Türkiye’de Hizmet Hareketi’ne yönelik soykırıma varan hukuksuzluklar ve nefret söylemi raporlaştırıldı. Stichting Justice Square Vakfı tarafından hazırlanan “Türkiye’de Gülen Hareketine Yönelik Nefret Söylemi Raporu”, modern Türkiye tarihinde devlet eliyle örgütlenen en geniş çaplı nefret politikasını, belgeler, tanıklıklar ve uluslararası hukuk normları çerçevesinde analiz eden kapsamlı bir çalışma olarak öne çıkıyor. Rapor, yalnızca bir insan hakları ihlalleri derlemesi değil; aynı zamanda nefretin bir devlet stratejisine nasıl dönüştüğünü, toplumun en savunmasız kesimlerine nasıl yöneldiğini gözler önüne seren tarihsel bir belge niteliğinde…
Muhalefet, rejime ‘çanak’ tutuyor!
“Sonuçlar, Türkiye’de nefret söyleminin sınırlarını aşarak nefret politikalarına, nefret politikalarının ise insanlığa karşı suç boyutuna ulaştığını göstermektedir.” denilen raporda, muhalefet partilerinin ve sözde muhalif basının da ‘f.tö’ nefret söylemini sürekli kullandığı hatırlatılıyor: “Muhalefet ve muhalif medya özellikle her ortamda ¨FETÖ¨ söylemini en az Erdoğan rejimi kadar sıklıkla ve bir kesimi suçlu göstermek için kullanmaktadır. Böylelikle iktidarın ürettiği nefret dilinin muhalefet tarafından da benimsenmiştir. Bu durum, Türkiye’de nefretin bir rejim politikasından öte, kültürel bir siyaset biçimine dönüştüğünü göstermektedir.”
Uluslararası topluma çağrı: Sessiz kalmayın!
Raporun sonuç bölümünde ise “Bu bulgular, hem ulusal hem de uluslararası insan hakları mekanizmaları açısından acil eylem gerektiren bir tabloyu işaret etmektedir. Bu nedenle Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International), Human Rights Watch, Avrupa Konseyi, AGİT Demokratik Kurumlar ve İnsan Hakları Ofisi (ODIHR) ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği başta olmak üzere tüm uluslararası insan hakları mekanizmalarına açık bir çağrıda bulunuyoruz: Türkiye’de nefret politikalarının mağdurlarının sesi olun, sessiz bırakılanların tanığı olun.”
Vakfın internet sitesinde raporun tamamına ulaşmak mümkün. Raporla ilgili yapılan açıklama ise şöyle:
Rapor, nefretin yalnızca Gülen Hareketini değil, Kürtleri, Alevileri, Romenleri,LGBTİ+ bireyleri, mültecileri ve farklı inanç gruplarını da hedef aldığını da vahim vakalarla ortaya koymaktadır. Böylece Türkiye’de nefretin, geçmişten gelen bir devlet pratiği ile siyasal sınırları aşarak toplumsal bir refleks ve kimlik inşası aracına dönüştüğünü ortaya koymaktadır.
Yöntem ve kaynaklar
Rapor, özellikle 2016–2025 yılları arasında yaşanan nefret söylemine dair olaylar, mahkeme kayıtları, tanıklık beyanları, medya arşivleri, insan hakları kuruluşlarının raporları ve uluslararası hukuk belgeleri incelenerek hazırlanmıştır. Bu bağlamda yüzlerce bireysel vaka analizi ve resmi istatistiki veriler, raporun temel dayanaklarını oluşturmuştur. Bu bağlamda Gülen Hareketine yönelik nefret söyleminin sivil yaşamda, cezaevlerinde, gözaltı merkezlerinde ve çalışma hayatında ortaya çıkardığı yıkıcı etkiler örnek vakalarla ele alınmıştır.
Nefret söyleminin kurumsallaşarak devlet politikasına dönüşmesi
Rapor, Türkiye’de nefretin yalnızca toplumsal bir refleks değil, sistematik biçimde inşa edilmiş bir devlet politikasına dönüştüğünü ortaya koymaktadır. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL rejimi, bu dönüşümün miladı olmuştur. Erdoğan rejimi tarafından çıkarılan OHAL KHK’ları ile yüz binlerce insan kamu görevlerinden ihraç edilmiş, binlerce kurum kapatılmış, milyonlarca kişi potansiyel “tehdit” olarak damgalanmıştır. Nefret söylemi böylece, siyasal dilin merkezine yerleşmiş; hukuk, medya, din kurumları ve bürokrasi bu söylemin taşıyıcısına dönüşmüştür.
