IJA ve Haus am Dom’un düzenlediği “Almanya’da Merz İktidar’ının ilk 6 ayı” konulu seminerde Prof. Hacı Halil Uslucan ve Yasemin Aydın’ın sunumları, Almanya’daki göçmen gruplarının yaşadığı dışlanmanın boyutlarını çarpıcı verilerle ortaya koydu. Türkiye kökenlilerin yüzde 80’i ayrımcılığa maruz kalırken, iyi entegre olanlar daha fazla dışlanmış hissediyor. Medya gerçeği göstermiyor, gerçeklik üretiyor.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Önceki akşam IJA’nın (International Journalists Association), Almanya’nın en köklü akademilerinden Haus am Dom işbirliğiyle düzenlediği söyleşilerin üçüncüsü olan “Almanya’da Merz İktidar’ının ilk 6 ayı: Endişe ve Umut Arasında Bir Bilanço” konulu seminere katılma şansım oldu. Türkiye kökenli Alman psikolog ve göç araştırmacı, Duisburg-Essen üniversitesi profesörü Hacı Halil Uslucan ve IJA’nın direktörlerinden Yasemin Aydın’ın yaptığı sunumlar hayli dikkat çekiciydi. Önce size panelde aldığım notları aktarayım, ardından benim de bu konulardaki acizane fikirlerimi paylaşacağım.
Aslında ben olsam toplantının başlığını “Kırılganlık çağına tutulan ayna” diye koyardım. Zira Friedrich Merz’in başbakanlığının ilk altı ayı, Almanya’da ekonomik belirsizliklerin, sosyal yapının hassaslaştığı ve duygusal bağların sınandığı bir dönemde gerçekleşti. Bu süreç, yalnızca yeni bir hükümetin icraatlarını değerlendirmek için değil, aynı zamanda göç, kimlik ve entegrasyon tartışmalarının toplumsal atmosferi nasıl şekillendirdiğini anlamak için de kritik bir pencere sunulmasını sağladı.
Seminer Merz iktidarının ilk aylarında gerginliğin daha görünür hale geldiği ve medyanın ürettiği dışlayıcı dilin, iyi entegre olmuş bireyler de dahil olmak üzere belirli gruplar üzerindeki toplumsal dışlanma yükünü nasıl artırdığını ele alırken söz konusu olanın sadece politik tercihler veya ekonomik kararlar değil; aynı zamanda toplumsal varlığın meşruiyetinin sürekli sorgulandığı, belirli grupların sistematik olarak marjinalleştirildiği bir atmosferin oluşturulması olduğu gerçeğini bana hatırlattı.
Verilerin Soğuk Yüzü: Dışlanmanın Boyutları
Bayıldığım giyim ve anlatı tarzı ile (kendisini ilk kez görmüş oldum) Prof. Hacı Halil Uslucan, Almanya’daki göçmen gruplarının yaşadığı ayrımcılık, istatistiksel verilerle ortaya koyarak çarpıcı bir tablo çizdi. Sözgelimi, Türkiye kökenli öğrencilerin yüzde 22’si, kökenleri nedeniyle dezavantajlı konuma düştüğünü belirtti; ki bu oran diğer gruplarda yüzde 10 civarında seyrediyor. Son bir yıl içinde eşit olmayan muameleye maruz kalma oranı, Türkiye kökenliler arasında yüzde 60 ile 80 arasında değişiyormuş.
Uslucan Hocaya göre tarihsel perspektiften bakıldığında, bu oranların özellikle belirli dönemlerde zirve yaptığı görülüyor. 2010-2011 yıllarında, Thilo Sarrazin’ın tartışmalı kitabının ve NSU (Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü) cinayetlerinin kamuoyunu meşgul ettiği dönemde, Türkiye kökenli bireylerin ayrımcılığa maruz kalma oranı yüzde 81’e kadar çıkmış. Bu yüksek oranlar, hocanın keskin ifadesiyle, “göçmenler alıngan olduğu için değil; temsil gücü yüksek çalışmalar böyle söylediği için” ciddi bir toplumsal gerçeklik.
Entegrasyon tartışmalarında sıklıkla göz ardı edilen bir boyut var: Nesnel olarak iyi entegre olmuş kişiler, özellikle akademisyenler ve profesyoneller, öznel olarak daha fazla dışlanmış hissediyorlar. Bunun nedeni, popüler medyadaki alt metinleri, imaları ve yüz ifadelerini daha dikkatli takip etmeleri. Eğitim ve sosyal statü, onları medyanın ürettiği sembolik şiddete karşı daha hassas kılıyor.
