YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Bir okur mektubu aldım. Sıklıkla gelir, genellikle hepsini de okurum. Geri bildirimleri görmek de, okur profiline ilişkin izlenim edinmek de oldukça yararlı. Çoğunlukla ya yazılarımı destekleyenler, ya da eleştirenler yazıyor. Arada gayet uzun analizler de paylaşılanlar arasında. Övgü de, eleştiri de, analiz de bir emek karşısında insanların duygularıdır, kişisel gelişimime katkı olarak görürüm. Gelen geri bildirimlerden mutlaka yararlanmaya çalışırım.
Geçtiğimiz günlerde Erkam Tufan Aytav’la yaptığımız bir programda, Erdoğan’ın hastalık veya başka önemli bir nedenden dolayı siyasetten çekilip çekilmemesi konusunu yorumlamaya çalıştım. Bunu yaparken, tek adam oluşundan hareketle, Erdoğan’ı Atatürk’le kıyasladım. Mukayeseyi yapmadan önce de esprili bir dille Kemalistlerin bu karşılaştırmadan dolayı büyük olasılıkla bana kızacaklarını, tepki göstereceklerini söyledim. İşin şakası yanında, bu olasılığın gerçekleşme riskini bildiğimden, yanlış anlaşılmalara neden olmamak adına birkaç cümleyle karşılaştırmanın salt tek adam olma bakımından yapıldığını izah ettim. Gerçekten de, Erdoğan’ı ve Atatürk’ü gerek kendi inandıkları etik değerlerle tutarlılıkları bakımından, gerekse de dürüstlükleri bakımından kıyaslamak saçma olur. Kendi inandığı dava ve eylemleri arasında tutarlılık bulunan, tüm yaşamı cepheden cepheye kendi ülkesine hizmetle geçmiş Mustafa Kemal Atatürk’ü, siyasi bir figür olarak Recep Tayyip Erdoğan’la kıyaslamak zor olur. Tüm olumlu ve yanlış politikaları tarihe mal olmuş Atatürk, bir devlet kurucusu, devrimci bir lider, Türkiye’de farklı kesimleri birleştiren bir değer. Diğer taraftan, Atatürk de bir siyasetçi ve elbette ki eleştiriden bağımsız değil. Her tarihe mal olmuş lider gibi, farklı açılardan analiz edilebilir, edilmelidir, edilebilmelidir.
Bu minvalde birkaç cümleyle, Erdoğan-Atatürk kıyaslamasını sadece tek adam olmaları gerçeği açısından yaptığımı tüm açıklığıyla paylaştım. Özetle şunları söyledim: Atatürk de, Erdoğan da demokratik bir ortamın liderleri değil. Atatürk, 1923-1938 yılları arasındaki yaklaşık 15 yıllık iktidarında, tek adamdı. Politik sistem gereği, Atatürk’ün lider olduğu dönemde parlamenter kontrol, güçler ayrılığı, belirgin ve kurumsal bir muhalefet, özgür basın gibi özelliklerden yoksun bir siyasal sistemde, otoriter, diktatoryal bir yönetim söz konusuydu.
Erdoğan döneminde de, Türkiye daha önce (AKP’nin iktidara geldiği dönemde) var olan ve 2002-2012 arası önemli gelişim gösteren bir demokratik hukuk devleti görünümündeydi. Tüm eksik-gediklere rağmen, işleyen bir demokrasiydi. Güçler ayrılığı ve medya özgürlüğü vardı. Hepimizin bildiği nedenlerle, 17 Aralık 2013 ile 15 Temmuz 2016 arasındaki dönemde, Türkiye’de hukuk devleti sonlandı, güçler ayrılığı güçler birliğine dönüştü, diktatoryal bir rejim inşa edildi. Bu dönemde sistem içi tüm denge unsurları yok oldu, medya özgürlüğü bitti, yargı komple rejim aparatı haline geldi.
Hem Atatürk döneminde, hem de Erdoğan döneminde ön plana çıkan gerçekler, diktatoryal, sınırlanmamış bir güce dayalı, antidemokratik yönetimdir. Her iki dönemde de Türkiye bir hukuk devleti değildir. Atatürk zaten bir ulus devlet inşa etmeyi önceledi. Demokrasi inşasını değil. Erdoğan ise AB düzeyinde bir demokrasi vaat etti, ancak hükümetinin yolsuzluklara batması sonrası, kurduğu ortaklıklar ve mevcut koşullarda Yüce Divan’da yargılanmamak için hukuk devletini bitirmesiyle, demokrasi rotasını terk etti. Atatürk ve Erdoğan siyasal öncelikleri, yönelimleri, hedefleri ve kendi inandıkları etik ölçütlere sadakatleri bakımından elbette çok farklı liderler. Ancak her ikisini de birleştiren özellik, tek adam olmaları, kendi iktidarlarını sürekli kılacak bir otoriter rejim kurmaları. Amaçları ne olursa olsun, her ikisi de otoriter liderlerdir. Atatürk’ün bir demokrat olduğunu zaten fanatik olmayan Kemalist akademisyenler de itiraf ediyorlar. Gerçekler ortada. Atatürk devrimci metodu kullanarak gücünü (iktidarını) konsolide etti. Demokratik konsensüsle değil! Erdoğan’ın da demokratik bir lider olmadığını, fanatik Erdoğanistler dışında herkes söylüyor zaten. Atatürk’ün de, Erdoğan’ın da demokratik liderler olmadıkları biliniyor. Ben de programda mukayesemi tam da bu çerçevede yaptım. Ve şunu ileri sürdüm: Demokratik olmayan, otoriter olan rejimlerde, liderler iktidarı ölene dek bırakmak istemezler. Erdoğan da iktidarını tıpkı Atatürk gibi, hastalık veya başka bir gerekçe ile başka birine devretmez. 1938’de çok hastayken dahi, Atatürk iktidarını güvendiği birine – mesela İsmet İnönü’ye – bırakmayı seçmedi. Erdoğan’ın da AKP’den veya başka bir partiden birine iktidarını bırakmayı seçmesini beklemiyorum.
