Diktatörlükler nasıl doğar, nasıl yükselir ve nasıl çöker? Tarih bize gösteriyor ki, otoriter rejimlerin de bir yaşam döngüsü var: İktidarın ele geçirilişi, konsolidasyon, olgunluk, kriz ve çöküş. Hitler’den Chavez’e, Pinochet’den Erdoğan’a kadar uzanan bu döngüyü anlamak, sadece geçmişi değil, geleceği de okumak demek. Çünkü diktatörler artık tanklarla değil; seçim sandığıyla geliyorlar.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Diktatörlükler nasıl doğar, nasıl büyür ve nasıl ölür?
Bu soru, sadece tarihçileri değil, sosyologları, siyaset bilimcileri ve en önemlisi, diktatörlüklerin pençesinde yaşayan milyonları ilgilendiriyor. Yaşamın bir döngüsü var malum. Bu canlılar olduğu gibi, rejimler ve ülkeler için de öyledir.
Evet diktatörlüklerin de bir yaşam döngüsü vardır; tıpkı canlı organizmalar gibi. Ve bu döngüyü anlamak hem onların yükselişini anlamak hem de çöküşlerini öngörmek için elzemdir.
Juan Linz’in (1975, 2000) klasik çalışması Totalitarian and Authoritarian Regimes (Totaliter ve Otoriter Rejimler), modern diktatörlük çalışmalarının temel taşlarından biri sayılır. Linz bu eserinde totaliter ve otoriter rejimler arasındaki ayrımı netleştirerek, diktatörlüklerin tek bir kategori olmadığını gösterdi. Ama daha da önemlisi, bu rejimlerin nasıl evrildiğini, nasıl güçlendiğini ve nihayetinde nasıl zayıfladığını anlamamız için kavramsal araçlar sundu.
Barbara Geddes, Joseph Wright ve Erica Frantz’ın (2018) kapsamlı çalışması How Dictatorships Work: Power, Personalization, and Collapse (Diktatörlükler Nasıl İşler: Güç, Kişiselleşme ve Çöküş), İkinci Dünya Savaşı sonrası 200 diktatörlük rejimini inceleyerek, diktatörlüklerin yaşam döngüsünü ampirik verilerle ortaya koymuştu. Bu çalışma bize gösteriyor ki, diktatörlükler rastgele çökmez; belirli dinamikler, belirli süreçler, belirli kırılma noktaları vardır.
Diktatörlüğün yaşam döngüsünü beş temel evreye ayırabiliriz:
- DOĞUŞ: İKTİDARA EL KOYMA
Her diktatörlük, bir “el koyma” anıyla başlar. Geddes ve arkadaşları buna “seizure group” (ele geçirme grubu) diyor: iktidarı ele geçiren askeri bir cunta, devrimci bir parti, bir klan veya karizmatik bir lider etrafında örgütlenmiş bir hareket.
Diktatörlüklerin doğuşuna giden yollar, tarihsel olarak dört temel biçimde kendini gösterir ve her biri, sonraki rejimin karakterini belirleyen farklı dinamikler taşır.
İlk ve en yaygın yol, askeri darbe. Modern tarihin en sık karşılaşılan iktidar el koyma biçimi olan askeri darbeler, genellikle “istikrar”, “düzen” veya “ulusal güvenlik” gerekçeleriyle meşrulaştırılır. Bir grup subay, çoğunlukla üst rütbeli komutanlar, mevcut sivil hükümeti devirerek iktidarı ele geçirir. Bu süreç tıpkı 12 Eylül’de olduğu gibi bazen kansız olabilir; basit bir bildiriyle, radyo ve televizyon istasyonlarının ele geçirilmesiyle, ancak çoğu zaman da şiddetli çatışmalara yol açabilir.
1973’te Şili’de General Augusto Pinochet’nin Salvador Allende’nin demokratik olarak seçilmiş hükümetini devirmesi, Latin Amerika’daki askeri darbelerin klasik örneğiydi. La Moneda Sarayı’nın bombalanması, Allende’nin ölümü ve ardından gelen on binlerce kişinin tutuklanması, işkence edilmesi, kaybolması… Tüm bunlar, askeri darbelerin sadece iktidar değişimi değil, aynı zamanda toplumsal travma yaratan olaylar olduğunu gösteriyor. Dediğimiz gibi Türkiye’nin 1980’deki 12 Eylül darbesi de benzer bir patern sergiler: ekonomik kriz, siyasi kaos ve sokak şiddeti ortamında gerçekleşen darbe, on yıllarca sürecek otoriter bir düzeni başlatır. Daha yakın zamanda, 2013’te Mısır’da Sisi’nin Muhammed Mursi’yi devirmesi, askeri darbelerin 21. yüzyılda da geçerliliğini koruduğunu gösteriyor.
