YORUM | Dr. REŞİT HAYLAMAZ
Bunu, uzun bir esaret sonrasında Meriç’ten geçerek gelebilen bir yakınım söylemişti; dün kendisini yüceltenlerin bugün olmadık ithamlarla nasıl yüz değiştirdiklerini bir bir anlatmış ve bile bile bu kadar kör ve sağır olabilen, hatta bununla da kalmayıp, ‘Açıktan iftiralarla nice masumun canını yakan insanların âhiretleri nasıl olacak?’ diye sormuş ve sonrasında, ‘Gerçekten de âhiret çok renkli olacak!’ demişti.
İlk duyduğumda ben de garipsemiştim. Biraz teemmül edip düşününce, ortada garipsenecek bir durumun olmadığını anladım.
Onun içindir ki Âhiret’te ağızlara fermuar vurulacak ve o gün eller konuşacak; üstelik, ayaklar da buna şahitlik edecekler!
Birçok insanın pişmanlık çığlıkları söz konusu olacak; “Keşke falanı dost edinmeseydim!”
“Keşke şu adımı atmasaydım!”
“Keşke dilimi tutsaydım!”
“Keşke elim kırılsaydı da bunu yapmasaydım!”
.. ve daha niceleri!
Ne var ki o gün, mahşeri inleten ‘keşke’lerin hiç fayda vermediği bir gün!
Ve o gün, kimin haklı olduğu bütün netliğiyle ortaya çıkacak ve buna kimse itiraz edemeyecek!
Bugün sizleri, sıra dışı bir olayla tanıştıracağım. Anlatacağım olayın, kaynaklarda farklı versiyonları olmakla birlikte zamanınızı almamak için özetleyerek vereyim:
Benî Zafer kabilesinden Tu’me İbn-i Übeyrık, günün birinde komşusu Katâde’nin (radıyallahu anh) zırhını çalmış ve bunu kendisinden bileceklerini tahmin ettiği için de söz konusu zırhı bir un çuvalına yerleştirip Zeyd adında bir Yahudi’nin evine götürmüş.
Zırhının kaybolduğunu fark eden Hazreti Katâde, muhtemelen o güne kadarki şüpheli durumlarından hareketle Tu’me’den şüphelenmiş ve Tu’me’nin hırsız olduğunu ve zırhını çaldığını söylemiş.
Kavminin ileri gelenlerini toplayıp Tu’me’nin evine gelmişler ve çaldığı zırhı sahibine geri vermesini istemişler. Ancak Tu’me böyle bir suçu kabul etmemiş ve üstelik, çalmadığına dair yemin üstüne yemin de etmiş.
Katâde ve kabilesi bundan tatmin olmamış ve Tu’me’nin evini aramışlar; ancak zırhı bir türlü bulamamışlar.
Un izini takip etmişler; izler, Zeyd adındaki Yahudi’nin evine gidiyormuş.
Bu sefer, Zeyd’in evine dayanmışlar.
Doğal olarak Zeyd, zırhı Tu’me’nin getirdiğini ve onu bir çuval içinde kendi evine ‘emaneten’ bıraktığını söylemiş.
İnanmamışlar!
Hiç olmadık yerde Yahudi Zeyd’in adı hırsıza çıkmış!
Bazı Yahudiler Zeyd’i tebrie etmişler ve onun hırsızlık yapacak birisi olmadığını ve bu zırhı da çalmadığını söylemişler; ancak seslerini duyan olmamış!
Kabile refleksiyle hareket eden Benî Zafer, Tu’me’ye iftira atıldığını ve olmadık yere töhmet altında bırakıldığını söylemeye başlamışlar. Üstelik, esas suçlunun Zeyd olduğunu ve zaten zırhın da onun evinden çıktığını ileri sürmüş ve konuyu Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) götürmeye karar vermişler.
Gelmiş ve Habîb-i Kibriyâ Hazretleri’ne konuyu açmışlar; zâhirî sebepleri serdedip Tu’me’nin masum olduğunu ve bu töhmetin kaldırılmasını istemişler. Her ne kadar inkâr ediyor olsa da çuval içindeki zırhın Yahudi Zeyd’in evinden çıktığını söylemiş ve kendi lehlerinde bir karar çıkmasını talep etmişler.
Başka argümanlar da kullanmışlar; Zeyd’in gayr-i müslim oluşunu, Allah ve Resûlullah düşmanı bir kimliğe sahip olduğunu nazara vermiş, kendi Müslümanlıklarındaki fâikiyete dikkat çekmek istemişler!
