AV. NURULLAH ALBAYRAK | YORUM
Gezi olaylarına katıldığı iddiasıyla “Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ortadan kaldırmaya teşebbüse yardım” suçlamasıyla tutuklu yargılanan Ayşe Barım, mahkeme kararıyla tahliye edilmesinin ardından savcılığın itirazı üzerine yeniden tutuklandı. Bu karar, basit bir yargı tasarrufu değil; Türkiye’de hukuk düzeninin nasıl dönüştürüldüğünün de çarpıcı bir göstergesidir.
Ayşe Barım’ın durumu, bireysel bir mağduriyetin ötesinde, Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) kalıcı hâle getirilen yapısal bir sorunun sonucudur. Türkiye’de KHK’ların yarattığı hukuksuzlukları görmek isteyenlerin sadece ceza yargılamasına bakması yeterli. Çünkü hukuk devleti ilkesi, tam da orada sessizce ortadan kaldırıldı.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nda tahliye kararlarına itiraz hakkı yasa koyucu tarafından bilinçli olarak düzenlenmemişti. Kanun yalnızca tahliye taleplerinin reddine karşı itiraz imkanı tanıyordu. Yani bir kişi hakkında tahliye kararı verilirse, savcının bu karara itiraz hakkı yoktu.
Ancak bu durum 2018’de 696 sayılı KHK ile değiştirildi. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 104. maddesine yapılan ekleme ile savcılara tahliye kararlarına itiraz yetkisi verildi. Daha sonra bu düzenleme 7079 sayılı Kanunla da kalıcı hale getirildi.
Ayşe Barım’ın tahliyesine savcılığın itiraz edebilmesi ve yeniden tutuklamayla sonuçlanması, doğrudan bu KHK değişikliğinin ürünüdür. İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi’nin tahliye kararını, 27. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kaldırarak yeniden tutuklama kararı vermesi, “olağanüstü hal hukuku”nun hâlâ yürürlükte olduğunun da açık bir göstergesidir.
Olağanüstü Hal (OHAL) döneminde çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK), Türkiye’nin yakın tarihindeki en kapsamlı idari tasarrufların ve en derin hukuksuzlukların kaynağı oldu. Bu dönemde on binlerce kamu görevlisi görevlerinden ihraç edildi, binlerce kurum kapatıldı, yüz binlerce kişi hakkında adli ve idari işlem başlatıldı. Yüzlerce yasal düzenleme kaynaklı hukuksuzluk doğrudan ya da dolaylı biçimde toplumun tamamını etkiledi. Uygulanan tedbirlerin kapsamı ve süresi ise, beraberinde ciddi insan hakları ihlallerini, hukuki belirsizlikleri ve derin toplumsal travmaları getirdi.
KHK ile ihraç edilen bireyler yalnızca mesleklerinden değil, aynı zamanda sosyal güvencelerinden, itibarlarından ve temel haklarından da mahrum bırakıldılar. Yaşananlar bireysel bir mağduriyet değil, toplumsal bir yara haline geldi. OHAL rejimi ilan edilme gerekçelerini çoktan aştı; hukukun üstünlüğü ilkesi aşındı, temel hak ve özgürlükler kalıcı biçimde kısıtlandı, sivil alan daraltıldı. Böylece olağanüstü yönetim usulleri, olağan hukuk normuna dönüştü.
Maalesef, o dönemde ses çıkarılmayan hatta kimi zaman desteklenen olağanüstü hal düzenlemeleri, bugün sisteme kalıcı olarak yerleşmiştir. KHK’lar, Türkiye’de yaşanan hukuksuzluğun “kanun biçimine sokulmuş” halidir.
KHK’larla birlikte Türkiye’de yalnızca yasalar değil, hukukun anlamı da değişti. Artık mesele “kanun var mı, yok mu?” değil; “kanun kimin için uygulanıyor?” sorusudur. KHK’ların en büyük zararı da hukukun kimin için uygulanabilir olacağına karar veren bir zihniyeti yerleştirmiş olmasıdır.
Olağanüstü hal döneminde çıkarılan KHK’lar, “kim suçludur, kim değildir?” sorusuna yargı yerine yürütme organı üzerinden cevap verilmesine yol açtı. Böylece hukuk, bir hak arama aracı olmaktan çıkıp bir dışlama aracına dönüştü. Artık mesele “suçun varlığı” değil, “kimin suçlu sayılacağı” haline geldi.
Bu zihniyetin yerleşmesiyle, aynı fiili işleyen iki kişiden biri korunabilir, diğeri cezalandırılabilir hale geldi. Aynı haksızlığa uğrayan iki kişiden biri sesini duyurabilirken, diğeri susturulabildi. Hukukun koruma şemsiyesi artık evrensel değil, seçici. Hem de bu seçicilik iktidarın tasarrufunda.
KHK meselesi, uzun süre muhalefet partileri tarafından yalnızca “Cemaat’e yönelik bir uygulama” olarak görüldü ve bu şekilde gösterildi. Bu algı nedeniyle toplumun geniş kesimleri, yaşanan hukuksuzluklara sessiz kaldı. Oysa bugün açıkça görülüyor ki; haksız gözaltılar, keyfî tutuklamalar, şirketlere kayyım atanması, mallara el konulması ve kamu görevinden ihraçlar herkesi içine alan bir çarka dönüşmüştür.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması, CHP’li belediye başkanlarının görevden alınmaları, Fatih Altaylı’nın tutuklanması ve Ayşe Barım’ın yeniden tutuklanması, bu çarkın nasıl genişlediğini göstermektedir. Bu örnekler, Türkiye’de hukuksuzluğun kiminle başlayıp kiminle biteceğini iktidar dışında kimsenin belirleyemediği bir sistemin yerleştiğini açık biçimde ortaya koymaktadır.
Bir ülkede hukukun nasıl ve kimin için işleyeceğine siyaset karar vermeye başladığında, artık hukuk değil, keyfilik hüküm sürer. Ve bu keyfilik, sanılanın aksine yalnızca Cemaat mensuplarını değil, tüm toplumu içine almaktadır.
Ayşe Barım’ın amasız fakatsız bir an önce tahliye edilmesi gerekir. Ancak, Barım’la birlikte KHK’larla yaratılan bu hukuksuz düzenin mağduru olan herkesin tahliye edilmesinin, adaletin yeniden tesisi için bir zorunluluk olduğu gerçeği de idrak edilmelidir.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***