İkinci yol, devrimci devralma yoluyla iktidarın ele geçirilmesidir. Burada söz konusu olan, uzun süreli silahlı bir mücadele, gerilla savaşı veya kitlesel bir ayaklanma sonucunda mevcut rejimin yıkılması ve yeni bir düzenin kurulmasıdır. 1917 Bolşevik Devrimi, bu türün paradigmatik örneği. Lenin ve Bolşevikler, Çarlık Rusyası’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki çöküşünü fırsata çevirerek, Ekim Devrimi’yle iktidarı ele geçirdiler. Ardından gelen iç savaş döneminde rakiplerini tasfiye ettiler ve Sovyetler Birliği’ni kurdular.
Fidel Castro’nun 1959’da Küba’da Fulgencio Batista diktatörlüğünü devirmesi, benzer bir sürecin Latin Amerika versiyonuydu. Castro, Sierra Maestra dağlarından başlattığı gerilla savaşıyla Havana’ya ulaştı ve sosyalist bir rejim kurdu. İran’da 1979’da Ayetullah Humeyni’nin şah rejimini devirmesi ise, devrimci darbelerin sadece sol hareketlere özgü olmadığını göstermesi açısından önemliydi. Humeyni, kitlesel gösteriler ve din adamlarının örgütlenmesiyle iktidarı ele geçirdi ve İslami bir cumhuriyet kurdu. Şöyle ya da böyle örnekler, devrimci yolla kurulan diktatörlüklerin genellikle güçlü bir ideolojiye sahip olduğunu ve totaliter eğilimler gösterdiğini ortaya koyuyor.
Üçüncü ve belki de en can yakıcı yol ise, demokratik seçimler yoluyla iktidara gelen bir liderin, zamanla sistemi otoriterleştirmesidir. Bu süreç, Juan Linz’in “demokratik gerileme” (democratic backsliding) olarak tanımladığı fenomenin klasik örneği sayılabilir. Hitler’in 1933’te Almanya’da yasal yollardan Şansölye olarak iktidara gelmesi, tarihin en trajik örneklerinden biriydi mesela. Hitler, Weimar Cumhuriyeti’nin demokratik kurumlarını kullanarak iktidara geldi, ardından Reichstag yangınını bahane ederek acil durum yasaları çıkardı ve kısa sürede Almanya’yı totaliter bir diktatörlüğe dönüştürdü. Hitler’in öyküsü, demokratik kurumların nasıl içeriden yıkılabileceğinin ibret verici bir göstergesiydi.
Hugo Chavez’in Venezuela’da 1998’de demokratik olarak seçilmesi ve ardından ülkeyi otoriterleştirmesi, modern zamanlarda aynı sürecin tekrarıydı. Chavez, popülist söylemlerle halkın desteğini kazandı, anayasayı değiştirdi, medyayı kontrol altına aldı, yargıyı ele geçirdi ve ölümünden sonra Nicolas Maduro’ya bıraktığı Venezuela, ekonomik çöküş ve siyasi baskının yaşandığı bir ülke haline geldi. Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan’ın 2002’den itibaren yaşanan süreci de benzer dinamikler taşıyor. İlk yıllarda demokratikleşme söylemleriyle iktidara gelen AKP, zamanla medyayı, yargıyı, üniversiteleri, sivil toplumu kontrol altına aldı. 2016’daki darbe girişimi sonrası ilan edilen olağanüstü hal, otoriterleşmenin doruk noktası oldu. 2017 referandumuyla kabul edilen başkanlık sistemi, gücü tek bir kişinin elinde toplayan bir yapıya dönüştü.
Harvard Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörleri olan Steven Levitsky ve Daniel Ziblatt’ın (2018) How Democracies Die (Demokrasiler Nasıl Ölür) adlı çalışması, tam da bu süreci inceliyor: Diktatörler artık tanklarla gelmiyor, seçim sandığıyla geliyorlar. Levitsky, Latin Amerika otoriterizminin uzmanı ve Ziblatt, Avrupa’daki demokrasilerin çöküşünü inceleyen tarihçi. İkisinin ortak çalışması, Trump döneminde Amerika’nın demokratik gerileme yaşadığı tartışmalarının ortasında yayınlandı ve büyük yankı uyandırdı.