2019 yılında, sadece bir yıl içinde göç üzerine yapılan 100’den fazla tartışma programında sıkça sorulan “Bu kadar yabancıyı ülkeye almak doğru muydu?” gibi sorular, göçmenlerde derin bir rahatsızlık meydana getiriyor. Bu sorular, toplumsal varlığın meşruiyetini sürekli tartışma konusu yaparak, iyi entegre olmuş bireylerde bile “ait olma” duygusunu zedeliyor. Entegrasyon ne kadar başarılı olursa olsun, varlığınızın meşruiyeti sürekli sorgulanıyorsa, güvenli bir zemin oluşturmanız mümkün olmuyor.
Almanya’daki toplumsal dışlanma hiyerarşisinin en alt basamağında Roma (Çingene) aileleri yer alıyor. Verilere göre, Roma aileleri ülkedeki en yoğun toplumsal dışlanmayı yaşıyor. Toplumun pek çok kesimi, Aussiedler grubunda yüzde 59, göçmen geçmişi olmayanlarda yüzde 52 oranında, Roma ailelerle komşu olmak istemediğini belirtiyor. Bu rakamlar, Avrupa’nın kalbi sayılan bir ülkede hâlâ ne kadar derin önyargıların var olduğunu gösteriyor.
Müslüman ailelere yönelik dışlanma da güçlü bir biçimde devam ediyor. Aussiedler grubu, Müslüman ailelerle neredeyse hiçbir temas kurmamayı tercih ediyor. Sosyal yardım alan ve çok çocuklu aileler de benzer dışlanma biçimlerine maruz kalıyor. Bu grupların ortak özelliği, medyada sıklıkla “sorun” olarak çerçevelenmeleri ve nadiren kendi seslerini duyurma imkanı bulmaları.
Dışlayıcı Dil ve Sembolik Temsiliyet Eksikliği
Yasemin Aydın’ın birazcık dar fokuslu olarak (neden böyle gördüğümü birazdan izah edeceğim) çizdiği medya eksenli perspektifte ise Merz’in ilk altı ayında gerginlik daha görünür hale geldini anlattı. Tartışmalar yüksek sesle yapılsa da, insanlar kendilerini “anlaşıldıklarını” hissetmemiş. Göç, güven ve kimlik tartışmaları hâlâ “Kim ait? Kim dışarıda bırakılmış?” sorusu etrafında dönüyor.
Aydın çok haklı olarak demokrasinin katılım kavramı, sembolik temsiliyet eksikliği bağlamında yeniden sorgulanması gerektiğini vurguladı. Dil, görüntüler ve seçilen söylem belirli grupları sistematik olarak marjinalleştiriyorsa, bu sadece bir iletişim sorunu değil, ciddi bir demokrasi sorunudur. Göçmen kökenliler genellikle “hakkında konuşulan” olmaktadır, “konuşan” değil. Bu pasif pozisyon, toplumsal tartışmalarda öznellik hakkını ellerinden alıyor.
Almanya’da uzman olarak ekranlara çıkan göçmen kökenli kişilerin oranı sadece yüzde 9, siyasetçiler arasında ise sadece yüzde 3. Üstelik bu kişiler ekranlara çıktıklarında da çoğunlukla sadece göç ya da sığınma konularında konuşabiliyorlarmış. Ekonomi, çevre, dış politika gibi alanlarda uzman olsalar bile, onlardan beklenen yalnızca “göçmen perspektifi” sunmaları. Bu durum, hem profesyonel kapasitelerini sınırlıyor hem de toplumda “göçmenler sadece göç konusunda konuşabilir” algısını pekiştiriyor-muş.
Merz’in ilk aylarındaki en çarpıcı örneklerden biri, “şehir düzeni bozuldu” açıklamasının medyada nasıl çerçevelendiği. CTF’nin (Centrum für Türkeistudien und Integrationsforschung) yayımladığı bir grafik üzerinden manşete taşınan bu açıklama, anketin gerçek sorularıyla neredeyse hiçbir bağlantı kurmadan sunuldu.
Anket, suç oranı kaygısı ve kurallara uymayan göçmenlere dair düşünceleri ölçüyordu. Ancak medya, bu verileri “Merz haklı mı?” gibi başlıklarla sunarak, başbakan açıklamasını halkta doğrulanmış bir kanaat olarak yerleştirdi. Bu süreç, medyanın sadece bilgi vermediğini, aynı zamanda gerçeklik ürettiğini gösteren net bir örnek. Grafik çarpıtıldı, bağlam kaybedildi ve toplumsal gerginlik körüklendi.
Bu tür örnekler, medyanın ne söylendiğinden çok, nasıl söylendiğinin ve neyin çerçeve olarak seçildiğinin önemini ortaya koyuyor. Merz’in açıklaması belki de farklı bir bağlamda, farklı verilerle sunulabilirdi. Ancak seçilen çerçeve, göçmenleri “düzen bozucu” olarak konumlandıran bir anlatıyı güçlendirdi.
