YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Bu rejimin temeli bir yalandır. O yalana halkın büyük çoğunluğunu inandırabildikleri içindir ki rejim halen devam ediyor. Doğrusu bunu çok iyi becerdiler. Yalan söylemekte becerikli olmak önemlidir elbette, ama söylenen yalana inandırma yetisi daha önemlidir. Bunu başardılar. Siyaset deyince anladıkları ilm-i siyaset budur. Çok yalan söylediler, söylüyorlar, söyleyecekler. Ama hiçbir yalan, ilk yalanları kadar önemli değil. Başka hiçbir yalanları, ilk yalanlarının oynadığı merkezi rolü oynamıyor, hiçbir yalanları o ilk ve temel yalan kadar inşa ettikleri rejimin temelini oluşturmuyor.
17 Aralık 2013’ten bahsediyorum elbette.
17 Aralık günü, Cumhuriyet tarihinde çok önemli bir milattır. Savaş ve darbe dönemleri haricinde hukuk dışına çıkışın ender görüldüğü Türkiye tarihinde, durduk yerde salt hukuk dışına çıkılmakla kalınmamış, aynı zamanda dışına çıkılması bile istisna olan, dışına çıkılırken dahi korkulan hukuk, tümüyle rafa kaldırılmıştır. Çok partili hayata geçildikten sonra ister istemez kısmen de olsa yerleşmiş bulunan güçler ayrılığı ve birbirini dengeleyen kuvvetler, Erdoğan emrindeki yürütme organının, yani hükümetin girişimiyle, kendi yetki alanı dışında bulunan yargı erkini, yani bağımsız ve tarafsız olmaları anayasayla temin edilen, ya da anayasal bir zorunluluk olan mahkemeleri, kendi denetimi ve kontrolü altına almıştır.
Bunu nasıl yapmıştır? Çünkü bu öyle yazarak, söyleyerek, kanun çıkartarak, demek verilerek, kurusıkı boş retorikle yapılacak çapta bir şey değildir. Devleti ele geçirmekten, sivil darbeden, mutlak iktidardan, iktidarın gücünün yasalarla sınırlanmasından vazgeçilmesini söylüyorum. Dünyanın neresinde olursa olsun, yargı erkini kontrolüne alan bir iktidar sivil darbe yapmış, anayasal norm ve düzeni ortadan kaldırarak kendi mutlak rejimini kurmuş demektir. Türkiye’de 17 Aralık 2013 günü başlatılan soruşturmalar ve yapılan operasyon, işte böylesine bir depremle, bir sivil darbeyle savuşturulmuştur. Bu nedenle, 17 Aralık’ta ne olduğunun halk tarafından bilinmemesi, suça batmış rejim mümessilleri için azami, hatta yaşamsal önemdedir.
17 Aralık’ta ne oldu?
17 Aralık 2013’te Erdoğan ve yakın çevresi çok önemli bir konuda karar vermek durumunda kaldı. Ya hukukun gereğini yapacaklar, polisiye ve yargısal sürece boyun eğeceklerdi, ya da başlamış olan polisiye ve yargısal süreci bir şekilde durduracaklardı. Türkiye denen devlette yolsuzluk ilk kez olmuyordu. Fakat boyutları bakımından ortaya çıkan yolsuzluk, vatana ihanete kadar gidecek bir yolu açacağa benziyordu. İşin içinde salt rüşvet ve yetkinin kötüye kullanımı yoktu. Uluslararası boyutları olan, üçüncü bir devletin ajanları ile işbirliğine, o devletin çıkarlarını kendi devletlerinin çıkarları karşısında koruma ve kollamaya, bu yolla milyarlarca dolarlık bir suç örgütü kurmaya uzanan, korkunç bir suç zinciriydi söz konusu olan. Dolayısıyla üzeri örtülecek boyutun çok üzerinde bir pislik vardı. Bu nedenle alacakları önlem çok sıradışı ve kapsamlı olmak durumundaydı.
