YORUM | HARUN TOKAK
Gurbette bir bayram gecesi…
Odamda bir başıma oturuyorum.
Doğu yakasında, güneşin doğuşu öncesi bir aydınlık…
Gökte tek tük yıldızlar…
Kuşlar, bir aydınlık denizinde kavis çizerek, kanat çırparak ülkeme doğru uçuyor.
Uçun kuşlar, uçun! Bütün baharlar, bütün ufuklar, bütün bayramlar sizin.
Bir zamanlar bizim de özgürce yeni ufuklara yeni ülkelere uçtuğumuz bayramlarımız vardı.
Ya şimdi öyle mi?
Yanık bir ozanın dediği gibi “Bayram gelmiş neyime / Kan damlar yüreğime…”
Bayramlarda köyümüze giderdik…
Çocuklar, gelinler, kızlar bir araya gelirdik, bayramın geldiğini fark ederdik.
Annelerimizin babalarımızın sevinci görülmeğe değerdi.
Arife günlerinde ikindi namazından sonra bütün köylüler, kadın-erkek köy kabristanında toplanırdı.
Yasin’ler, Tebareke’ler sesli okunurdu. Sadece diriler değil ölüler de dinlerdi. Her bir kabrin başını bekleyen serviler, o ilahi seslerle kendinden geçmiş dervişler gibi arada bir içli içli nefes alıp verirlerdi.
Arife günleri köylüler, köyümüzün kabristanında hala toplanıyorlar mı acaba?
Bayram sabahı köy odalarında sofralar kurulur, eller öpülür, şekerler, şerbetler dağıtılırdı.
O güzel adetler hala devam ediyor mudur?
Yoksa o güzel anılar güzel atlarına binip gittiler mi?
Bayramlar benim için unutulmaya yüz tutmuş rüyalar gibi oldu.
Köy bayramları çocukluğumuzun en tatlı anıları olarak artık hatıralarda kaldı.
Köye dönsek de çocukluğumuza geri dönemeyiz.
O evlerin ışığı söndü.
Nicelerimizin anne babaları biz gurbetlerde iken öldü. Ne son vasiyetlerini alabildik, ne başlarında bulunabildik, ne tabutlarına omuz verebildik, ne de kabirlerine bir avuç toprak atabildik…
Bayram gelmiş neyime kan damlar yüreğime…
Köylerimiz eski köy değil, bayramlarımız eski bayram değil. Kapılar kilitli, ışıklar sönük, yaylalar suskun, kaval sesleri duyulmuyor.
Analarımız, babalarımız “Bayram geldi, oğullarım torunlarım gelip kabrimizde Kuran okuyacaklar” diye bekliyor…
Bayram gelmiş neyime kan damlar yüreğime…
Ve “Ülkeme gün doğa / Bayram o bayram ola” sözlerinin aydınlığında yürüdük biz yolları…
Ve bizim yürüdüğümüz o yollarda bayramlarımız vardı.
Mahalle mahalle, sokak sokak seferber olduğumuz, “Aman bir deri zayi olmasın, bunlar öğrenciye burs olacak, sıcak bir yuva olacak, yurt olacak, okul olacak!” dediğimiz bayramlarımız…
Kurbanlıkların taşındığı kamyon kasalarında, sağanak yağmurun altında üst-başın fışkı koktuğu bayramlar…
Ve bizim, içlerinde öğrencilerin cıvıldaştığı, bayram sabahları bahçesinde, kınalı koçların, koyunların, kuzuların meleştiği müesseselerimiz vardı.
Ve bizim bayramlarımız vardı…
Güneydoğu’ya, Kara Kıta’ya seferler düzenlediğimiz bayramlarımız.
Rüzgârın, güneşin bir yolunu bulup girdiği ama hiçbir bayramın giremediği yoksul evlerin kapılarını çaldığımız bayramlarımız.
Kerpiç bir evin içinden yaşlı ve yorgun bir sesin “Gidin artık, ne istiyorsunuz? Bütün evlatlarımı alıp dağa götürdünüz. Bir canım kaldı, onu da mı alacaksınız?” sözleri karşısında, “Anacığım biz senin canını almaya değil sana kurban olmaya geldik.” dediğimiz bayramlarımız.
Ellerimizde paketlerle, “Haydi, bu bayram yine gurbetlerdeyiz.” diyerek uçaklarla yeni ufuklara, yeni ülkelere havalandığımız bayramlarımız.
Ve o uçaklar bayram taşırdı Tanrı Dağları’na, Afrika çöllerine…
Dünyaya bayram taşıyan o insanlar, şimdilerde hapishane köşelerinde, tek başına hücrelerde, gaybubetlerde, gurubu olmayan gurbetlerde…
Yaralı yüreğim, gam kervanlarının yol güzergâhında.
Bu benim elimde değil.
Yüreğimin yangınlarını teskin edemiyorum.
Nice emeklerle, gözyaşları ile, alın teri ile harcı karılan, kapı kapı dolaşılarak, yüzsuyu dökülerek yapılan 2,500’den fazla okul, yurt, dershane; bir zamanlar yeni bir neslin cıvıltılarına sahne olan o güzelim binalar, muhterem ve muazzez Hocamızın kaldığı beşinci katlar, bir zamanlar yolunu şaşıran her geminin güvenliği sığınağı olan, o teri rayihasını taşıyan odalarında koridorlarında üful üful cennet esintileri olan o güzelim mekânlar şimdi namahremin eline geçmişken…
Söyleyin Allah aşkına, bayram gelmiş benim neyime!
