“Hoşnutsuzluğumuzun kışı başlıyor!” William Shakespeare
Mutsuzluktan memnuniyetsizliğe, muterizlikten muarızlığa… İnsan ruhu bu merhaleleri çoğu zaman farkında olmadan aşar. Rubicon Irmağı bir anda geçilir ve artık geri dönüş yoktur. Peki ya saflıkla salaklık arasındaki ince çizgi? Ya bilinçli olarak “saf” rolü yapanlar?
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Giriş kısmı biraz ağdalı olabilir ama bağlamı oturtabilmek için, elimden geldiğince anlaşılır olmaya çalışarak yazacağım.
İnsan ruhunun huzursuzluk halleri, tarihin her döneminde düşünürlerin ilgisini çekmiş, toplumsal dönüşümlerin ve bireysel trajedilerin temelini oluşturmuş.
Esasen hoşnutsuzluk, yalnızca bir ruh hali değil, aynı zamanda ontolojik bir durum. Kavrama öznel açıdan yaklaştığımızda Heidegger’in kaygı kavramına benzer şekilde, memnuniyetsizlik insanın varoluşsal koşullarından kaynaklandığını görürüz. Ancak bu durum statik ve stabil değil; aksine dinamik bir süreç içinde derinleşip nitelik değiştiriyor.
İnsan ruhunun huzursuzluk evrelerinde ele alacağımız ilk mertebe olan mutsuzluk, son derece şahsi ve içe dönük bir durumdur. Birey bu aşamada henüz hoşnutsuzluğunu dışsallaştırmamış, sorumluluğu belirli bir nesneye ya da özneye atfetmemiştir. Kişi hayatın genel bir memnuniyetsizliği içindedir ancak bu durumun kaynağını tam olarak tanımlayamamaktadır belki.
Memnuniyetsizlik ise mutsuzluğun nesne bulması, somutlaşması. Artık hoşnutsuzluğun bir sebebi vardır: Bir durum, bir sistem, bir ortam, bi ilişki ya da bir koşul. Psikianaliz çerçevesinde meseleyi değerlendirebiliriz ama gerek yok bence, zira Freud’un çalışmalarında izini sürebileceğimiz bu aşama, bastırılmış arzuların ve gerçekleşmemiş beklentilerin bilinçte yer etmeye başladığı an olabilir diye düşünmekteyim. Birey artık pasif bir mutsuzluk halinden, aktif bir hoşnutsuzluk durumuna geçmiştir.
Ve bugünlerde pek popüler olan bir evreye geliyoruz… Muterizlik mertebesinde, memnuniyetsizlik itiraz ve eleştiriye dönüşür. Esasen Kant’ın “aydınlanma” tanımıyla yakından ilişkili olduğunu düşündüğüm: “Kendi aklını kullanma cesareti” ambalajıyla bu durum pek bir afili bile gelebilir insana. Muteriz, durumu sorgular, alternatifler düşünür ve eleştirel bir duruş sergiler. Ancak bu aşamada henüz mutlak bir kopuş yoktur; sistem içinde kalarak değişim arayışı söz konusudur.
Pirimiz olan Gramsci’nin “organik entellektüel” kavramı, muterizlik aşamasını aydınlatmada bir fenerden çok daha fazlası belki bir tahlisiye simidi bile olabilir bizim için. Muteriz, içinde bulunduğu yapının sorunlarını görebilen, bunları dile getirebilen ancak henüz o yapıyla bütünüyle çatışmaya girmemiş kişidir. Ve kanaatimce bu bir ara geçiş halidir ve son derece kırılgandır.
Ve bence Emre Uslu ve o düşüncedeki kitlenin yanıldığı nokta, meselenin muterizlik evresini çoktan aşmış olduğunu fark etmemeleri ya da pek önemsememeleridir.
Çünkü muterizlik evresini aştığınız anda Rubicon ırmağı çoktan aşılmış oluyor. Bilmeyenler için izah edeyim Rubicon ırmağı metaforunu.