Dördüncü yol ise, hanedan geçişi yoluyla iktidarın miras olarak devredilmesi. Bu, geleneksel monarşilerde olağan bir durum olsa da, modern diktatörlüklerde de görülür. Kuzey Kore’deki Kim hanedanlığı, bunun en çarpıcı örneği mesela. Kim Il-sung 1994’te öldüğünde, oğlu Kim Jong-il iktidara geldi. Kim Jong-il 2011’de öldüğünde, oğlu Kim Jong-un liderliği devraldı. Üç kuşaktır süren bu hanedan diktatörlüğü, “sosyalist” bir rejimde bile sülale yönetiminin mümkün olduğunu gösteriyor.
Keza Azerbaycan’da Haydar Aliyev’in 2003’te oğlu İlham Aliyev’e iktidarı bırakması, Sovyet sonrası coğrafyada benzer bir süreci örnekliyor. Suriye’de Hafız Esad’ın 2000’de ölümünden sonra oğlu Beşar Esad’ın iktidara gelmesi, Ortadoğu’daki “cumhuriyet monarşilerini” gösteriyor. Bu örneklerde ilginç olan, rejimlerin resmi olarak “cumhuriyet” olmasına rağmen, pratikte hanedan yönetimi sergilemesi.
Alman sosyolog Max Weber’in (1864-1920) “patrimonyal (ataerkil) otorite” kavramı, bu durumu açıklamak için çok uygun. Malum; Weber, modern sosyolojinin kurucularından biri ve otorite tipleri üzerine yaptığı çalışmalarla tanınıyor. Patrimonyal otorite, liderin devleti kişisel mülkü gibi gördüğü, iktidarı ailesi içinde paylaştığı bir sisteme deniyor. Juan Linz’in “sultanistik rejim” olarak tanımladığı bu diktatörlükler, genellikle en baskıcı ve en yozlaşmış formları temsil ediyor. Linz ise İspanyol-Amerikalı siyaset bilimci ve Franco İspanyası’nı inceleyerek otoriter rejimler konusunda uzmanlaşmış bir akademisyen. Yale Üniversitesi’nde uzun yıllar ders vermiş, totaliter ve otoriter rejimler arasındaki ayrımı netleştiren çığır açıcı çalışmalar yapmış. Ona göre sultanistik rejimlerde ne ideolojik bir meşruiyet ne de kurumsal bir hesap verebilirlik vardır. Sadece kişisel sadakat, aile bağları ve korku vardır.
Linz’in vurguladığı şey, iktidarın ele geçiriliş biçimi, sonraki rejimin karakterini büyük ölçüde belirlemesi. Askeri darbelerle kurulan rejimler genellikle “bürokratik-otoriter” karakter taşırken, devrimci hareketlerle kurulanlar daha “totaliter” eğilimlidir. Keza Hannah Arendt The Origins of Totalitarianism (Totalitarizmin Kökenleri)’de, totaliter rejimlerin doğuşunu kitle hareketlerine bağlar. Arendt’e göre, totalitarizm, kökü olmayan, yabancılaşmış kitlelerin karizmatik liderlere teslim olmasıyla ortaya çıkar. Hitler ve Stalin’in yükselişi, bu kitle psikolojisinin trajik sonuçlarıdır.
Diktatörlüğün doğuşu, bir anlamda tohumun toprakla buluşma anıdır. Askeri darbeler, devrimci ayaklanmalar, seçim sandığından çıkan otoriterleşme ya da hanedan geçişleri… Her biri farklı bir patika olsa da, varılan yer aynı: mutlak iktidar.
Ama doğuş, sadece başlangıçtır. Diktatörlükler, organizmalar gibi büyür, evrilir, olgunlaşır. Kimi güçlenir ve on yıllarca ayakta kalır. Kimi içten çürür. Kimi halkın isyanında, kimi ekonomik çöküşte, kimi de kendi elitleri tarafından devrilir.
Bilimsel araştırmalar bize şunu söylüyor: Diktatörlüklerin ömrü ortalama 15-20 yıl. Ama bazıları 50 yıla dayanır, bazıları ise birkaç yıl içinde tarihin çöplüğüne gömülür. Peki diktatörlüklerin ömrünü en çok neler etkiliyor? Daha önemlisi hangi diktatörlükler ayakta kalıyor, hangileri hemen çöküyor?
Bir sonraki yazıda, diktatörlüğün yaşam döngüsünün ikinci evresine bakacağız: Konsolidasyon. Yani iktidarın sağlamlaştırılması. Çünkü iktidarı ele geçirmek bir şey, onu elde tutmak bambaşka bir şey.
İktidar, önce rıza ister. Ama rıza tükendiğinde, geriye sadece korku kalır. Ve korku, çatladığı gün, rejimler çöker.
Tarih bize bunu defalarca gösterdi. Ve göstermeye de devam edecek.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***