YORUM | REŞİT HAYLAMAZ
Zembereği boşalmıştı, İbn-i Selûl’ün. Görünürde Muhâcirîn’i hedef almıştı ama esasen hedefinde, bizzat Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) vardı. Zilletin baş aktörü izzetin zirve ismine ‘zelil’ diyor, Allah nezdindeki en kıymetli Kul’a, mü’minin dünyasına hiç yakışmayacak bir teşbihle açıktan hakaret ediyordu!
Duyanı çılgına çevirecek cümlelerdi bunlar ve İbn-i Selûl’ün zırvalarını, orada bulunan genç sahâbî Zeyd İbn-i Erkam da (radıyallahu anh) duymuştu.
Telif edemiyordu; o güne kadar ortaya koyduğu zâhirî duruşa bakarak hayranlık duyduğu bir isimden sâdır olan Ebû Cehilce sözler karşısında büyük bir şok yaşamıştı. Beynine kan sıçramışçasına bir şaşkınlığın ardından hiç beklemedi ve doğruca Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına koştu. Nefes nefese, “Yâ Resûlallah!” dedi ve büyük bir mahcubiyet içinde İbn-i Selûl’ün söylediklerini anlatmaya başladı.
Nezih dünyasına akseden bu çirkinlik karşısında Rahmet Peygamberi (sallallahu aleyhi ve sellem), üzülmesine üzülmüştü; hatta yüzünün rengi bile değişmişti ama teenni ve temkinini hiç bozmadı, ateşin üzerine körükle gitmedi.
Evet, ortada çok ciddi bir problem vardı; az önce Müreysî kuyusunun başında Ensâr’ı kışkırtıp Muhâcirîn’e kılıç çektiren bir adamdan her şey beklenirdi. Üstelik, insan sarrafı bir Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bu dualiteyi görmemesi mümkün değildi.
Baktığı yer farklıydı; bünyeyi tedaviye matuf bir bakışı vardı ve çıbanbaşını da onun tezyinât süslü tezvirâtlarına aldananları da yeniden kazanmak istiyordu. Onun için başından beri bildiği bir arızanın üzerine gitmek suretiyle düne kadar katlandıklarını zayi etmek istemiyordu.
Evet, bünyede bir çıban vardı ama çıbana müdahale de ayrı bir hassasiyet gerektirirdi; çoğu zaman acele hareket ve erken hamle, onun başka notlara atlamasına sebebiyet verirdi.
Belli ki varlığından haberdar olduğu bu çıbanı patlatmak istemiyordu ve Hazreti Zeyd’e (radıyallahu anh) ardı ardına sorular sormaya başladı: “Ey genç!” dedi. “Ona karşı kızgınlığından dolayı böyle konuşmuş olmayasın?”
Net konuşuyordu, Hazreti Zeyd (radıyallahu anh) ve “Hayır! Vallahi ben bunları ondan duydum.” şeklinde cevapladı.
Tekrar sordu:
“Duydukların konusunda yanılmış olmayasın?”
Aynı kararlı duruşla, “Hayır, yâ Resûlallah!” dedi, Hazreti Zeyd (radıyallahu anh). “Hiç yanlışım yok!”
“Onun hakkında bir benzetme, bir yakıştırma yapmış olmayasın?” şeklinde bir daha sordu.
Yine aynı kararlılık vardı: “Hayır, yâ Resûlallah!” dedi, Hazreti Zeyd (radıyallahu anh). “Vallahi de bunları ben ondan işittim!”
İş, tebeyyün etmişti; Zeyd (radıyallahu anh) gibi mü’mince bir duruş, hiç eğip bükmeden fotoğrafı olanca netliğiyle ortaya koymuştu. Üstelik bunlar, İbn-i Selûl gibi zıp zıp yaşayan bir aktörden beklenen sözlerdi.
Ne var ki hâlâ adama karşı hüsn-ü zanla bakanlar, aleyhindeki duruşları garipseyenler de vardı. Gerek Fahr-i Âlem Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) beyanlarından gerekse hâlâ İbn-i Selûl’e olan itimat ve güvenlerinden dolayı Ensâr’dan bazıları, Hazreti Zeyd’i (radıyallahu anh) kınamaya başlamış ve yaptığının hiç de hoş olmadığını, bir an önce tevbe edip istiğfarda bulunması gerektiğini bile ifade etmişlerdi.