MÖ 49 yılında Julius Caesar, komutası altındaki lejyonlarıyla birlikte Kuzey İtalya’daki Rubicon Irmağı’nı geçti. Bu küçük ırmak, Roma Cumhuriyeti’nin İtalya toprakları ile eyaletleri arasındaki sınırı oluşturuyordu. Roma yasalarına göre, bir komutanın ordularıyla bu ırmağı geçmesi savaş ilanı anlamına geliyordu. Caesar ırmağı geçerken meşhur sözünü söyledi: “Alea iacta est” (Zar atıldı). Yani artık geri dönüş yoktu.
Rubicon’u geçmek metaforu üç temel anlama sahip. Birincisi, geri dönülemez bir karar almak: Artık eskiye dönüş imkansızdır, köprüler yakılmıştır, sonuçları ne olursa olsun yol tek yöne gider. İkincisi, kritik bir eşiği aşmak: Öncesi ve sonrası kesin çizgilerle ayrılır, niteliksel bir dönüşüm gerçekleşir, artık eskisi gibi olmayacaktır. Üçüncüsü ise varoluşsal bir bağlanma: Belirsizlikten kesinliğe, tereddütten eyleme, imkandan fiiliyata geçiş söz konusudur.
Muterizlik Rubicon ırmağının bir (Roma tarafındaki) kenarı ise muarızlık suyun öte yanıdır, diyebiliriz.
Ve evet muarızlık hoşnutsuzluğun son ve en radikal formu bence. Artık birey sadece eleştirmez, aktif olarak karşı çıkar. İşte “dost-düşman” ayrımı burada devreye girer: Muarız, kendini bir karşıtlık içinde tanımlamaya başlar. Bu aşamada kopuş tamamlanmış, uzlaşma zemini ortadan kalkmış, varoluşsal bir ayrılık gerçekleşmiştir artık.
Bu dört merhalenin en tehlikeli yanı, aralarındaki geçişlerin çoğu zaman fark edilmeden, kademeli ve geri dönülemez biçimde gerçekleşmesi olsa gerek. Başta Hannah Arendt olmak üzere tarihteki tüm totalitarizm çalışmalarında gösterdiği gibi, bireysel hoşnutsuzluklar toplumsal düzeyde kristalleştiğinde, radikal siyasal kırılmalara yol açtığı gibi, mikro ölçekte de yarılma ve bölünmeleri doğuracaktır.
Nietzsche’nin “resentiment” kavramı, bu evrimin psikolojik mekanizmasını açıklar bize. Bastırılmış ve içselleştirilmiş kırgınlık zamanla zehirli bir nefrete dönüşüyor. Birey, başlangıçta hafif bir rahatsızlık olarak yaşadığı durumu, zamanla varoluşunun merkezine yerleştiriyor ve kimliğini bu karşıtlık üzerinden inşa etmeye başlıyor.
Bir de teorisi var bunun bilir misiniz?
“Kök salma ihtiyacı” teorisi, bu süreci tersinden okumamıza imkan veriyor: İnsanın temel ihtiyaçlarının karşılanmaması durumunda, mutsuzluk kaçınılmaz olarak muarızlığa evriliyor. Toplumsal aidiyetsizlik, ekonomik güvencesizlik ve anlam kaybı, bireyi önce rahatsız ediyor, sonra eleştiri yöneltmeye, ardından itiraz etmeye ve nihayetinde karşıt bir duruş almaya itiyor.
Tam bu noktada karşımıza iki kavram çıkıyor. Öyle iki kavram ki, aralarında çizgi kimi zaman fersah fersah ötede, kimi zaman ise neredeyse “iç içe” diyebileceğimiz kadar incedir. Ama şu genel kanaati söylemek de mümkün: Bu sınır, belki de insan doğasının en paradoksal alanlarından biridir. İkisi de bir tür bilgisizlikten, tecrübesizlikten ya da dünyayı olduğundan farklı algılamaktan kaynaklanır. Ancak biri erdem sayılırken, diğeri kusur olarak görülür.