Erdoğan rejimi, Gülen Hareketi karşıtı nefret söylemini ülkenin kılcallarına kadar yayabilmek için hükümeti ve devlet imkanlarını “kaynak”, medyayı “dağıtıcı”, bürokrasiyi “taşıyıcı” ve kamuoyunu da “alıcı” olarak yapılandırmış, böylece politik nefret söylemi sosyal soykırıma varan bir sürecin yol haritasını oluşturmuştur. Bu çok katmanlı propaganda mekanizması, “FETÖ”, “terörist”, “vatan haini” gibi etiketlerle milyonlarca yurttaşın sosyal ölümünü meşrulaştırmıştır.
Bu rapor, nefret söyleminin nasıl bir “cadı avı”na dönüştüğünü, devlet eliyle kurumsallaştırıldığını ve sonuçta toplumsal barışı nasıl dinamitlediğini belgelemektedir. Ele alınan vakalar, tekil ihlaller değil; Erdoğan rejiminin planlı ve sistematik bir nefret siyaseti yürüttüğünün göstergesidir. Nihayetinde, bu politikaların mağduru yalnızca Gülen Hareketi değil; demokrasi, hukuk devleti ve toplumun bütün kesimleridir.
Medyatik nefret: Yalanın meşrulaştırılması
Rapor, medya aracılığıyla yürütülen nefret kampanyalarını da ayrıntılı biçimde ortaya koymaktadır. RTÜK ve TMSF üzerinden kontrol altına alınan medya, adeta bir propaganda bakanlığı gibi çalışmış, hükümetin politik nefret söylemini üretip yaygınlaştırmıştır.
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı, tıpkı de Hitler dönemindeki Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in kurduğu yapı benzeri bir yapı haline gelmiş ve Hitler döneminin propaganda makinesi gibi, dezenformasyonu bir yönetim aracına dönüştürmüştür. Erdoğan rejimi yanlısı gazeteciler –Cem Küçük, Rasim Ozan Kütahyalı ve benzerleri– nefretin ideolojik taşıyıcılarına dönüşmüş; “FETÖ’cü” etiketi, toplu suçlama aracına çevrilmiştir. Bu süreçte medya nefreti yaymayı bir görev olarak kabul etmiştir.
Muhalefetin sessiz ortaklığı
Raporun önemli tespitlerinden biri de, muhalefet partilerinin de zaman zaman aynı nefret söylemini yeniden üretmiş olmasıdır. Muhalefet ve muhalif medya özellikle her ortamda ¨FETÖ¨ söylemini en az Erdoğan rejimi kadar sıklıkla ve bir kesimi suçlu göstermek için kullanmaktadır. Böylelikle iktidarın ürettiği nefret dilinin muhalefet tarafından da benimsenmiştir. Bu durum, Türkiye’de nefretin bir rejim politikasından öte, kültürel bir siyaset biçimine dönüştüğünü göstermektedir.
Devletin dini kurumu: Diyanet’in rolü
Diyanet İşleri Başkanlığı da bu nefret dilinin yayılmasında kilit rol oynamıştır. Cuma hutbeleri, kamu spotları ve dini referanslı açıklamalar aracılığıyla, rejimin düşman ilan ettiği Gülen Hareketi, “sapkın”, “hain” veya “fitne” gibi kavramlarla yaftalanmıştır. Din, toplumu birleştiren değil, ayrıştıran bir araç haline getirilmiş; kutsal metinler nefretin meşruiyet zeminine dönüştürülmüştür.
Sivil ölüm: Modern bir insanlık dışı mekanizma
Raporda üzerinde durulan bir diğer önemli husus ise nefret söyleminin devlet politikasına dönüşmesinin sonucu olarak bir grubun sivil ölüme terk edilmesidir. “Sivil Ölüm” kısmına ilişkin tespitler, Hannah Arendt’in totaliter rejimler için geliştirdiği kavramın Türkiye’deki güncel yansımasını tanımlamaktadır. OHAL KHK’larıyla yüz binlerce insanın mesleğinden edilmesi, pasaportlarının iptal edilmesi, banka hesaplarının dondurulması, özel sektörde dahi çalışmasının engellenmesi, işyerlerinde mobbinge maruz kalmaları, yaşamın her alanında sistematik bir yok oluşa işaret etmektedir. OHAL KHK’ları ile mesleğinden ihraç edilen veya kurumları KHK ile kapatılan kişilere yönelik SGK tarafından KOD 36-37 şeklinde kodların kullanılması bir fişleme ve hayat boyu takip altında tutma uygulamasıdır. Bu yönüyle Hitler döneminde Yahudileri takip ve teşhir için onların elbiselerine ¨Sarı Davut Yıldızı¨ takma uygulamasıyla birebir örtüşmektedir.