Bu yazının esas konusu Erdoğan’ın veya Atatürk’ün – birbirlerinden elbette ki farklı olan – otoriter yönetim biçimlerinin analizi değil. Esas konu, bir okurdan/izleyiciden gelen bir e-mail. Özetle Kemalist olan okur, bana 40 cümlelik bir e-mail göndermiş. Bu 40 cümlenin 11 cümlesinde bana “yazıklar olsun!” diyor. Benim Atatürk ile Erdoğan’ın mukayese etmiş olmamı canhıraş biçimde eleştiriyor. Kendini “cumhuriyete âşık, ülkesine tapan, Atatürk’e minnettar” biri olarak tanımlıyor. Benim kendi gibi bir insan olmadığıma inanıyor ki haklı, bu dediklerinin hiçbiri benim için bir anlam ifade etmiyor, ve bu nedenle de bana “yazıklar olsun” diyor. Atatürk’ün ve silah arkadaşlarının on binlerce insanı ölüme gönderdiklerini, kendilerinin de ölüm için kader birliği yaptıklarını ifade ediyor. Kendisinin Kıbrıs savaşında cepheye gitmek istediğini, hatta annesinin bile Kıbrıs’a gitmeye hazır olduğunu yazmış. Ne diyeyim! Bence gençlerin ölüme gönderilmesi veya Kıbrıs’a askeri müdahale yapılması, döneminin koşullarına göre değerlendirilmesi gereken politik kararlar elbette. Bunları bu yazı çerçevesinde irdelemek olanaksız! Ancak benim 15 dakikalık bir programımdan hareketle hakkımda çıkarsamalarda bulunmak, beni “bir FETÖ’cüyle” şov yapmakla suçlamak, bani cahil olmakla itham etmek, bana acıdığını söylemek ne derece rasyoneldir, etiktir, hatta normaldir, onu siz okurların takdirine bırakıyorum.
Elbette bu Kemalist okurum/izleyicim, tüm Kemalistleri temsil etmiyor. Fakat şurası bir gerçek ki, çok ciddi bir kitle, benim gibi “zibidilerin” çıkıp “atalarını” eleştirmesinden ciddi anlamda rahatsız. Bu eleştirilerin bir tür “büyük planın” parçası olduklarına inanıyor, benim gibilerin “FETÖ’cülerle” veya “Kürtçülerle” birlikte “iş tutmasında” bir hinlik arıyor, bizim gibilerin “hain” olduğunu söylüyor.
Buradan bir kez daha herkese duyurmuş olayım: Evrensel insan haklarına, azınlık haklarına, demokrasiye, demokratik teamüllere, temel özgürlüklere, insan onuruna ve eşitliğine inanan bir insan olarak Atatürkçü değilim. Çünkü Atatürk tarihsel bir figür. Her tarihsel figür gibi, kendi döneminin koşullarında değerlendirilmeli. Ancak tarihsel figür olması, yaptığı yanlışlar karşısında başımızı öte yana çevirmemizi gerektirmez. Erdoğan ile de, başka otoriter figürlerle de karşılaştırılabilir. Eğer Atatürk’ün otoriter bir figür olduğunun ifade edilmesinden rahatsız olanlar varsa, onlara tavsiyem, TC İnkılâp Tarihi ders kitapları dışında kaynaklardan, Atatürk’ün dönemini okusunlar, incelesinler. Bilmediklerini yok saymanın cahillik olduğunu kavrasınlar. Kendilerinin de tıpkı çok eleştirdikleri Erdoğanistler gibi bir lideri tabulaştırdıklarının ayırtına varsınlar. Eleştirel düşünceye, düşünce özgürlüğüne, insan haklarına saygılı olsunlar. Çünkü 1930’ların dünyasında yaşamıyorlar!
Esas içinde yaşadığımız yirmi birinci yüzyıldan ve değerlerinden, bilgiye ulaşımın bu denli kolay olduğu bir teknolojik düzeyde bile halen kopuk olan bu fanatiklere “yazıklar olsun!” demeli. Endoktrine edilmiş, beyni yıkanmış, hipnotize olmuş bu geniş toplumsal kesimlere “yazık” demek yanında, ısrarla onları rahatsız etmeye, zihinlerini daha fazla açacak, onları hipnozdan kurtaracak yazılar ve programlar yapmaya devam etmek tek çözüm.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***