Saflık ve salaklıktan bahsediyorum elbette!
Açıkçası ben bu ince ayrımı vaktiyle izlediğim bir film sonrasında fark ettim.
Fransız sinemacı Francis Veber’in 1992 yılında yazdığı bir tiyatro eseri olan “Salaklar Sofrası” isimli eseri yine yazarı tarafından 1998 yılında filme alınmıştı. Orijinal ismi Le Dîner de Cons olan film neredeyse tamamı tiyatrovari kapalı mekanda geçen bir başyapıttır. Altyazılı film izlemeyi sevmeyen Amerikalılar daha sonra bu filmin Hollywood versiyonunu da çektiler.
Hikaye çok enteresan. Zengin Parisli yayıncı Pierre Brochant ve arkadaşları her yıl “salaklar sofrası” adını verdikleri bir akşam yemeği düzenlerler; burada her davetli, kendince bulabildiği en “salak” misafiri getirir. Oyunun amacı, “salaklar”ı tutkuları ve fikirleri hakkında konuşturup eğlenmek, gecenin sonunda da “akşamın şampiyonu salağı”nı seçmektir.
Brochant, bir “salak avcısı”nın yardımıyla, kibrit çöplerinden ünlü yapıların minyatürlerini yapan Maliye Bakanlığı çalışanı François Pignon’u bulduğunda “bir hazine” keşfettiğini düşünür. Ancak yemek gecesi Brochant’ın beli incinir ve eşi Christine onu terk eder. Pignon, Pierre’i rahatlatmak için sürekli yardıma koşar ama her girişimi durumu daha da kötüleştirir. Filmi izlemeyenler için bundan sonraki birkaç paragrafı atlamalarını öneririm zira ciddi miktarda spoiler var ve ne yazık ki meramımı anlatmak için bunları yazmak durumundayım.
Film, şimdiye kadar bahsini ettiğimiz kavramsal ayrımı mükemmel biçimde dramatize eder ve muazzam bir saflık-salaklık paradoksu inşa eder.
Evet, François Pignon görünüşte salaktır. Sosyal işaretleri okuyamaz, ince cinlikleri kavrayamaz, sürekli yanlış şeyler yapar. Ancak içtendir, iyi niyetlidir, samimi ve dürüsttür. Her yardım girişimi felakete dönüşür ama amacı hep iyidir. Manipüle etmeyi bilmez, rol yapmaz, maske takmaz. Aslında saftır, dünyayı karmaşık stratejilerle değil, doğrudan ve dürüstçe görür.
Pierre Brochant ve arkadaşları ise görünüşte zekidirler. Sosyal kodlara hakim, sofistike, kültürlü iş adamlarıdır. Ancak empati yoksunu, küçümseyici, kibirli ve zalimdirler. İnsanları araç olarak görür, eğlence malzemesi yaparlar. Çıkar hesaplarıyla düşünür, sürekli manipüle ederler. Aslında gerçek salaklar onlardır, insanlıktan nasipsiz, ahlaki körlük içindedirler.
Filmin sonunda Pignon, yemeğin gerçek amacını öğrenir ancak Brochant’a inanılmaz bir şefkat gösterir. Karısını arayıp ona geri dönmesi için yalvarır: “Kimse, o bile olsa, bu kadar üzüntüyü hak etmez”
Pignon’un saflığı esasen bilinçli bir tercihtir. Kötülüğü görür, aşağılanmayı yaşar ama yine de iyilik yapmayı seçer!
Brochant’ın sözüm ona üstün “zekalılığı ise esasen duygusal ve ahlaki bir körlüktür. Toplumsal kodları bilir ama insanlığı görmez.
