız ve dezavantajımız, Erdoğan’ın halen Türkiye ile ilgili bir hukuk devleti görüntüsü verme ihtiyacı hissetmesi. Eğer ülke içerisindeki davalarda bu yöntemler ile delil üretildiğini kabul eden bir şey söylerse bu onun inandırıcılığını baltalayacaktır. Ben çok sayıda uluslararası insan hakları dava süreçlerine dahil oluyorum. Gözlemlediğim en önemli fark, Türkiye’nin halen daha bu süreçlere katılmaya çalışıyor olması. Gerek Birleşmiş Milletler gerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki prosedürlere Türkiye katılıyor ve kendisini savunmaya çalışıyor. Haklı veya haksız olarak bir şekilde o hukuk devleti izlenimini sürdürmeye çabalıyor. Başka ülkeler hiç umursamayabiliyor ve hiç katılmayabiliyor. Rusya ve bazı Afrika ülkeleri bu şekilde davranıyor. Eğer Türkiye bu tavrı bırakır ve Rusya gibi davranmaya başlarsa tamamen bir diktatörlüğe dönüşecek. Aslında Erdoğan’ın şu an her şeyi kontrol ettiği bir süreçteyiz. Erdoğan bir diktatör mü? Cevabı tabii ki evet ama arada küçük bir fark var.
Türkiye’nin hem ekonomik hem siyasal hem de askeri olarak zaaflarını NATO ülkeleri neden baskı olarak kullanmıyor?
Bu soru insan hakları ile uğraşan bir avukat olarak kendime çok sık sorduğum bir soru. Bunun cevabı ise siyaset. Türkiye, hem Orta Doğu’da hem de dünyada önemli bir aktör. Batıdaki ülkelerin de ilişkilerini devam ettirmek ihtiyacı hissettiği bir aktör ve bu yüzden siyasi kaygılar her zaman öne çıkabiliyor. Şu an en önemli meselelerden birisi de göç krizi. Bu krizde Türkiye’nin oynadığı önemli bir rol var ve bu rolü üzerinden Avrupa’yı tehdit edebiliyor. Dolayısıyla bu konuda bir koza sahip. Siyaset ile insan hakları arasında her zaman bir denge söz konusu. Son dönemde işin siyaset kısmı ağır basıyor görünüyor. Belçika’da Flaman bölgesel hükümeti’nde bazı parlamenterlerle Türkiye’deki insan hakları durumuna ilişkin sunum yaptığımda bazen duyduğum cevap “Haklısınız ancak göç krizi var” oluyor. Dolayısıyla şu an böyle bir denge var ve terazide ağır basan taraf siyasi kaygılar oluyor.
Türkiye’den gelen dosyaların diğer ülkelerden ayıran en dikkat edici özelliği ne?
Türkiye’den gelen dosyalar ile diğer ülkelerden gelenler arasında 3 fark var. Bu farkların en dikkat çekeni yoğunluk oluyor. Gelen dosyaların ve bildirilen vak’aların sayısı çok fazla. Diğer fark ise, vak’aların içerikleri. Türkiye’den gelen vakalarda, insanların karşılaştığı şiddet durumu çok ağır. Uluslararası anlamdaki fark ise Türkiye’nin bu durumu açıkça kabul etmesi ve sahiplenmesi.
Türkiye’deki yargı ve adalet sistemi ile zorla kaçırma ve kaybetmelere karşı mücadele mümkün mü?
Türkiye içinde bu durumla mücadele etmek mümkün değil. Bu durum başka uluslararası kuruluşlarca da dile getirilen bir durum. Avrupa Komisyonu, Birleşmiş Milletler ve Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı gibi kurumlar da bu soruna dikkat çekti. İşin ilginç tarafı, bu hadiselerde kurbanlar ve kurbanların yakınları kendi başlarına dahi bazen önemli deliller elde edebiliyorlar. Özellikle son 5 yıl içinde bu hadiselerde yer almış görevlilerin mahkûm edildiği hatta mahkûm edilmeyi bırakın kimliğinin tespit edildiği bir tek vaka bile görmedik. Dolayısıyla öyle bir şey kesinlikle mümkün değil.
