AYDOĞAN VATANDAŞ | KİTAP-İNCELEME
Numan Yiğit’in, Süreyya Yayınları tarafından yayımlanan ‘Gülen Anı(lar): Hocaefendi’den Güldüren ve Düşündüren Anekdotlar’ adlı kitabı, Hocaefendi’nin ruh dünyasını ve nüktedanlığını özlü biçimde yansıtan nadir eserlerden biri olmaya aday. Kitapta anlatılan en kritik hatıralardan biri bana göre, “Ben eski sıfırı seviyorum!” sözünün etrafında şekillenen hikaye. Görünüşte basit bir latife gibi başlar ama ilerledikçe insanın varlık karşısındaki konumunu yeniden düşünmesine neden olan, matematiğin sembollerini tasavvufi bir hikmete dönüştüren bir hatta dönüşür.
Hikaye, gerçekte bir sohbet meclisinde, talebelerle birlikte yapılan sade bir sohbet ortamında geçer. Numan Yiğit’in aktarımına göre Hocaefendi, talebelerine sık sık tevazunun mahiyetinden, insanın kendini konumlandırma biçiminden söz eder. Hiyerarşilerden, makam ve mevkilerden bağımsız olarak, hakiki bir müminin kendisini ‘insanlardan bir insan’ olarak görmesi gerektiğini vurgular. (s. 141–142)
Bu çerçevede bir gün konuyu matematiksel bir sembolle açar: Sıfır.
Sıfır, gündelik dilde aslinda ‘değersizlik’ olarak algılanır. Ama Hocaefendi’nin zihnindeki sıfır hiçbir zaman bu basit anlamlara sıkışmış bir sembol değildir. O, sıfırı benlik duygusu ile mücadelede bir nefes olarak görür.
“Bir mü’min kendisini sıfır olarak görmeli. Çünkü sıfırlar kendi aralarında üstünlük iddia etmez. Hepsi aynıdır; hepsi eşittir.” (s. 142)
Mesele yalnızca ‘eşitlik’ ve ‘tevazu’ değildir. Sıfır, insanın Allah ile ilişkisinde durduğu yeri de gösterir. İnsan tek başına bir kıymet ifade etmiyorsa, asıl değer ne ile kazanılır?
Hemen ardından tebessüm ederek o meşhur cümleyi söyler: “Ben eski sıfırı seviyorum.” (s. 143)
İşte hikayenin genişlediği yer tam burasıdır.
Latince ve erken dönem hesap sistemlerinde kullanılan sıfır, bugünkü gibi dolgun, tam bir çember değildir. Daha çok içi boş bir nokta, bir yuvarlak gibi tasvir edilir. (s. 143)
Bugünkü sıfır ise ‘tam bir çember’ gibi görünür. Hocaefendi’ye göre bu bile bir anlam farkı taşır: “Şimdiki sıfır biraz büyük… Mütevazılık için fazla gösterişli!” (s. 143)
Sözün ardındaki ince mizah bir yana, mesaj açıktır: Gerçek tevazu gösterişsizdir.
Buradan sonra hatıra daha da derinleşir. Hocaefendi sıfırın Allah ile ilişkisinden söz etmeye başlar: “Sıfır, kendi başına ne kadar uzatırsanız uzatın bir şey ifade etmez. Ama ‘bir’in yanına koyarsanız on olur. Bir daha koyarsanız yüz olur. Bin olur… (s. 143)”
Yani değer, sıfırın kendisinden değil, ilişkisinden doğar. Hocaefendi vermek istedigi mesaj sudur: “Biz sıfır olmalıyız. Değerimiz, Allah’ın yanımıza koyduğu elif kadardır. O elif silinir, biz yine bir hiç oluruz.”
Merak etmeyin; şimdi buradan yola çıkıp Gateway Raporu, bilinç frekansları, kuantum alanları ve insanın egosunu sıfırlayarak kozmik bilinçle ya da ilahi kelam alanı ile senkronize olma ihtimali üzerinden vahyin ve ilhamın ontolojisi gibi hayli iddialı konulara ya da ‘zero-point energy / sıfır noktası enerjisi’ üzerinden zaman ve mekanın bükülebilir olduğuna dair fiziksel ve metafiziksel tartışmalara girmeyeceğim. Amacım, Numan Yiğit’in kitabında gezinip Hocaefendi ile birlikte biraz tebessüm, tebessümle birlikte biraz da tefekkür etmek.
Numan Yiğit’in ‘Avcı ile Yamacı’ başlığı altında anlattığı hatıra da ilginçtir. İlk bakışta bir fıkra gibi görünür; fakat ilerledikçe, Hocaefendi’nin abartıya karşı duyarlılığına işaret eder. Hocaefendi bir gün bu tür durumlarla ilgili şöyle bir fıkra anlatmış. Hikaye şöyle başlar:
“Bir avcı varmış bir de yamacı. Avcı nasıl avladığını mübalağalı bir şekilde anlatır, yamacı da tevil ve yorumlarla meseleyi dinleyenlerin aklına yaklaştırma vazifesini görürmüş. Bir gün kahvehanede otururlarken avcı başlamış atmaya, yamacı da yamamaya. Avcı coşmuş: Geçen gün ormanda avlanıyordum, yukarıdan bir ördek sürüsü geçiyordu. Okumu yaya taktım bir attım, ördek maşallah büryan olmuş, tepsi içinde salata yanında önüme gelmesin mi!”