Film boyunca, başta avantajlı görünen Brochant giderek Pignon’a muhtaç hale gelir. Kibirli yayıncının düzenli hayatı, afacan ve yardımsever Villeret tarafından parçalanır. Sonunda kim kimin “salağı”dır belli olmaz.
Film, son sahnede mükemmel bir ironi oluşturur: Brochant, sonunda gerçek bir “salaklar sofrası”na katılmaya gider ama artık kimin salak olduğu çok net değildir.
Filmin bir sahnesi beni bahsini ettiğim iki kavram hakkında aydınlatmıştı, anlatayım.
Pignon (eskiden Auxerre iken) fanatik bir PSG taraftarıdır. Brochant’ın eşiyle ilgili bir meseleden dolayı, bir maliye memurundan (ki bu memur Pignon’un samimi bir dostudur), kadının bulunduğu adresi öğrenmeleri gerekir. Ve o akşam tesadüf bu ya PSG ile ezeli rakibi Olimpik Marsilya (OM) arasında önemli bir futbol maçı vardır ve maçın devre arasındadır. Marsilya 2-0 öndedir. Maliyeci ise fanatik bir Marsilyalıdır. Telefon açılır hal hatır sorulduktan sonra, öylesine bir maç bahsi geçer ve konuşma kısa sürede PSG-OM karşıtlığı, hatta düşmanlığına dönüşür. Eski defterler açılır ve adres filan alınmadan, telefonu birbirinin suratına kapatır iki fanatik!
Salaklık fanatizm ile buluşunca, işler sarpa sarmıştır! Esas meselemize geliyoruz yavaş yavaş.
Saflık ile salaklık arasındaki ince çizginin yanında, üçüncü ve belki de en sinsi bir kategori daha var: Bilinçli olarak saf ya da salak rolü yapan kurnazlık. Bu, saflığın bir strateji, salaklığın bir maske olarak kullanıldığı, hesaplı bir masumiyetsizlik halinden başka bir şey değildir.
Bakınız en hafif tabiri kullanmaya dikkat etmekteyim. Esasen Machiavelli’nin “Prens”inde bu stratejinin ilk teorik temellerini bulmak mümkün: Hükümdar, gerektiğinde “tilki gibi kurnaz, aslan gibi güçlü” olmalıdır der Machiavelli. Ancak ekler: “Bazen de basit, saf, anlamaz görünmek gerekir.”
Shakespeare’in Hamlet’i bu stratejinin edebiyattaki en büyük örneği olsa gerek. Hamlet delilik taklidi yapar, “saf” ve “zararsız” görünür. Ancak bu maske altında intikam planları yapar, düşmanlarını test eder, tuzaklar kurar. “Deliliğimde bir yöntem var” der. Bu, bilinçli bir performanstır.
Bahsini edeceğim saflık ya da salaklık yolu, bu bahsini ettiğim ilk kısım kadar sert ve art niyetli değil. En azından şimdilik.
Daha çok duygusal manipülasyon için kullanılan sahte saflık benim kastettiğim şey. Birazdan detaylıca anlatacağım X odalarının zamanla ne tür bir salaklar sofrasına dönüştürüldükten sonra, saf rolü yapılarak, kahir ekseriyeti masum olan katılımcıları salak yerine koyanlardan bahsedeceğim.
Yine en hafif tabiri Sartre’dan ödünç alabiliriz: “Kötü niyet” (mauvaise foi.) Birey, sorumluluktan kaçmak için saf rolüne sığınır. “Ben bilmezdim, ben anlamadım, ben öyle demek istememişim!” oyunudur bu.
En bilinen “savunma mekanizmaları” arasında sayabileceğimiz bu hal, özellikle yakın ilişkilerde kullanılır. Birey, suçluluğu üzerinden atmak, hesap vermekten kaçmak ya da başkalarını kontrol etmek için “masum kurban” rolüne bürünür.