Ve işte o gün, hukuka teslim olmak, olayı gidişatına terk etmek, kaderine razı olmak, az buçuk elde kalan ahlakın, onurun, izzeti nefsin, artık ne derseniz, onun gereğini yapmak yerine, akıl almaz bir işe giriştiler.
Soruşturmaları yürütmekte olan emniyet ve yargı mensuplarına dosyadan el çektirdiler. Yetmedi. O el çektirilen emniyet ve yargı mensuplarını başka illere sürdüler. Yetmedi. Yerlerine başka birilerini, siz anladınız işte, kimleri; işleri kendi lehlerinde yürüteceklerine inandıkları birilerini atadılar. Baktılar onlar da pisliği kapatamıyor, onların yerlerine de birilerini, sonra onların yerlerine yine başka birilerini atadılar. Olmuyor, olmuyordu. Toplum internete düşen tapeleri dinliyordu. Herkes gerçekleri öğrenmişti. Muhalefet partisi CHP ve MHP, seçmenlerine namus sözü veriyor, Kılıçdaroğlu tapelerin metinlerini TBMM kürsüsünden okuyarak meclis tutanaklarına aldırıyor, MHP lideri Bahçeli ise bu işin peşini bırakmayacağını söylüyordu. Ok yaydan çıkmıştı.
İşte bu şartlar altında Erdoğan ve yakın çevresi çok stratejik kararlar alacaktı. Öyle de oldu. İlk olarak Ergenekon soruşturmalarına dair, meşhur “milli orduya kumpas” açıklaması yapıldı. Eşgüdümlü olarak bir hafta on gün içinde Ergenekon davalarından mahkûm olanlara ilk tahliyeler yapılmaya başlandı. Kürtlerle yürütülen müzakereler (Çözüm Süreci) sonlandırıldı. Ve en önemlisi, 17 Aralık 2013’te başlatılan soruşturmaların Gülen Cemaati tarafından organize edilen bir darbe girişimi olduğu ilan edildi. Gülen Cemaati sivil darbecilikle suçlandı, bir Paralel Devlet Yapılanması (PDY) olmakla itham edildi. Tüm tapelerin kes-yapıştır yöntemle stüdyo ortamında üretilmiş çakma ses kayıtları olduğuna dair “raporlar” alındı. Ardından bir mucize oldu. Nasıl olduysa, muhalefet de bu söylemi kabullendi. O güne dek milyonlarca kişinin dinlediği, sosyal medya hesaplarından paylaştığı, onlarca gazetenin veya televizyonun yayınladığı, gazetecilerin üzerinde tartıştığı tapeler sahte ilan edildi ve her nasılsa toplum bunu kabullendi. Oysa herkes neyin ne olduğunu biliyordu!
Böylece herkesin ne olduğunu ne bittiğini bildiği bir konuda toplum üç maymunu oynamaya başladı. AKP’liler neden bunu yaptı, anlamamak için embesil olmak lazımdır. Fakat diğer toplum kesimleri bunu neden yaptı? Soru budur.
Aradan bunca zaman geçti, bazı şeyler netlik kazandı. Bu yalanın üzerine nasıl bir rejim inşa edildi, herkes gördü, görüyor. Yaşayarak, hatta Barbaros Şansal’ın kullandığı manada, “boğularak” görüyor hem de. Fakat demek ki beklentileri vardı. Yoksa neden bu yalanı ve üzerine inşa edilenleri benimsesinler?
Ben gördüğümü yazayım:
MHP, Kürtlerle Çözüm Sürecinin sonlandırılmasına tav oldu. Bir de AKP’nin kendisinin desteğine muhtaç olduğu başkanlık sistemiyle beraber devlette kadrolaşma şansı yakaladı. Küçümsemeyin, ballı iştir ha. Buna razı edemeyeceğiniz Ortadoğulu siyasi parti zor bulunur. Popülizm, siyasi menfaat, güç, ekonomik avantalar. Fazlasına gerek var mıdır? O halde MHP neden bu yalanı benimsedi, sanırım herkes üzerinde mutabık olacaktır. Fazlası vardır, azı yoktur.