Nefret politikalarının sonucu: İşkence-şiddet-kötü muamele
Erdoğan Rejimi tarafından ülkeye hakim kılınan nefret söylemi gözaltı merkezlerinde veya cezaevlerinde işkence, kötü muamele, çıplak arama, hakaret, tehdit, baskı şeklinde kendini gösterirken normal sosyal yaşamda ise devletin imkanlarından mahrumiyet, kamu hizmetlerinin sunulmaması, ayrımcı uygulamalara tabi tutulma gibi kanunen suç olan eylemlerle kendisini göstermektedir. Devlet politikası haline getirilen nefret politikasının verdiği motivasyonla kamu görevlileri çeşitli saiklerle gözaltı merkezlerinde ve cezaevlerinde Gülen Hareketi mensuplarına yönelik ağır insanlık suçları işlemişlerdir. Aynı şekilde toplum da devletin nefret dilinden aldığı motivasyonla birçok nefret suçu sayılacak eylemlere girişmiştir.
Kadınlar ve çocuklar: Nefretin en savunmasız hedefleri
Rapor, bu süreçte kadınların ve çocukların rejimin nefret politikalarının özel hedefi haline getirildiğini göstermektedir. Hasta, Hamile, lohusa veya küçük çocuk sahibi kadınlar, yalnızca eşleri ya da akrabaları üzerinden suçlanarak tutuklanmış, doğum sırasında kelepçelenmiş, cezaevinde bebekleriyle birlikte insanlık dışı koşullarda yaşamak zorunda bırakılmıştır.
AKP iktidarında cezaevleri tutuklu ev hanımlarıyla doldu!
Cezaevlerinde anneleriyle kalan yüzlerce çocuk; oyun, eğitim, sağlık ve gelişim haklarından mahrum bırakılmış, “rejimin düşmanları” olarak kodlanmıştır. Kadınların ve çocukların bu şekilde cezalandırılması, Hannah Arendt’in tanımladığı biçimiyle bir “sivil ölüm” pratiğine dönüşmüştür. Bu bağlamda bireyler yalnızca siyasi haklardan değil, “insan olma statüsünden” dahi mahrum bırakılmışlardır.
Sonuç: Nefretin Politik Kültüre Dönüşmesi ve Uluslararası Vicdana Çağrı
Raporun ortaya koyduğu veriler, Türkiye’de nefret söyleminin artık münferit bir sorun ya da geçici bir siyasal atmosfer değil, Erdoğan rejimi tarafından kurumsallaştırılmış bir nefret rejimi haline geldiğini açıkça göstermektedir. Gülen/Hizmet Hareketi’ne yönelik uygulamalar, bu rejimin en sistematik ve görünür örneğini teşkil etse de, nefretin kökleri çok daha derindir. Türkiye’de nefret, yalnızca bir siyasi aracın ötesine geçmiş; toplumsal dokunun, dini söylemin ve kültürel reflekslerin içine işlemiş, devletin resmî ideolojisinin taşıyıcısına dönüşmüştür.
Bu süreçte milyonlarca insan, “terörist” yaftası altında temel haklarından mahrum bırakılmış; kadınlar, çocuklar, akademisyenler, yargı mensupları ve kamu görevlileri sistematik biçimde dışlanmış, sivil ölüme terk edilmiştir. Devletin kurumları, bağımsız olması gereken yargı, medya ve Diyanet dahil, nefretin yeniden üreticisine dönüşmüştür. Bu tablo, yalnızca Türkiye’nin iç meselesi değil; insanlık onuruna yönelmiş uluslararası bir insan hakları krizidir.
Sonuçlar, Türkiye’de nefret söyleminin sınırlarını aşarak nefret politikalarına, nefret politikalarının ise insanlığa karşı suç boyutuna ulaştığını göstermektedir.
Bu bulgular, hem ulusal hem de uluslararası insan hakları mekanizmaları açısından acil eylem gerektiren bir tabloyu işaret etmektedir.
Bu nedenle Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International), Human Rights Watch, Avrupa Konseyi, AGİT Demokratik Kurumlar ve İnsan Hakları Ofisi (ODIHR) ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği başta olmak üzere tüm uluslararası insan hakları mekanizmalarına açık bir çağrıda bulunuyoruz: Türkiye’de nefret politikalarının mağdurlarının sesi olun, sessiz bırakılanların tanığı olun.”
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***








