Günümüzde sahte saflık, özellikle dijital çağda yeni formlar almış durumda. Sosyal medyada “naif kullanıcı” pozu, politikada “halktan biri” rolü, iş dünyasında “ben teknik bilmem” savunması – hepsi bu stratejinin modern versiyonları.
Ve açıkçası bunlara şahit oldukça midem tahammül edemiyor zira gerçek ile taklit arasındaki fark o kadar siliniyor ki, kim gerçekten saf, kim bu rolü oynamaya soyunuyor çözmekten yoruluyorum. Öyle, çünkü sahte saf o kadar iyi performans gösteriyor ki, belki de gerçekten saftır, diye düşünüyorsunuz. Ya da tam tersi: Gerçek saf, o kadar şüphe uyandıryor ki, sahte zannediyorsunuz!
Sonuç olarak, sahte saflık en tehlikeli kategori. Çünkü saflığın erdemini, salaklığın masumiyetini kullanarak, kurnazlığın gücünü elde eder. Ve siz, bu üçüncü kategoriyi fark edemediği sürece, en kolay manipüle edilen taraf oluyorsunuz.
Operasyon Ricerca hakkında bir seri yazı yazmıştım hatırlayacaksınız.
Kanaatime göre Saray iktidarı bir takım alavere dalavere ile araştırma şirketi adı altında Cemaat’ten bazı insanlarla temas kurmak için bir araştırma ya da anket düzenlemişti. Emre Uslu’nun dikkat çekmesinden sonra ben de biraz araştırma yaptım ve görüşü alınan cemaatçilerin hiçbirinin ismini bilmeden, sorulan soruları öğrendim. Çok enteresan sorulardı, merak edenler arşivden o yazılarımı bulabilir.
Bunun iktidar işinin olduğunu Anadolu Ajansı’nda yayınlanan bir analizden yola çıkarak şu cümlelerle anlatmıştım: “Operasyonun ikinci boyutunda sahte Twitter hesapları, cemaat terminolojisini ve değerlerini taklit ederek özellikle KHK’lı akademisyenlerin travma ve maddi sıkıntılarını istismar etti. “Hem bilime hizmet edin hem para kazanın” mesajıyla tuzağa çekilen hedef kişilerden, DM üzerinden yürütülen görüşmelerle dört ana kategoride istihbarat toplandı: Liderlik ve örgütsel yapı, uluslararası ilişkiler ve diaspora analizi, finansal kaynak haritalaması ve Almanya’daki kurumsal yapılanma. Bu sorular, masum akademik merak gibi sunulurken, aslında Cemaat’in anatomisini deşifre etmeye ve gelecekteki operasyonlar için roadmap çıkarmaya yönelik sistematik bir istihbarat faaliyetinin parçasıydı.”
Hatta “soruların analizi” isimli bir ara başlık koyarak, yazımı herhangi bir sonuca ya da rapora dayanarak yazdığımı şu cümlelerle ifade etmiştim: “MİT’in sahte şirket aracılığıyla sorduğu sorular, şimdiye kadar görebildiğim kadarıyla dört ana kategoride toplandığını görüyoruz. Bu kategorilerin her biri operasyonun farklı bir boyutunu hedefliyor sanırım. Bu sorular, masum akademik merak gibi sunulsa da, aslında Cemaat’in anatomisini deşifre etmeye yönelik sofistike bir istihbarat operasyonunun parçası olduğu aşikar.”
Ve yazıdaki kanaatlerimi oluşturan referansları açıklayan bir paragraf daha: “Birazdan okuyacağınız yazıda şöyle bir metodoloji benimsedim: İki farklı belgeyi karşılaştırmalı olarak analiz ederek aralarındaki nedensellik bağlarını ortaya çıkarmak.”
Bu belgelerin deneklere sorulan sorular ve AA’da çıkan analiz yazısı olduğu da son derece açık ifade ediliyor yazıda.