Bu sözler üzerine yamacı artık dayanamamış: “Be avcı, atıyorsun atıyorsun ama biraz insaflı at! Hadi o okla hızlıya ördek buryan oldu diyeyim, tamam onu yamyayım ama tepsiyi, salatayı nereye yamyayım yahu!” demiş.…” (s. 94–95)
Hocaefendi bir gün, çok sevdiği Mehmet Ayvacı Bey ile sohbet etmektedir. Bir ara söz şişmanlık ve kilolara gelir. Merhum Doktor Mehmet Bey, “Efendim ben 115 kilo idim, 90 kiloya düştüm!” deyince Hocaefendi hemen: “Mehmet Bey, 90 kiloya düşülmez, çıkılır.” der. (sf.43)
Hocaefendi, bir gun Bozyaka’daki binada yeni gelen talebelerin kütüphanede çalıştıkları bir sırada yanlarına uğrar ve oradakilerden birine: “Sizin Arapçanız nasıl?” diye sorar.
Talebe utanır ve ‘Arapçam iyi’ demekten çekinir. Hocaefendi bu kez bir diğer talebeye: “Sizi imtihan etmişler miydi?” diye sorar. Talebe: “Evet efendim!” diye cevap verir.
Hocaefendi: “Hani adamın biri berbere gitmiş ve: “Berber efendi, saçımın rengi ne?” diye sormuş. Berber de, “Nasıl olsa birazdan önüne dökülecek, o zaman görürsün,” diye karşılık vermiş.” (s.45)
Numan Yiğit’in “Gülen An(ı)lar” kitabı, Hocaefendi’nin hayatından aktarılan güldüren ve düşündüren anekdotlarla, bir liderin kişiliğinin az bilinen yonlerini görünür kılıyor. Kitabın daha ilk sayfalarından itibaren anlaşılıyor ki Yiğit, bu anekdotları ‘güldüren küçük hikayeler’ olarak değil, yüksek bir ciddiyet bilincinin ve ince bir mizah anlayışının nasıl bir arada var olabileceğinin örnekleri olarak sunuyor.
Fahreddin Râzî’nin Mefâtîhu’l-Gayb’ından verilen örnek enfestir: Bir kelbin (köpeğin) ‘necisliği’ fıkhi bir meseledir. Ama aynı kelbin ilim öğrenmesi halinde farklı bir kıymet kazanması mümkündür.
Kitapta, Hocaefendi’nin Sonsuz Nur’da aktardığı Fahreddin Razi’den bir örnek naklediliyor. Fıkıhta köpeğin hükmü tartışılırken Maliki mezhebinin köpeği ‘necisü’l-ayn’ (bütünüyle pis) kabul ettiğinden, evde bulundurulmasını caiz görmediği anlatılıyor. Ancak köpek ‘kelb-i muallim’ yani av öğretisi verilmiş, komut alan, eğitilmiş bir köpek olunca, getirdiği avın yenebildiği, dolaştığı yerlerin de temiz sayıldığı ifade ediliyor. Razi burada durup şu nükteyi yapıyor: Bir köpek bile ilim yoluyla sadece avlanmayı öğrenince hükmü değişiyor, adeta aile ferdinden sayılıyorsa; ilim öğrenen insanın hangi zirvelere çıkacağını siz düşünün. Böylece nükte üzerinden ilmin insanı nasıl yücelttiği vurgulanıyor. (s.24)
Kitabı sadece bir hatıra kitabı görmek bence yanlış olur; zira kitap, girişte dil, tefsir ve semantik alanlarına dokunan derinlikli analizler de yapıyor. Yiğit, Hocaefendi’nin şahsiyet yapısını belirleyen temel ilkeleri bir arada gösteren ince bir karakter okuması yaparken, okuyucuya şu mesajı veriyor: “Ciddiyet ile mizah zıt kutuplar değil; doğru ahlak anlayışında birbirini tamamlayan iki yüzdür.”
Kitap, Hocaefendi’nin güldüren anılarından hareketle aslında neye güldüğü kadar, neye gülmediğini de anlamamızı sağlıyor.
Numan Yiğit, bu çalışmayı yıllara yayılan bir gözlem, dinleme ve kayıt sürecinin ürünü olarak kaleme almış. 1989–1994 yıllarındaki temaslarından 1999 sonrası Amerika ziyaretlerine kadar, Hocaefendi’nin yakın çevresinden birebir dinlediği latifeleri, sohbet notlarını ve şahsi gözlemlerini titizlikle bir araya getirmiş. Bu yönüyle kitap, hem tarihi bir belge niteliği taşıyor hem de Hocaefendi’nin mizah dünyasına doğrudan şahitlik imkanı sunuyor.
Kitap, müellifinin mütevazı bir ifadeyle belirttiği gibi, ‘güzellikleri Hocaefendi’ye, eksikleri ise bana ait’ anlayışıyla kaleme alınmış bir vefa eseri aslında. Numan Yiğit, hem kendi şahitliğine hem de Hocaefendi’yi tanıma bahtiyarlığına ermiş insanların hatıralarına dayanarak bu çalışmayı mümkün olduğunca sahih, sıcak ve insani bir zeminde toplamaya gayret etmiş.
Yazarın metni Hocaefendi’ye bir dua ile sonlandırması, aslında kitabın bütününe sinen saygı, muhabbet ve şükran duygusunun özlü bir ifadesi.
Hararetle tavsiye ederim…
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***








































