YORUM | YAVUZ ALTUN
“Marmara [Denizi] 1989’da öldü. Gördüğümüz, bir cesedin çürümesidir.” Bu sözleri mutlaka okumuşsunuzdur. Hidrobiyolog Levent Artüz’ün herkeste şok etkisi yaratan röportajından iki cümle. Elbette bu hadisenin şokunu, Sedat Peker videolarıyla HDP İzmir il binasına yapılan silahlı baskın arasında idrak ettiğimiz için, çabucak atlattık. Bilgi dağarcığımıza müsilaj kelimesi eklendi, Marmara Denizi’ndeki bu “iğrenç” şeyin Ege’ye ve hatta Akdeniz’e de uzanıp uzanmayacağını merak ettik, yetkililere sövdük ve bitti. Levent Bey gündeme getirmese, denizin kuş bakışı fotoğrafları yabancı ajanslar tarafından servis edilmese kimsenin pek bir şey yapacağı yoktu muhtemelen. Gerçi 2 yıl önce bir TÜBİTAK raporu kirlenmeye işaret etmiş ama pek dikkate alan olmamış belli ki.
Romanlarda ya da filmlerde karşımıza çıkan bir “mirasyedi” tiplemesi vardır. Dededen, babadan kalma serveti çarçur eder ve hikâyenin sonunda meteliksiz, haysiyetsiz ve de çaresiz kalakalır. Zenginliğin nasıl oluştuğunu bilmez, bilmeye çaba harcamaz. Sadece o zenginliğin verdiği kuru gösterişle yetinir hayatı boyunca, hiç bitmeyecek zanneder. Ama atalarımızın “hazıra dağ dayanmaz” diye özlü bir sözü var. Hiçbir şey bitimsiz değildir. Aynı atalarımız, “bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ” demişler. “Doğal” denilen zenginliklerimiz bile insanların elinde tıpkı yapay servetler gibi pula dönüşebilir. Petrol zenginliğinin İran, Rusya ya da Azerbaycan gibi ülkelerde halkı yoksulluktan kurtaramaması gibi, bu doğal zenginlikler beceriksiz idarecilerin elinde çabucak tüketilebilir.
“Yapay” sonradan kazanılan zenginlikler de böyledir. Türkiye’de “aile şirketlerinin” birkaç kuşaktan fazla dayanamaması üzerine çok kez yazılıp söylenmiştir. Aile büyüğünün doğru zamanda doğru yerde yakaladığı bir fırsatla zengin olması, fabrikalar, atölyeler, şirketler kurmuş olması yeterli değil. Bu üretimin devam ettirilmesi, gelecek nesillerin de bu işe sahip çıkması gerekli. Burada öncelikli sorumluluk, işin kurucusuna düşüyor. Türkiye’deki başarısız aile şirketlerindeki belli başlı sorunlardan birinin “düzensizlik” olduğu görülüyor. İşleyişin şartlarının belirlenememesi, her gelenin kendi kafasına göre kararlar alması, yani meşhur tabirle “kurumsallaşamama”. Bilhassa aile işlerinde profesyonelleşme çok zor. Hele ki Türkiye gibi aile kültürü duygusallık zemininde işleyen bir ülkede, kişisel duygularla işin gerekliliklerini birbirinden ayırmak imkânsız. Bu da zamanla eldeki “mirasın” çarçur edilmesine yol açıyor.