Bu kadar açık ve net bir şekilde yazmış iken, birilerinin saf rolüne yatarak, “Nedim Hazar herhangi bir sonuç raporu hazırlanmadan bunları nasıl yazdı? Demek ki uydurdu?” diye oda açmasını gerçekten önemsemiyorum. Dediğim gibi mesele daha ciddi: Bu tür odaların bir tür salaklar sofrasına dönüştürülmesi.
Hatta bizzat Twitter baş odacılarından olan İsmail Sezgin’in bile “Eksiklik var” türünden kabul ettiği araştırma sonuçlarıyla ilgili muhtemel şu uyarıyı da yapmışım: “Bir araştırmanın sonuçlarındaki vurgu noktaları, kullanılan terminoloji, öne çıkarılan bulgular ve görmezden gelinen veriler, o araştırmanın gerçek amacı hakkında değerli ipuçları sunuyor.
Şunu demek istiyorum; bir araştırmanın sonuçları, sadece objektif bulgular değil, aynı zamanda belirli güç yapılarının ideolojik hedeflerini yansıtan diskursif (söylemsel) yapılar olarak okunabilir.”
Durum bu kadar net olmasına rağmen saf rolü oynayarak yazımı yayınlanmasından aylar sonra kalkıp, sadece bir bölümünü kendi defansına malzeme yapan Sezgin’e cevap vermeyi gereksiz buluyorum. Hele onun yanında gece gündüz, 24 saat çemkiren nevzuhur “hışır”ları ise zerre miktar önemsediğim söylenemez.
Ancak bu odada olan biteni saatlerce dinleyen masum insanlar var.
En azından bunlara bu kötülüğün yapılmaması lazım. Hakikatin yüzünü gözünü yamultarak bir noktaya varamazsınız. Evet o anda belki kendinizi savunmak için bir malzeme olarak kullanabilirsiniz ama uzun vadede bu size daha çok zarar verebilir.
Ha ben bunları yazıyorum ama birileri için bunun çok anlamı olduğunu da düşünmüyorum.
Son olarak Operasyon Ricerca hakkındaki son fikriyatımı söyleyeyim.
Evet bu operasyonu bizzat Saray istihbaratı yapmıştır. Ama bunu “Cemaat’in bundan sonraki lideri kim olacak? Cemaat bundan sonra bölünecek mi?” gibi sorulara Cemaat’in içinden insanların ne cevap vereceğini merak ettiği için yapmadı kesinlikle. Bunun için anket yapmasına filan da gerek yok. Her akşam X odalarında saatlerce bu insanlar fikirlerini zaten söylüyorlar. Ve emin olun her saniyesi kayıt altına alınıyor zaten. Dahası bu odalarda konuşan herkesin saf bir şekilde fikirlerini savunan Cemaat mensupları olduğunu düşünecek kadar da safa yatmamalısınız bence.
Saray istihbaratı, bir şekilde Cemaat içindeki insanlarla irtibat noktası oluşturmak adına bu araştırmayı yaptı. Ve eminim ellerine yüzlerine bulaştırmasalardı, bu ilk temas sonrasında ilişki kurmaya devam etmeye çalışacaklardı. Yani bu bir tür, adam devşirme ve sızma operasyonuydu.
Cemaatin önde gelen isimlerinin fikirlerini zerre miktar merak ettiklerini sanmıyorum, zira bunları zaten bildiklerini düşünüyorum.
Toparlıyorum…
Mutsuzluktan memnuniyetsizliğe, muterizlikten muarızlığa giden çoğu zaman farkında olmadığımız bir yol var. Ve özellikle zor zamanlarda bu mesafe tahmin edilenden çok daha kısa vakitte aşılmış oluyor.
Ve öyle bir savrulma yaşıyorsunuz ki, Rubicon Irmağı geçilmez oluyor ve siz artık muteriz değil muarız oluyorsunuz.
Böyleyken böyle…
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***








