Mecliste bulunanlardan Hazreti Ömer (radıyallahu anh), eli kılıcının kabzasında ve renkten renge giriyordu.
Görüldüğü üzere, bakışlar çeşit çeşitti ve böylesine bir çeşitliliğin olduğu yerde Peygamberâne duruşun nasıl bir dengeyi ayakta tuttuğu da açıktı. Problem çözmek önemliydi ama problemi çözerken başka problemlere kapı aralamamak da bir o kadar ehemmiyet arz ediyordu.
Duyduklarından emin ve ne yaptığını da bilen birisi olarak Zeyd İbn-i Erkam (radıyallahu anh) bunalmıştı; içinde neş’et ettiği Ensâr’ın bile üzerine gelişleri karşısında “Vallahi!” dedi. “Hazrec içinde İbn-i Selûl’den daha fazla muhabbet duyduğum bir adam yoktu. Yemin olsun ki bu sözleri değil ondan, babamdan duymuş olsaydım, yine gelir ve Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile onları paylaşırdım. Bu konuda ben, Yüce Allah’ın (celle celâlühû) vahiy indirip de benim mi yoksa başkasının mı yalancı olduğunu Habîbi’ne bildireceğini, Resûlullah’ın da (sallallahu aleyhi ve sellem) benim sözlerimi doğrulayacağını umuyorum.”
Sonra da o Yüce Dergâh’a yöneldi; “Allah’ım!” diyordu. “Benim sözlerimi doğrulayacak vahyini Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) indir!”
Bu arada, temkinle hareket edenler de vardı ve Ensâr’dan bir grup Sahâbî, vakit kaybetmeden İbn-i Selûl’ün yanına gitti; “Ey Ebâ Hübâb!” dediler. “Şayet, Zeyd’in anlattığı şekilde konuşmuşsan, boşuna inkâr etme; git ve olup biten her şeyi Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) anlat. Anlat ki sana istiğfar etsin! Yoksa, şunu bil ki bu mesele asla gizli kalmaz; hakkında vahiy gelir ve mesele bütün netliğiyle ortaya çıkar. Yok, eğer bunları söylemediysen, bu durumda da yine git; özür dile ve söylemediğine dair yemin et!”
İbn-i Selûl bu; ne yaptı dersiniz?
Tahmin edileceği üzere hemen renk değiştirdi ve sütten çıkmış ak kaşık rolüne soyundu; hem de avurtlarını doldura doldura, “Vallahi” dedi. “Bunları kesinlikle ben söylemedim!”
Dedi ama söylediklerinin herkesin gündemi haline geldiğinin de farkındaydı ve aleyhindeki gidişâtı durdurabilmek için hemen yerinden fırladı; köse suratlı adam, Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına gidiyordu!
Öylesine bir gelişi vardı ki sanki ortalığı kırıp dökecek ve kuru gürültü ile vaziyeti kurtardığını sanacaktı. Daha kötüsünün önünü alabilmek için Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ey İbn-i Übeyy!” diye seslendi. “Şayet bu sözler sana ait ise tevbe et!”
Görüldüğü üzere, “Niye söyledin?” demediği gibi “Nasıl böyle bir şey yaparsın!” da demedi. Ortada bir yerde durduğunu göstererek meseleyi ihtimaller dahilinde tutmak istedi.
Ancak, İbn-i Selûl, bildiğimiz İbn-i Selûl’dü ve dünyanın şahidi olduğu en büyük yalanı bile vahiyle müeyyed bir hakikat gibi konuşmayı iyi beceriyordu; önce, “Zeyd’in söylediklerini ben söylemedim.” dedi ve ilave etti:
“Hatta böyle bir mevzuyu hiç konuşmadım!”
Adam o kadar iyi rol yapıyor, misyonunu o kadar kusursuz eda ediyordu ki başından beri olup bitenlere şahit olan Ensâr’dan birisi, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Belki de o çocuk yanılmış ve bu adamın söylediklerini zihninde tam olarak tutamamıştır!”
Sözün bittiği yerdi; ancak, yarın elde edilecek semereleri zayi etmemek için buna da bir “Yâ Sabûr!” çekmek gerekiyordu.
Hazreti Ömer (radıyallahu anh) çıldırmak üzereydi!
Ne var ki esas olan, zamanın çıldırtıcılığına karşı da sabretmekti.
Kaynak: Tr724