Bir başka hastalık “merkeziyetçilik”. Her şeye tek kafanın karar vermesi arzulanıyor. Tepedeki yönetici “kontrol zaafı” yaşadığı anda hırçınlaşıyor. Bu da katı ve dağılması kolay yapılar meydana getiriyor. Halbuki adem-i merkeziyetçilik, yani işleyişin küçük parçalara bölünüp her parçada güçlü karar mekanizmaları oluşturmak, hem genel yapının ömrünü uzatıyor hem de “kontrolü” kolaylaştırıyor. Bugün Batı ülkelerindeki refahın tabana yayılabilmesinin en önemli sebebi nedir diye sorsanız, bu yerelleşme kabiliyetidir, derim. Her şeye “merkezin” karar verdiği yapılarda, merkezden uzaklaştıkça beceriksizleşme ve çoraklaşma görmek muhtemel. Çünkü “merkez” ne kadar kabiliyetli olursa olsun, yereldeki meseleleri etraflıca kavrayıp “hayata dokunan” çözümler üretemez. Oradaki zenginliği çoğaltamaz. Oraya tabiri caizse hayat üfleyemez. Eğer yereldeki aktörlere inisiyatif hakkı verse, hem orayı kuvvetlendirir, hem aktörlerin yönetim kabiliyetini inkişaf ettirir, hem de “çözüm paletini” zenginleştirir.
Zaten aile şirketlerinin nesilden nesile zayıflaması da biraz “babaların” gücü paylaşmak ve yerlerine gelecek yöneticileri hazırlayamamak gibi zaaflarından ileri geliyor. Bir başarıyı elde etmekten daha zoru onu sürekli kılmaktır. Bir sistemin, varlığın, “zenginliğin” devam ve temadisi için iki önemli mesele var: (1) Onu iyi tanımak ve (2) yenilenebilmek.
Türkiye’yi yönetenler, Türkiye’yi tanımıyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, sınırları içerisinde neler olup bittiğinden bîhaber. Ne doğal zenginliklerini adam akıllı etüt edebilmiş, ne kültürel ve tarihî mirası hakkında objektif ve etraflı çalışmalar yapabilecek kapasitesi var, ne de insanının potansiyeline ve bu potansiyeli nasıl kullanabileceğine kafa yoruyor. Hafızasızlık, topluma has bir zaaf değil. Arşivleriyle övünen devlet bile hakkıyla bir envanter çıkarmaya muktedir değil. Nerede ne zenginlik var, bunlar nasıl aktifleştirilir, potansiyeller nasıl keşfedilir, hiçbir fikri yok. Bu, eskiden de böyleydi, ancak şimdilerde ayyuka çıkmış durumda. Marmara Denizi’nin 1989’da öldüğünü söylüyor işin uzmanı. Yani 30 sene evvel. Dünyanın en genç denizi burası, işimize gelince övüne övüne bitiremediğimiz İstanbul Boğazı burası. Bu durum karşısında kem küm eden, kendini asla ve kat’a suçlu görmeyen idarecilere Sedat Peker gibi “Lan bırak!” demek yeterli.
Türkiye’yi “idare edenler” (Demirel’in “Türkiye yönetilmez, idare edilir” vecizesine atıfla) sürekli onu bir şeylerden kurtarmaya, ona bir şekil ve nizam vermeye, onu kendi süfli emellerinin nesnesi kılmaya çalıştılar; ondan nemalandılar ve nihayet onu aşkla sevdiklerini ilân edip ona en büyük kötülükleri yaptılar. Onu “olduğu gibi” tanıyıp anlamaya çalışmadılar. Düşünsenize bu ülkenin üniversitelerinde bilimsel bir tez yazabilmek için bile YÖK’ten izin almak zorundasınız. Birçok konu “sakıncalı”. Tarihini konuşacak olsanız, dört bir yandan canhıraş saldırılar geliyor “kesin inançlılar” tarafından. Hiçbir şeyini nesnel bakıp kayda geçiremediğiniz bir toprak parçasını gerçekten nasıl “vatan” edineceksiniz? Bir hayalin, illüzyonun içinde yaşamaktan ne farkı var?
