YORUM | M. NEDİM HAZAR
Yıllar yıllar önceydi…
Üniversitede ilk yıllarım. Henüz Vatan Caddesi ile Topkapı-Edirne kavşağını bağlayan üst yol yapılmamış. Halk otobüsünün içinde Edirnekapı’dan Topkapı’ya gidebilmek için 2 saat beklediğimizi bilirim.
Halkalı-Topkapı minibüslerinden biri ışıkları önemsemeden kavşağı işgal ettiği an, başlardı kaos ve düzelene kadar saatler akıp geçerdi.
Otogar da henüz taşınmamış, Topkapı’da bulunuyordu.
Özellikle bayramlarda tahmin edileceği üzere tam bir keşmekeş ve kalabalık.
Şehirlerarası otobüslerde yer bulmak mümkün değil.
Yılını tam hatırlamıyorum ama Kurban Bayramı’nın yaz tatiline denk geldiği dönemler.
Memlekete gidebilmek için bilet aramak umuduyla soluğu otogarda almışım.
Ve fakat ne mümkün!
Önce meşhur firmalar, ardından küçük, merdiven altı seyahat markaları.
Hiçbirinde yer yok.
Böyle küçük firmalardan birinin biletçisi, “Öğrenci misin?” diye sormuştu.
Olumlu cevap verince, “Memlekete hem de bedava gitmek ister misin?”
Gözlerimin nasıl parıldadığını görmüş olacak ki, “Üstelik para da kazanırsın, çok olmasa da” diye eklemişti.
Bu, bir mucize olmalıydı.
Sonra mucizeyi izah etmeye başladı.
“Bak!” dedi, “Bayram dolayısıyla bütün seferlerimiz dolu, boş yerimiz yok. Bu sebeple ek seferler koyduk. Ancak otobüs de olmadığı için, halk otobüslerinden birkaç tane ekledik.”
“Nasıl yani?” diye sordum belirli belirsiz.
1,200 kilometre yolu, halk otobüsünde gitmeyi kim isterdi ki?
Üstelik o zamanın şehir içi hatlarındaki otobüslerin koltukları tahta gibi bir şeydendi. Öyle süngerli koltuklar filan yoktu.
Ve işimi tarif etti: “İşte sen bu otobüslerden birinde muavinlik yapacaksın!”
Çok zor bir iş gibi gelmedi bana ama esas sürprizi sona saklamıştı.
“Yalnız yolcuların halk otobüsüyle gideceğinden haberleri yok. Şüphesiz biraz itiraz ederler ama sen ikna edip herkesi yerine oturtacaksın!”
Aklımda “Bu iş nasıl olacak?” diye düşüne düşüne arefe günü otogara gittim. Bizim otobüs perona yanaşmıştı. Kadıköy-Topkapı otobüsü…
Numarasını ömrüm boyunca unutmayacaktım: 500-T.
Ben oraya vardığımda henüz yolcular gelmemişti.
Bir süre sonra ilk gelenler ile ilk tartışmalar başlamıştı. Herkese esas otobüsün arıza çıkardığını, o sebeple yolcuları mağdur etmemek için şirketin böyle bir çözüm bularak fedakarlık yaptığını filan anlatıyorduk.
Hiç unutmuyorum, saf bir Anadolu köylüsü yanında eşi, sırtında kocaman yorgan balyası ve iki elinde tuttuğu üç valiz ile geldi. Gideceği otobüsün bizimkisi olduğunu öğrenince sabırla otobüsün önüne gitti ve tabelasına baktı. Muhteşem şivesiyle: “Ma bu gider? Bu, bin Topkapı, in Kadıköy! Ma bu gider?” diye bağırdı.
Yolcuların istisnasız hepsi yazıhaneye doluşmuştu ama çare yoktu.
Gişedeki kurt satıcı, “Sayın müşterilerimiz, arzu ederseniz bilet ücretlerinizi iade edebiliriz!” diye nazikçe püskürtüyordu yolcuları.
Kazık gibi dimdik, tahta, yatmayan koltuklarda 24 saat yolculuk yapmanın ne anlama geldiğinin farkında olmayanlar çaresizce bindiler otobüse.
Kaptan hiçbir yolcuyla muhatap olmuyordu.
Hava sıcaktı ve doğal olarak kliması filan da yoktu belki 40 yaşındaki otobüsün.
Dolayısıyla ön ve arka kapılar açık olarak yola çıktık.
Bagajların fazlalığından bazılarını koltuk arasına koymak zorundaydık.
Plastik bardak şeklinde küçük sular vardı. Onlardan bir kasa almış, yarısına kadar kırılmış buz doldurulmuş bir kasanın içine koymuştuk.
Daha Boğaz Köprüsüne varmadan bitmişti sularımız. Otobüsün içine baktığım anda herkesin eli havada arkaya bağırıyordu. “Muavin su, kardaş su versene!”
Bagajların üzerinden atlaya zıplaya su servisi yapıyordum ama esas macera henüz yaşanmamıştı.
Köprüyü geçmek epey süre almıştı.
Bayram öncesi olduğu için inanılmaz yoğun bir trafik ile milim milim ilerliyorduk ve sıcaktan kapıları açıktı otobüsün.
Köprüyü tam geçtik…
Birkaç dakika sonra çevre yoluna çıkacaktık ve yolcular homurdanmaktan vazgeçmek zorunda kalacaklardı eminim.
Ama öyle olmadı.
Köprü çıkışı tam Bağlarbaşı durağının önünde trafiğe takılı beklerken, Kadıköy otobüsünü bekleyen şehir içi yolcuları akın akın ön kapıdan otobüsün içine hücum ettiler.
Bunu fırsat bilen şehirlerarası yolculardan bagajlarını alanlar ise arka kapıdan aşağı inip, kaçmaya başlamışlardı.
Kaptan ön kapıdan binenleri indirmeye çalışırken, “Kadıköy’e gitmiyoruz” diye bağırıyordu ama mesai çıkışı nispeten boş bir otobüs bulan İstanbulluların kimseyi dinleyecek hali yoktu.
Ben ise arka kapıdan inenleri tekrar bindirmeye çabalıyordum. Bazıları yola fırlayıp araçların arasından karşı şeride geçmeye çalışıyordu. Otoyolun ortasında yolcu kovalıyordum resmen.
Yolcuların bazısı firar etmeyi başardı. Bazılarını ben yakalayıp tekrar binmesi için çevirdim. Şehir içi yolcularını ise bir sonraki durakta, “Eğer bizimle İzmit üzerinden doğuya gelmek istemiyorlarsa” inmeleri için ikna etmiştik.
Hayatımın belki de en zor 24 saatlik yolculuğunu yaşamıştım ama Bayram namazından önce sılaya vardık…
Türkiye’nin bugünkü halini 500-T numaralı o otobüse benzetiyorum.
Ülkenin tartışmasız muktedirleri, bazılarının ülkeden çıkmaması için her türlü zulmü uyguluyor. Pasaport iptal ediyorlar, yurt dışı çıkış yasağı veriyorlar.
Bununla beraber güneyden, doğudan, kuzeyden habire mülteciler giriyor akın akın.
Birileri kaçmak isterken, birileri girmeye çalışıyor.
Tıpkı Bağlarbaşı’ndaki kapıları açık duran o köhne halk otobüsü gibi…
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***