Anayasal devletinin mimarisi bozulan ve olağanüstü koşullarla rejimini değiştiren bir ülkede sistemin normal parametrelerine dönüşü olağan koşullarda gerçekleşmez. Bu sistemin kuruluşu hukuktan koparak gerçekleşti. Gerçekleştiren bir koalisyondu. Erdoğan tek değildi. Değişim salt AKP üzerinden yapılmadı. Cumhur İttifakı’nı kurduran dinamikler, sadece siyaset içi dinamikler değildi. Eğer tüm iş Erdoğan ve onun kişisel parti haline getirdiği AKP üzerinden bitirilmiş olsaydı, MHP ve derin ortaklara neden gerek duyulmuş olsun? Bu size mantıklı geliyor mu? Hayır, Erdoğan tek değil. Bu rejim ise bir güç koalisyonu; içinde çeşitli güç paydaşları var. Kimi politikalarını ortak menfaatleri ile, kimilerini ise pazarlık sürecinde “öyle icap ettiği için” oluşturdular.
Rejim budur. 17 Aralık 2013 ile 15 Temmuz 2016 arasındaki 31 ay içerisinde ortaklıkları oluşturuldu ve seri aşamalarla ilerledi. 16 Temmuz 2016’dan bu yana ise rejimi konsolide ettiler. Bu tespitleri reddedenler yazıyı bu aşamadan itibaren okumayı bırakabilir.
Paydaşlar Erdoğan ve AKP ile Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak sivil, derin devlet unsurları olarak ise askeri-bürokratik paydaşlardan oluşuyor. Her şey Erdoğan ve ekibinin yolsuzluklar esnasında suçüstü yapılmasıyla başladı. Elbette başka ayrıntılar da vardır, ama görece daha az önemlidir. Eski Türkiye’den kopuş ve yeni rejimin inşası için başlangıç noktası 17 Aralık 2013’tür. Bu olmasaydı, daha yumuşak bir geçiş olabilir, hukuka formel olarak daha fazla bağlı kalabilirlerdi. Yargılanma korkusu, süreci hızlandırdı. Ve yeni ortaklıklara ikna oluşta gerek siyasal karar alıcıları, gerekse teşkilatları ve tabanı sürece en hızlı şekilde ikna etti. Kimse iktidarı kaybetmeye razı değildi. Herkesin farklı nedenleri vardı. Baştakiler yolsuzlukların ve gücün bitmemesini, yargıya hesap vermemeyi istiyordu. Teşkilat pragmatik faydalarının ve ideolojik statükonun değişmemesini istiyordu. Taban vesayet sisteminden ve dahası eski sistemin intikam almasından korkuyordu.
Diğer tarafta, MHP ve Avrasyacı-ulusalcı askeri bürokrasi ve ulusalcı-seküler taban, Kürtlerle Çözüm Süreci’nin bitirilmesini, her ne pahasına olursa olsun Kürtlere statü verilmesine yol açacak sürecin önüne geçilmesini istiyordu. Diğer taraftan “irticacılığın” en önemli odağı olarak algıladıkları” devlere “sızan” veya onu “ele geçiren” Gülen Cemaati’nin “devletten temizlenmesini” ve tasfiye edilmesini istiyorlardı. Zaten Ergenekon ve diğer darbe planlarında da bu temayül gayet açık olarak görülüyordu. İşte şimdi fırsat ayaklarına kadar gelmişti. “Dincilerin öbür tarafı” olarak baktıkları Milli Görüşçü ve onlara destek veren tarikatler ve cemaatler, onlar için küçük balıktı. Böylece ortaklık zemini oluşturuldu. Plan, basitti: Dincileri dincilere kırdırmak, yani pis işi Erdoğan’a onun muhafazakâr kesimler üzerindeki karizmasını kullanarak yaptırmak, sonra da aradan sıyrılıp planın bir üst evresine geçmek!