Bir başka önemli mesele: Medyada yoksulluk temsili neredeyse yok. 2010 yılında yapılan bir araştırma, yoksulluk konusunu işleyen haberlerin sadece yüzde 20’sinde yoksulluk yaşayanların sesinin yer aldığını ortaya koydu. Bu durum, “Yoksullar hakkında konuşuluyor, ama yoksullarla birlikte konuşulmuyor” duygusunu zirveye taşıyor. Empati var, ama yakınlık yok. Sosyal mesafe korunuyor.
“Hartz und Herzlich” gibi reality programlar, yoksulluğu bir gösteriye dönüştürerek kamerayı bir güç aracı olarak kullanıyor. Bu programlar, izleyiciye yoksulluğu “içeriden” gösteriyormuş gibi yapsa da aslında “Bunlar tembel, gürültücü, kirli” önyargısını pekiştiriyor. Yoksullar, kendi hikayelerinin öznesi değil, bir spektakülün (gösterinin) nesnesi haline geliyorlar.
Merz döneminde Bürgergeld (Vatandaş Parası) tartışmaları, medyanın seçici empati ve seçici görünürlük pratiklerinin en net örneklerinden birini sunuyor. Medyada Bürgergeld tartışmaları sürekli “sistemi kötüye kullananlar” üzerine odaklanmış. Oysa resmi suistimal oranı sadece yüzde 3 ve Bürgergeld alanların önemli kısmı çocuklar, hastalar veya tek ebeveynli aileler.
Medya, “Totalverweigerer” (çalışmayı tamamen reddedenler-Bayılıyorum bu Almanca birleşik kelimelere) figürünü öne çıkarırken, vergi kaçıranlar veya miras hileleri gibi daha büyük ekonomik adaletsizlikleri ya hiç göstermemiş ya da kenar notu olarak geçmiş. Vergi kaçakçılığının maliyeti milyarlarca euro seviyesindeyken, Bürgergeld suistimali üzerinden yaratılan toplumsal öfke orantısız boyutlara ulaşmış.
Doğal olarak bu seçici görünürlük, toplumsal vicdanı yönlendiriyor. Medya, hangi adaletsizliği görünür kılacağına karar vererek, hangi öfkenin meşru olduğunu belirlemiş oluyor. Küçük suistimaller büyütülürken, büyük adaletsizlikler normalleşiyor. Yoksullar ve sosyal yardım alanlar damgalanırken, elit kesimlerin kayıt dışı ekonomik pratikleri görmezden geliniyor.
Hasılı kelam toplantı şunun altını çizmiş oldu: Merz iktidarının ilk altı ayında medya, sadece bilgi vermekle kalmadı, gerçeklik üretti. Bu süreçte Türkiye kökenliler yüksek ayrımcılık yaşamaya devam etti, iyi entegre olanlar bile dışlanma hissi duydu ve Roma aileleri en ağır dışlanma yükünü taşıdı. Dışlayıcı dil korku üretti ve empatiyi bastırdı.
Medyanın dışlayıcı anlatısı, göçmenlerin var olduğu evin sürekli sarsılan bir temeli gibi işledi. Ev ne kadar güzel inşa edilmiş olursa olsun, ne kadar iyi entegrasyon sağlanırsa sağlansın, temelin meşruiyeti sürekli sorgulandığı için içeride yaşayanlar kendilerini hiçbir zaman güvende hissedemediler.
Ancak toplumsal iklimin değişebileceği umudu var. Bunun için öncelikle çıplak gerçeğe bakmak gerekiyor. Gerçek katılım, sadece temsiliyet meselesi değil; söz hakkı ve çerçeve hakkıdır. Bu da adaletli temsil için birlikte tartışmayı gerektiriyor.
Almanya’nın önündeki soru şu: Bu kırılgan çağda, toplumsal dokuyu onaracak bir dil ve temsiliyet pratiği geliştirebilecek mi? Yoksa dışlayıcı anlatılar, toplumsal gerginliği daha da mı derinleştirecek? Cevap, yalnızca politik tercihlerde değil, medyanın, akademinin ve sivil toplumun ortak sorumluluğunda yatıyor. Gerçek değişim, hakkında konuşulan grupların konuşan gruplara dönüşmesiyle başlayacak.
Evet toplantı böyleydi. Yazı uzadı, toplantı hakkında değil ama konu hakkındaki görüşlerimi bir sonraki yazıya saklıyorum.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***







