CHP, Gülen Cemaati’nin ortadan kaldırılmasına tav oldu. “Dinciler birbirini yer, meydan bize kalır” Kemalist refleksi devreye girdi. “Bademleri” devletten temizliyorlar algısıyla, tabanı rahatladı. Buna direnebilecek CHP seçmeni var mıdır? Yani en demokratına dek, ben “devletten Gülencilerin temizlenmesi” hususunda memnuniyet duymayacak CHP’li bilmiyorum. Bu yazıyı okuyanlar şöyle bir düşünsün. İnanmıyorlarsa, en yakın CHP’liye sorsun. İnanın olay bu kadar basittir.
Türkiye kamuoyunda az çok tüm partiler ve tabanları, özellikle 15 Temmuz 2016 kontrollü darbe girişimi sonrasında 17 Aralık 2013 sonrası yalanı da satın aldı. Şöyle de ifade edersem sanırım yanlış olmayacaktır: 17 Aralık 2013 sonrası ortaya atılan sivil darbe girişimi yalanı olmasaydı, başbakanlardan birinin “en az hoşuna giden” 15 Temmuz projesi de gerçekleşemezdi. 15 Temmuz 2016’nın gelişi, 17 Aralık 2013’ten belliydi. Böylece Paralel Devlet Yapılanması (PDY) örgütü, 15 Temmuz sonrası bakmışsınız “Fethullahçı Terör Örgütü” mevkiine terfi ediverdi. İşte “FETÖ” denebilmesi için, önce 17 Aralık 2013 ve dönemde ortaya çıkan tapelerin, yani ses kayıtlarının fabrikasyon – çakma – olduğu yalanının devletin resmi söylemi olması gerekiyordu.
Şimdi, sonuca gelelim – çünkü buraya kadar zaten olanlar bellidir. Son 5 yılda bu konuyu yazmaktan, artık on parmağım klavyeye nerede nasıl basması gerek, bunu ezberledi. Neticede sizler de olanları gördünüz, anladınız. Fakat evet, sonuç:
Erdoğan Bayraktar, tapeler gerçekti, her şey orijinaldi, kes-yapıştır yoktu türü bir açıklama yapıverdi. Güm! Bakın mealen yazdım, bir de direkt alıntı yaparak tarihe not düşeyim. Ne demiş, okuyun: “Dosyamda ne varsa, hem tapeler hem teknik takip doğrudur, hem de benim telefon konuşmalarım A’dan Z’ye kadar doğrudur.” Teknik takip doğru! Tapeler doğru! Telefon konuşmaları doğru! A’dan Z’ye! Bunu kim diyor? Dört bakandan biri! Hangisi? O gün enselendiğinde “Ben ne yaptıysam başbakanın – Erdoğan’ın – bilgisi ve emri doğrultusunda yaptım” diyeni.
Hepinizin bildiği yalanın yalan olduğunu söylemiş. Bunun doğrusu nedir hepiniz biliyorsunuz, ne hikmetse hala Türkiye’deki insanların çok büyük bir çoğunluğu bilmezden geliyor. Doğrusu bilinen, ama söylenmeye devam edilen bir yalan, rejimin ana taşıyıcı kolonu olmuş! Anayasadan daha fazla kıymet-i harbiyesi var! Tüm her şey, bu yalanla başladı, bu yalanın üzerine kuruldu, bu yalanın devamıyla kendisini gün be gün yeniden üretiyor. O soruşturmaları yürüten – görevlerini yapan – emniyet ve yargı mensupları, hatta eşleri, hatta kiminin çocukları veya avukatları bile hapiste.
Yahu kusura bakmayın ama, siz bu rejimden başkasını hak etmiyorsunuz kardeşim!
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***