Erdoğan ve AKP ise, köprüyü geçerken ayıya dayı demek, işlerine yaradıkları sürece bu Avrasyacı-ulusalcı tayfayı tolere etmek, bitleri kanlanana kadar beklemek, güçlenince onları tasfiye etmek gibi bir yaklaşım içerisindeydiler. Bu şartlar altında 15 Temmuz’a giden yolun taşları döşendi. Çünkü her iki grubun da önlerinde ciddi bir engel vardı: Batı yanlısı, AB reformlarından yana olan, NATO’da devam diyen kesimler. Bunlar, Kürtler, Gülen Cemaati, liberaller, gayrimüslim azınlıklar, bazı marjinal gruplar ve bazı demokratik sol ve sağ kesimlerdi. Bu kesimleri etkisizleştirmek için fiziki gücünden çekindikleri Türk ordusu üzerinde bir oyun oynamaları lazımdı. Çünkü TSK’da Batıcı-NATO’cu kanat güçlüydü. 15 Temmuz ile beraber bu güçlü kanadı neredeyse tamamıyla tasfiye ettiler. Elbette bu kanat yeknesak değildi. İçlerinde reformist Atatürkçülerden Cemaatçilere, liberallerden solculara, oldukça farklı kesimlerden subaylar vardı. Bunların hepsini darbeyle ilintilendirerek, ordudan attılar. Tümüne müebbet veya uzun yıllar hapis cezası verdiler. Hedef gördükleri grupların sivil kesimlerini ise bürokrasiden ve akademiden temizlediler. Bu bir cadı avıydı. Ve rejimin kurulmasında bu en önemli adımdı. Bu adım atılırken, Erdoğan-AKP ile MHP, Avrasyacılar, Ulusalcılar ve bunların uzantıları işbirliği yaptılar. İlişkiler elbette karmaşıktı ve beklentiler daha kompleksti, ama özet buydu.
Erdoğan-AKP kanadı ile MHP-derin yapılar kanadı arasındaki ilişki kesinlikle bir aşk ilişkisi değil. Bu bir mantık evliliği! “Gittiği yere kadar gider, sonrası Allah kerim!” diyerek yola çıktılar. İki kanadın da yola çıktıklarında kaybedecekleri fazla bir şey yoktu. Ergenekoncular (ve diğer darbe planlarından içeri girenler) zaten tasfiye edilmişlerdi ve intikam hisleriyle yanıp tutuşuyorlardı. Bu olayın duygusal boyutu! Diğer taraftan, vesayet rejimini yeniden kurmak ve Türkiye’yi iç siyasette fabrika ayarlarına geri döndürmek, siyasal hedeflerdi. Dış politikada ise sürekli insan haklarında ilerleme ve demokratikleşme baskısı yapan Batı (Atlantikçiler, yani AB ve NATO) ile araya mesafe koymak istiyorlardı. Kendilerine daha fazla hareket alanı sağlamayı umdukları Avrasyacı ülkelerle (başta Rusya, ardından İran ve Çin) stratejik ve askeri ilişkileri yoğunlaştırmak, Batı’yla ilişkileri ticari ortaklık seviyesinde tutmak istiyorlardı. Erdoğan-AKP ekibi de buna razı oldu. Onlar da demokrasi ve hukuktan koptuktan sonra artık Batı ile araya mesafe koymanın zorunlu olduğunu anlamışlardı. Bu mantık evliliği içerisinde Cemaat’i tasfiye ettiler, TSK’daki Batıcı kadroları elimine ettiler, ülkenin rejimini değiştirdiler ve otoriter bir sistem kurdular. Dış ve güvenlik politikalarını rayından çıkarmayı başardılar. Hepsinin kaldıracı, 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimiydi.
Anayasal rejimi değiştirmenin olağanüstü şartlarını böyle oluşturdular. Rejim, eğer o olağanüstü koşulları oluşturmamış olsa değiştirilemezdi. İki ortak kanat bunu elbette beraber yaptı. İyi de mantık evliliğinin miadı ne kadar olacaktı? En hayati soru da buydu.