Türkiye, idarecilerinin elinde sürekli itilip kakılan, orasından burasından çekiştirilen, hor görülen, azarlanan, aşağılanan bir yanaşma gibi yaşadı yıllarca. Sadece toplumdan bahsetmiyorum. Dağından taşına, ormanından madenine… İşte bakın denizine kadar! Yahu bir deniz göz göre göre nasıl ölür? Hiç mi kimse merak edip bu denizde çalışmalar yapmaz? Hiç mi kimse hâlini hatırını sormaz koskoca bir su kütlesinin… “Uğruna ölürüm” diyenler de dâhil (hatta belki de en çok onlar!) hiç kimsenin Türkiye diye bir derdi yok belli ki. Daha doğrusu, içinde yaşanılan bu evin dibini bucağını, kıyısını köşesini hiç tanımamış bilmemiş, bir evin idaresi için gerekli asgari şartları dâhi düşünmemiş insanlar idare etmiş yıllarca. Çok büyük dehalardan bahsetmiyorum, hayli mütevazı bir çaba beklediğim. Azıcık merak, birazcık hakkaniyet. Düşünsenize, ülkede Kürtçe diye bir dil olduğu bile “tartışma konusu”. Ne diyordu Peker? “Lan bırak!”
Oysa devlet organizasyonu, komplike ve ciddi bir iştir. Milyonlarca insanın hayatının ve geleceğinin altyapısını taşır. Uzun vadeli, rasyonel ve soğukkanlı kararlar verebilmeyi gerektirir. Atımızı bir oraya bir buraya sürelim, diyerek olmaz. Karmaşık ve işleyen sistemler kurmayı, bu sistemlerin kendilerini yenileyebilmesi için imkânlar yaratmayı gerektirir. “Devlet” hiç de öyle efsanelerde ya da şimdiki hamasî nutuklarda anlatıldığı gibi metafizik bir şey değildir. Aşırı derecede teknik bir iştir. Hatta bu sebepledir ki, modern bürokrasinin icadını meşhur sosyolog Max Weber “büyüsüzleşme” olarak niteler. Artık her şey makine gibi işlemek mecburiyetindedir. Sıkıcıdır. Defter kitap işidir. Diz kırıp dirsek çürütmeyi gerektirir. Çünkü nüfus, üretim ve tüketim çoğalmış, büyük şehirlerde yaşayanların altyapı ihtiyacı fazlalaşmış, yeni teknolojilerle birlikte sağlanması gereken hizmet kalemleri artmış.
Bakınız üç beş insanı idare etmek, onların her türlü ihtiyaçlarını gidermek, onlara sağlıklı şekilde kendilerini gerçekleştirebilecekleri bir ortam sağlamak, yani hakkıyla aile reisliği yapmak bile çok zor bir mesele. 80 milyonluk bir ülkeyi tek merkezden, tek adamın aklıyla idare etmeye kalkmak, intihardır. Despot yönetimler altında kimse inisiyatif alamaz, hiç kimse ömürlük projeler geliştirmeye kafa yormaz. Zira kafa yorsa da, pratiğe geçiremez. Eğer bir topluluğu idare ettiğini öne sürenler, paydaşlarını (vatandaş olur, çalışanlar olur, müntesipler olur) “hak ve inisiyatif sahibi birer aile ferdi” gibi hissettiremiyorsa, onların temel hak ve ihtiyaçlarını karşılamayı beceremiyorsa, onları karar alma mekanizmasının bir parçası kılamıyorsa, onlarla aynı çatı altında yaşadığını iddia edemezler.
Böyle sağlıksız bir topluluğa da “toplum” (halk, cemaat, takım… vs.) denmez. Çünkü orada kimse topluluğun genel vaziyetini daha iyiye, daha güzele, daha doğruya götürmek için çabalamaz artık. Öyle bir noktaya gelinir ki, insanlar etraflarında gördükleri yangınları dahi idareye haber vermeyip umursamazlık bataklığına saplanır. Bir kabusun geçip gitmesini bekler gibi kafalarını kuma gömüp ilk fırsatta gemiden atlamayı düşünür. Ve her ne kadar birilerini “hain” olarak görseler de, bu fenalığın birinci müsebbibi “idare edenler”dir. Marmara Denizi’ni öldürenler de, oraya arada sırada çöp atanlar değildir. O denizin “idaresinde” mesuliyeti olan belki bilmem kaç nesil koltuk sahipleridir.
Kaynak: Tr724