BÜLENT KORUCU | YORUM
Tipik bir Erzurumlu genç, teoride çok cevval ama pratikte alabildiğine zayıf. Kızların 15 dakika mesafedeki okula gitmesine karşı çıkıp, kendisi 22 saat uzaktaki İzmir’e okumaya, hayatını yaşamaya giden; başı açık diye akrabalara selam vermeyen, sokakta oruç yiyenlerin uyarılması gerektiğine inanan ama namaz kılmayan biri. Dini ve elbette ki ahlakı, savunulması ve dikte edilmesi gereken bir olgu olarak görür fakat kendi hayatına yansıtmazdı. Bu genç adamın hayatı, İzmir’de, beklemediği bir değişim yaşadı.
Size onun hikayesini, kendi hayatımı anlatacağım. İzmir’e geldiğimde 18 yaşında bir üniversite öğrencisiydim. Liseden sınıf arkadaşımla ‘hayatımızı yaşamak’ arzusuyla Erzurum’dan yola çıkmıştık; ama evdeki hesap tutmadı. Kredi ve Yurtlar Kurumu’nda kalacak yer çıkmayınca, öğrencilerin birlikte kaldığı bir eve sığındık. Farkındaydık cemaat evinde olduğumuzun, fakat henüz açıkça deklare edilmiyordu. Namaz kılan üniversite öğrencileriydiler sadece.
Onlarla birlikte namaza başladık. Böylece iki hafta geçti. Birgün evde kimse yokken kitaplıkta arkalara saklanmış kırmızı renkli bir kitap buldum. Bediüzzaman’ın hayatını anlatıyordu, içinde fotografları da vardı. Vefatına yakın zamanlarda çekilmiş bir kareden ürkmüştüm. Akşam evin büyüklerinden biri geldiğinde kenara çekip sordum: “Siz Nurcu musunuz?”
Bir cemaat evi olması fikrine alışmıştık ama Nurculuk farklı… Şuuraltımıza onunla ilgili yüklenenler tedirginliğimi artırıyordu.
“İki haftadır bizimlesiniz. Rahatsız olmanızı gerektirecek herhangi bir yer gördünüz mü?” diye sordu muhatabım. ‘Hayır’ cevabım üzerine, “Bugüne kadar gördüklerinizden farklı hiçbir şey görmeyeceksiniz!” cümlesiyle rahatlamıştım. “Hocaefendi’nin yorumu bir Nurculuk!” diye de eklemişti.
Bir müddet sonra yurt çıktı ve evdeki bazı misafirler gitmeyi tercih etti. Ben kaldım, sevmiştim bu yeni hayatı. İlişkilerdeki nezaket ve samimiyet çarpmıştı, yüreğimden yakalamıştı. Müthiş bir dayanışma vardı, ortadaki işi başkası yapsın diye beklemeden hamle yapılıyordu. Tabir yerindeyse gardımı alarak gittiğim ortamda kısa sürede teslim bayrağı çekmiştim.
Sonra toplanıp vaaz kasetleri dinleme aşamasına geçtik. ‘Hocaefendi’ etkileyici, insanın içine işleyen bir ses tonuyla konuşuyordu. Kasetten onun gözyaşlarına eşlik eden insanların sesleri duyuluyordu. Odadaki ‘abilerden’ bazılarının da sessizce ağladığını fark ettim.
Vaazın son yarım saati duaya ayrılmıştı. İçimden bir şeylerin kaynayıp gözlerime doğru yaş olarak dolduğunu, kendimi bırakmamak için epey çaba sarf ettiğimi hatırlıyorum. 1975 Bayram Vaazıymış; ilk dinlediğim, ilk satın aldığım ve sonrasında defalarca dinlediğim, duasına amin demeye çalıştığım kaset.
Eğitim merkezi olarak kullanılan bir dairede kalan üst sınıftan arkadaşım hastalanmıştı. Onu ziyarete gittiğimde beni bekleyen sürprizden habersizdim. Videoya bir kaset konulup çalıştırıldığında sesi tanıdım. Yüzünü ilk kez görüyordum.
Yüzü de sesi gibi güven telkin ediyordu. Orada adını da öğrendim: Fethullah Gülen… Erzurumlu olmam hasebiyle adını duymuştum aslında. İstanbul’a giden bir yakınımız dönüşte, “Bizim Fethullah Hoca bir okullar açmış, bir güzel bir temiz.. Böyle bal dök yala!” diye anlatmıştı.
Hemşehrimizle gururlanmıştık.
Yılın sonuna doğru hummalı bir faliyet gözden kaçmıyordu. Hafta sonu geziye gidiyoruz, istikamet İstanbul. Sabah namazı vakti olmadan camiye doluştuk. Neden bu kadar acele ettiğimizi bir kaç saat sonra anladım. Hocaefendi, 6 yıllık aradan sonra ilk defa kürsüye çıkacak, biz de bu tarihi ana şahitlik edecektik. İğne atsan yere düşmeyecek bir kalabalık heyecanla bekliyordu.