Şurası bir gerçek ki, iki rejim paydaşı grup da birbirlerinden hiç mi hiç hazzetmiyor. Rasyonel nedenlerle ilişkiyi kurdular, bugüne dek de devam ettirdiler. Her bir grup kendi menfaatlerine uygun hareket etti. Erdoğan, içeride ve dışarıda yapılan politikaları çok iyi meşrulaştırıyordu. 28 Şubat’tan çok daha geniş ölçekte tasfiye operasyonlarını bu sayede tereyağından kıl çeker gibi, muhafazakâr kesimleri tedirgin etmeden başardılar. Üstelik ateşteki sıcak kestaneleri de Erdoğan-AKP maşasıyla, ellerini yakmadan aldılar. Erdoğan-AKP ise, toplumu “17 Aralık bir sivil darbe girişimiydi” masalına ortaklarının yardımıyla ikna edebildi. Özellikle CHP ve İYİP gibi fraksiyonları kontrol altına bu sayede alabildiler. Yani her iki şer çete için de bu bir kazan-kazan ittifakıydı. Kaybeden elbette Türkiye’ydi, ama bu kimin umurundaydı?
Bu ilişkide, barışçıl yollardan, bürokratik rutinle bir iktidar devir-teslim olasılığı yok. Ben başından beri, eldeki doneler çerçevesinde, hep bunu yazdım ve söyledim. Erdoğan-AKP, iktidarı bırakamaz. Ortakları ise onların iktidarda kalmasına ancak belli bir süre tolerans gösterebilir. Çünkü devleti tamamen ele geçirmeleri riskine girmek istemezler. Yani her iki taraf da bu zorunlu balayının biteceğini ve gerçeklerin baskın çıkacağını biliyor. Geriye sayım devam ediyor. Elbette korkuyorlar. Her iki taraf da “devleti bırakmak” istemeyecek. Ama bu oyunun tek kazananı olabilir. Özellikle Erdoğan’ın ekonomideki çöküşle beraber imajının giderek zedelenmesi ve karizmasının aşınması, artık sonun başlangıcına yaklaştığımızı gösteriyor. İki gruptan biri için mutlu son yok.
Şimdi gelelim emekli amirallerin yayınladıkları bildiriye. İçeriğine girmeyeceğim. Elbette Montreux’yü tartışmaya açmak aptallıktır. Azıcık tarih bilen biri, bunun ciddi bir stratejik bir hata olduğunu görür. Dahası, tarikatçı amiral fotoğrafları da tümüyle seküler kesimleri kazanmaya yönelik bir hamleye çanak tuttu. Fakat bunlar yüzeydir, satıhtır. Esas olay, rejimin paydaşlarının fay kırığı senaryosunu test etmeleridir. Cenk öncesi ufak gövde gösterileriyle birbirlerine gözdağı vermeye çalışan iki ordu gibi, ya da güreş müsabakası öncesi el peşrevi yapan pehlivanlar gibi bir durum söz konusu. Emekli amirallerin rahatsızlığı meselesi budur. Gördüğüm sonuçlar şöyle:
1) Bunun danışıklı dövüş olduğunu düşünmüyorum. 2) Bu kavganın derinleşme ihtimali var. 3) Kavga koalisyonu sona erdirebilir ve Erdoğan’ın gitmesi ile sonuçlanabilir. 4) Bu olsa dahi hukuka dönüş olmaz. Dediğim gibi, bunları kavga olasılığı senaryosu üzerine yazdım. Henüz yeterli veri yok. Bekleyip göreceğiz ne olacağını. Senaryo doğru da çıksa, yanlış da çıksa sonuç değişmiyor: TR için hukuk devleti ve demokrasi ufukta görünmüyor. Bir kavga olacak. Üç vakte kadar! Ama üç gün mü, üç ay mı, üç yıl mı, bunu zaman gösterecek. Bu mantık evliliği bitecek. Su testisi su yolunda kırılacak. Ama kazanan ve kaybeden kim olacak, söylemek şu anki veriler bazında çok zor. Tek bir şey söylenebilir, İslamo-faşistlerle Kemalo-faşistlerin arasındaki mücadelede her iki ihtimalde de kaybeden kesinlikle Türkiye olacak.
Prof. Dr. Mehmet Efe Çaman / Tr 724