Yüzbinlerce ders halkası olurdu. Anadolu’da her bir ev bir mektep, bir mabed gibi çalışırdı. Yazları yaylalarda kamplar olur, Kur’an sesleri, tesbihat sesleri kuş cıvıltılarına karışırdı.
Ya şimdi…
“Bayram gelmiş neyime / Kan damlar yüreğime…”
Binbir emekle büyüttüğü, göz nuru döktüğü, bir ömür verdiği, binlerce on binlerce çalışanı olan dev holdinglere bir bir çökülmüşken, sahipleri içeri atılmışken, ya da çareyi yurt dışına çıkmakta bulmuşken, yeni iş kuracağım diye kendi malını sanki bir hırsızmış gibi yurt dışına kaçırmaya çalışırken…
Sırf davaya ihanet etmemek, müfteri olmamak için evini fabrikasını, holdingini kaybeden, dün bütün Türkiye’nin tanıdığı saygın iş adamları Sefiller’deki Jaen Valjean gibi köşe bucak kaçarken…
Söyleyin Allah aşkına, bayram gelmiş neyime!
Demirperde yıkıldıktan sonra on binlerce yiğit insan dünyanın dört bir yanına dağıldı.
Irmaklarda gün döndü, çöllere ışık düştü, çöller İrem bağlarına döndü, sulh adacıkları oluştu, mazlum milletlerin ufkuna bir fecir parıltısı gibi düştüler, onlarla gülüp onlarla ağladılar…
Kimi bu uğurda Âdem Tatlı, Erkân Çağıl gibi canını verdi.
Kimi Süleyman Alptekin gibi iki ayağı ile çıktığı ülkesine tek ayakla döndü.
Ülkesinin yöneticilerini arkalarında görmek isteyen bu havariler arkalarından hançerlendiler, terörist ilan edildiler.
“Bayram gelmiş neyime / Kan damlar yüreğime…”
Nice canlar, nice servirevanlar, gurubu olmayan gurbetlerde Osmanlının beyefendi şehzadesi Ömer Faruk Efendiler gibi “Ah vatanım ah vatanım” diye diye can veriyor. Eşi, kocasının cenazesini bile kendi vatanına götüremiyor, kocasının tabutunu gönderiyor.
“Bayram gelmiş neyime / Kan damlar yüreğime…”
Kimileri, yaşı seksenine dayanmış kanser hastası… Saçı sakalı ağarmış, kimyasal tedavi görüyor… Bağırsakları dışarda torba elinde, hapishaneden kemoterapiye gidiyor, kimyasal tedavi bitince hücresine dönüyor. Kimyasal tedavi gören hastalar uzaklardaki kokudan bile kusası gelir, acısı dayanılmaz olur ama o hücresinde yalnız başına yaralarının sızısına, yüreğinin yarasına değil uğradığı ihanete ağlıyor.
Bir havar türküsü gibi Kazancı Bedih’e hak vermemek mümkün değil,
“Bayram gelmiş benim neyime / Kan damlar yüreğime…”
Bacım hamile, hapse alınıyor, doğum için hastaneye zor yetiştiriliyor, doğum yaptıktan bir müddet sonra eline kelepçe vuruluyor, başına asker dikiliyor, babası kim bilir hangi hapishanede…
Savaşın bile bir kanunu vardır, tarihte nice zalimler vardır. O zalimlerin, o çete reislerinin bir raconu vardır. Kadına dokunmazlar, çocuğa dokunmazlar…
Tekerlekli sandalye ile dolaşabilenleri gözaltına almak, dünya hukuk tarihinde, bize zulmedenlere nasip oldu.
Hayatında karınca ezmemiş kimselere, kadın-erkek demeden ters kelepçe taktılar.
Melek gibi insanları incittiler…
Onlar orada hapiste iken; çocukları, “Baba, sen neden ordasın, neden eve gelmiyorsun?” derken; bir peçeteye babasının resmini çizen “Babacığım seni çok özledim!” diyen yavrunun elindeki babasının resmi olan peçeteyi insafa gelen bir gardiyanın babaya ulaştırdığı bir bayramda…
Söyleyin Allah aşkına, bayram gelmiş neyime!
Biliyoruz Allah’ım!
Tıpkı Yusuf (as) kıssasında olduğu gibi, Sen’in bunda bir muradın var.
Kabul edilmek için önce kabullenmek gerekir.
Hacer kadar yalnız değiliz. Kimsesiz, ıssız bir çölde tek başımıza değiliz.
Kim bilir, hapisteki kardeşlerimiz birer Yusuf, birer Hacer olarak çıkacaklar. Ak alınları ile kara zindanları aydınlatacaklar. Her biri bir derviş, bir veli olarak çıkacaklar. Kapılar bir gün özgürlüğe açılacak ama o gün sadece kapılar değil kalpler de Allah’a açılmış olarak çıkacaklar. O gün hizmetin bayramı olacak.
***
Odamda bir başıma oturuyorum.
Doğu yakasında, güneşin doğuşu öncesi bir aydınlık uç veriyor.
Gökte tek tük yıldızlar var.
Kuşlar, bir aydınlık denizinde kavis çizerek, kanat çırparak ülkeme doğru uçuyorlar.
Uçun kuşlar uçun! Bütün baharlar, bütün ufuklar, bütün bayramlar sizin.
Bir zamanlar bizim de özgürce yeni ufuklara yeni ülkelere uçtuğumuz bayramlarımız vardı.
“Bayram gelmiş neyime / Kan damlar yüreğime
Gönlü şad olan gülsün / Gülmek benim neyime…”
Bayram gelmiş neyimize desek de bu bir inkisardır.
Sen bayramımızı, bayram eyle Allah’ım!