Bu vakaları uluslararası kurumlara taşımak iyi bir fikir ama öncesinde mutlaka ülke içerisinde bir şeylerin yapılmış olması gerekiyor. Çünkü, yapmadığınızda ülke içerisindeki yolları tüketmediğinizi söyleyerek dosyanızı kabul etmeyebilirler. Ama yapılabilecek bir şey şu olabilir, ülke içerisinde başvurularınızı yaparsınız ama adım atmadıklarını gerekçe göstererek belli bir süre sonra uluslararası kurumlara gidebilirsiniz. Bu konuda en önemi kurumlar Birleşmiş Milletler ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM). AİHM’in Türkiye üzerinde bağlayıcı bir konumu var ve Türkiye’den gelen dosyalar konusunda geçmişteki pasif politikasını terk ederek yavaş yavaş etkinliğini arttırmaya hazırlandığı izlenimi alıyorum. Şu an orada görülen, yaklaşık 500 hâkim ve savcının içinde olduğu bir dava var ve bu dosyada ilerlemeler var. Türkiye tarafı normalde savunma hazırlanması için verilen süre üzerinde uzatmalar istedi ve 8 aylık bir süreç sonunda normalden çok uzun, mahkemeye 400 sayfalık bir savunma sundu. Bu davada çıkacak karar Türkiye’de hukuk devleti olup olmadığının tespiti bakımından önemli olacak.
BM Komisyonlarının kararları iç hukuk açısından bağlayıcı mı? BM’deki bazı kararlar mahkemeye taşınabilir mi?
Birleşmiş Milletler’den çıkan kararlar bağlayıcı değil. Ancak bir şeyin bağlayıcı olmaması her zaman etkisi olmadığı anlamına gelmez. Burada önemli olan, Birleşmiş Milletler’in halen daha bu konularda sorular soruyor olması. Her taraftan baskının devam etmesi ve Türkiye’nin bu baskıyı üzerinde hissetmesi önemli.
‘VAKALAR AİHM’E NASIL TAŞINIR?’
İnsan kaçırma davaları kayıplar olmadan da AİHM’e taşınabilir mi?
Bu kesinlikle mümkün. Mesela, Moldova’da yaşanan bir emsal dava var. Aile üyeleri ve akrabaları yakınları adına bunu yapabilirler. Ama önemli olan şey, ülke içinde iç hukuk yollarını kullanmış olmak gerekiyor. Doğrudan giderseniz kabul edilmez. Burada önemli olan, içeride yaptığınız başvurulardan netice alamadığınızı kanıtlayabilmeniz.
Bu konuda en büyük mağdur, kurban ve kurbanların yakınları oluyor. Burada en büyük görev kime düşüyor ve ne tavsiyelerde bulunabilir?
En önemlisi yakınların kendi güvenliklerini de göz önünde bulundurarak, soruşturma için ilgili yerlere başvurmaları. Ayrıca konunun medyada yer alması için de çabalamalılar. Çünkü gözlemlediğimiz şey şu, kaybolduktan sonra kısa sürede ortaya çıkan insanlar, yakınları hızlı bir şekilde aksiyona geçen kişiler oluyor. Türkiye’deki ilgili makamlar ile medyaya gitmek en önemlisi.
Turkey Tribunal organizasyonu ne vaat ediyor?
Benim için en önemli şey, Türkiye’deki bütün kurbanlar için insan haklarının üzerine giden bir organizasyon olması. Kimliklerine bakmadan herkese yönelik ihlalleri konu eden bir mahkeme olması çok önemli. Çünkü Türkiye’de mağdur kesimler arasında da ciddi bölünmeler var. Bu konuda bir birliğe ulaşmak gerekiyor. Benim için en önemli şey bu. İkinci bir konu da buradaki hakimlerin alanlarında çok saygın kişiler olması. Kesinlikle tarafsızlar ve herhangi bir tarafa eğilim göstermek gibi bir durum söz konusu olamaz. Kararın bağlayıcı bir yönü olmasa dahi hakimlerin alanlarında saygın kişiler olması başka kurumlar üzerinde tesir icra edecektir. Burada verilecek karardan ilham almaları mümkün olabilir. Bu mahkeme diğer mahkemeler için bir basamak ve sıçrama tahtası olabilir. Biz bu organizasyonu bir ilk adım olarak görüyoruz.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***