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Yahudi Zeyd’i de dinlemiş; nihayetinde adam, “Vallahi de ben çalmadım, ey Eba’l-Kâsım!” demiş.
Ama nafile!
Fahr-i Rusül Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), dinledikleri ve ileri sürülen iddialardan hareketle ve görünürdeki hale göre Tu’me’nin haklılığına, Yahudi Zeyd’in de “hırsız” olduğuna meyledecek olmuş!
Ancak, Allah (celle celâlühû) buna müsaade etmemiş ve risâleti öncesinde bile koruyup kolladığı Resûlü’ne Nisâ Sûresi’nden on âyet (105-115) indirmiş; görünürdeki hâl farklı gösterse de işin aslında Yahudi Zeyd’in haklı ve masum olduğunu ilan etmiş.
İndirdiği âyetlerde Allah (celle celâlühû) Resûlü’ne, “Sakın hâinlerin savunucusu olma!” demiş. Dahası, “Kendi öz canlarına hıyanet edenleri savunma!” demiş ve Allah’tan af dilemesini istemiş. “İnsanlardan gizlemeye çalışırlar da Allah’tan gizlemeyi düşünmezler!” diyerek problemli bir duruşa dikkat çekmiş.
Allah’a gizli ne kalabilir ki?
Sonra sormuş:
“Haydi diyelim; bu dünya hayatında siz onları savundunuz, peki, yarın Kıyâmet Günü’nde Allah’a karşı onları kim savunacak yahut onların o gün vekili kim olacak?”
Yalnız, kimsenin yüzüne kapı kapatmamış; hata yapana “dönüş” yolunu da göstermiş!
“Eğer Senin üzerinde Allah’ın lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir zümre seni bile hükümde şaşırtmaya yeltenmişlerdi!” demiş.
Dolayısıyla Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), arkasında günde beş defa saf bağlayan koskoca bir kabileye karşılık, inancı ve kabilesi farklı bile olsa Yahudi Zeyd’in masumiyetine hükmetmiş.
Tu’me’ye ne mi olmuş?
Suçunu vahyin deşifre etmesinden rahatsız olmuş ve Medîne’den kaçmış; Mekke’deki akrabalarından Haccâc İbn-i Allât’a sığınmış.
Sonra, can çıkmadan huy çıkmamış ve bu sefer Haccâc’ın mallarını aşırmaya başlamış!
Suçu sabit olunca bu kapı da yüzüne kapanmış ve başını taştan taşa vura vura Benî Süleym hârresinde, üstelik -Allah muhafaza- “kâfir” olarak can vermiş!
Bugün bu hâdiseyi anlatmamım özel hiçbir sebebi yok; bir muhasebeye vesile olsun diye yazdım. Hepimiz etten-kemikten varlıklarız; olaylara bakışımız aynı olmadığı gibi beklenti ve taleplerimiz de farklı farklı.
Üstelik bugün, bize hakikatin rengini farklı göstermek için organize çalışan birlikler var; suret-i haktan gözükerek akı kara, karayı da ak gösterme derdindeler!
İstikamet üzere hüküm verebilmek için vahiyle de müeyyed değiliz!
Öte yandan, atan da tutan da mesnetsiz!
Öyleleri var ki evirip çevirip söylediklerine bakınca insan, “Acaba ne yapsam ilişmezler?” diye kendine sormadan edemiyor!
Ancak, birilerinin pazarında her işe bir kulp var!
Dünden bu yana yapageldikleri bilinse, insan yüzüne bakamayacak olanlar bile kendini sadakat kürsüsünün biricik imamı görebiliyor!
Ne var ki mü’min, canı yansa da can yakmaz! Onun için Üstad, “Aldanırız ama aldatmayız!” diyor.
Anlayacağınız, gün, fitne günü…
Bulanık suda Tu’me’yi ‘öteki’nde aramanın faydası yok; sağlıklı olan, iç dünyamızdaki Tu’me’yi görebilmek, her şartta kendi kirlerimizden arınabilmektir!
Göremediğimizi gösterecek bir vahiy gelmeyeceğine göre önümüze servis edilen ve bilerek köpürtülen her meseleye ihtiyatla yaklaşmakta fayda var!
Bu dünya nasılsa bir gün biter; ancak şu bir hakikat ki Âhiret çok renkli olacak!