6 Nisan 1986 Miraç Vaazında ilk defa dijital perdeler olmadan gördüğümde hayranlığım arttı.
Her ne kadar 5 vakit namaza başlamamış olsam da Erzurum’da çok hoca dinlemiş elden ele dolaşan kasetlerden etkileyici sesler duymuştum. Ama o, farklıydı… Harakete geçirici bir etki bırakıyordu konuşması. Önce esnaflarda gördüm bu aksiyon ruhunu; kaldığımız öğrenci evlerine kendi haneleri gibi sahip çıkıyorlardı. Bir babanın evlatlarına gösterebileceği şefkati ilk defa karşılaştığı, farklı illerden gelmiş çocuklardan esirgememeleri kafamdaki resmin ilk parçasıydı.
Sonra genç üniversite öğrencileri tablodaki yerini aldı.
Yaz gelmiş herkes tatil planlarını çoktan yapmıştı; evlerde kalan üniversite öğrencileri hariç! Kamp yapacak, yeni yıla her anlamda daha donanımlı girecektik. Kampın daha ilk haftaları Hürriyet Gazetesi iki gün üst üste manşetle, o kampların komando yetiştirdiğini ve 2 bin silahlı kişiye eğitim verildiğini yazdı. Afallamış, biraz da paniklemiştik. En çok da ailelerimize ne diyeceğimizi bilemiyorduk. İlk sınavdı ama son da olmayacaktı.
Tatilde eve gitmemiş üniversite öğrencilerini gruplar halinde Hocaefendi’nin kaldığı Bozyaka Yurdu’na, 5. kata götürüyorlardı. Ben de o gruplardan birisine katıldım. Herkesle tek tek ilgilendi; adını, okulunu, memleketini, ailesini sordu. Yüz yüze ilk görüşmemizdi. Aslında ürkerek gitmiştim fakat çabuk attım; nazik ve insanı rahatlatan bir konuşma tarzı vardı. Sonraki 30 yıl boyunca onlarca defa görüştüm ve hep aynı ferahlığı hissetim.
Hocaefendi’yi anlamak ve anlatmanın kolay yolu olarak aynalara bakmak gerektiğini düşünüyorum. Afrika’ya okul yapan iş adamının, o okula giden öğretmenin ve belki en önemlisi o okulda okuyan öğrenciler ve velilerin aynasından bakmalı. Ben de kendi aynama yansıyan ve bende bir şeyleri değiştiren Hocaefendi’yi anlatmak istedim. Eski günlerimi bilenler değişimin büyüklüğünü ve farkı fark edebiliyor, şaşırıyorlar.
O eski halimden eser yok şimdi… Ve açıkçası ben de o Bülent’e baktığımda ne kadar ‘tutucu ve önyargılı’ imiş diyorum.
Tıpkı bireyler gibi toplumda da önemli değişimlerin tetikleyicisi oldu. Kafasındaki kültürel şablonları din zanneden; hayatı bir cedelleşme görüp, iflah olmaz düşmanlar belirleyen; birlikte yaşamayı, birbirini hoş görmeyi acizlik sanan bir toplumu dönüştürmeye çalıştı.
Yahudi, Ermeni, Rum, Sünni, Alevi, Türk, Kürt bir çok insan onun yumuşatıcı ikliminde bir araya gelmeyi başardı. Düşman toplulukların çocuklarının aynı sırayı paylaştığı okullar, oluşturmak istediği huzur adacıklarının en somut örneğiydi.
Aramızdan ayrılışının sene-i devriyesinde “Nasıl Hocaefendi olunur?” sorusuna cevap aradım günlerce. Etrafındaki sevgi halkalarını, insanları etkileme ve onları harekete geçmeye ikna yeteneğine bakıp, imkansız da diyebilirsiniz. Benim cevabım, yapmak istediklerine kesin ve keskin bir inanç ve inandığını yaşamak… Öyle olmasaydı binlerce adanmışı umutsuz coğrafyalara, tek başına gitmeye ikna edemezdi. İflah olmaz düşmanlar barışmaya yanaşmazdı.
İlk öğrenci evinde tanıdığım ‘insanı’ dünyanın dört bir yanında gördüm. Yemen’den Hindistan’a, İsveç’ten Türkmenistan’a hep aynı kişiyle karşılaştım sanki. Adları farklıydı, memleketleri, kültürleri ayrıydı fakat bir dönüşüm yaşamışlardı.
Tıpkı benim gibi. O dönüşümün sebebi gözü yaşlı bir hocanın zihinlerde dönüp duran fısıltılarıydı: En büyük paye insan olmak, yaşatmak için yaşamak…
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***