AHMET KEMAL GENÇ | HABER İNCELEME
Tayyip Erdoğan “Bütünleşin!”; Hakan Fidan ise “Bitireceğiz!” diyor. Ankara’nın Kuzey Suriye’deki yeni stratejisi, bir yandan diplomasiye kapı aralarken diğer yandan sert bir uyarı yapıyor. Biri diplomatik bir çağrı gibi, diğeri açık bir uyarı…
Peki Ankara gerçekten ne söylüyor?
Türkiye’nin Suriye politikası yeniden şekilleniyor. Son ABD ziyaretinin ardından hem AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hem Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın açıklamaları, Ankara’nın yeni bir sayfa açtığını gösteriyor. Ama bu sayfa nasıl bir sayfa? Bir ‘entegrasyon’ çağrısı mı, yoksa ‘tasfiye’ uyarısı mı?
Erdoğan, “Suriye’nin toprak bütünlüğü tartışma konusu olamaz, SDG yeni hükümetle bütünleşmeli.” diyerek diplomatik bir dil kullandı. Fakat aynı gün Hakan Fidan, ‘DEAŞ’la mücadele bahanesiyle bölücü bir yapı kuran SDG’yi bitireceklerini’ söyledi.
Biri diyalog zemini, diğeri tehdit tonu ama aslında her iki söylem de aynı stratejinin iki yüzü gibi duruyor: Diplomasiyle meşruiyet üretmek, askeri baskıyla sahada üstünlük kurmak. Bu söylem farkı, yalnızca iç kamuoyuna değil, Washington ve Rojava’ya da verilmiş çok katmanlı bir mesaj niteliğinde.
Sahadaki fiili durum ve gerilim
2015’ten bu yana SDG, Suriye’nin kuzeyinde fiilen bir yönetim kurdu. Kürtlerin öncülüğünde, Arap ve Süryani unsurların katılımıyla şekillenen bu yapı, DEAŞ’a karşı savaşta ABD’nin en önemli yerel ortağıydı. Bu süreçte Kamışlı’dan Menbiç’e kadar uzanan bölgede bir tür fiili özerklik doğdu.
Bugünse bu özerkliğin etrafı yeniden daraltılmaya çalışılıyor. Türkiye’ye bağlı gruplar ve Şam yönetimine yakın milisler, özellikle Halep’in Kürt mahallelerinde, Deyr ez-Zor’un doğu kırsalında, Kamışlı ve Haseke çevresinde sürekli SDG’yi provoke ediyor. Amaç, SDG’yi yıpratmak, sahada istikrarı bozmak.
SDG ise bu saldırılara karşı hem meşru müdafaa hakkını koruyor hem de diplomatik kanalları açık tutmaya çalışıyor. Fakat Ankara ve Şam, bu savunmayı “terör eylemi” gibi göstermeye çalışarak Kürtlerin meşruiyetini tartışmalı hale getiriyor.
Ankara ne istiyor?
Ankara’nın hedefi net; SDG’nin “aktör” statüsünü sona erdirmek. Yani Kürtlerin fiili özerkliğini Şam yönetimiyle bütünleştirerek ortadan kaldırmak. Bu, bir yandan Suriye’nin kuzeyinde güvenlik kuşağı oluşturma stratejisi, diğer yandan SDG’yi uluslararası denklemden düşürme planı. Ayrıca Türkiye, artık dünyanın SDG’yi “DEAŞ’la mücadelede zorunlu ortak” olarak görmesini istemiyor.
Bunun yerine “Suriye’nin bütünlüğünü bozan aktör” olarak görünmesini hedefliyor.
Aynı zamanda bu yeni pozisyon, Washington’la ilişkilerde yeniden pazarlık zemini yaratıyor.
Unutmayalım: Suriye politikası Ankara için sadece dış politika meselesi değil; aynı zamanda iç siyasetin bir uzantısı. Geçen yazıda belirttiğimiz gibi “Türkiye’de barış ve kardeşlik söylemi ile başlayan girişim, Suriye şartına bağlanarak Kürtler açısından bir kazanım değil, tam tersine kaybın habercisi haline geldi. Yorumlara göre, asıl amaç açıktı: Kürtlerin Suriye’de yüz yıl sonra büyük bedeller ödeyerek elde ettikleri sınırlı kazanımları da ortadan kaldırmak.’’
Kuzeyde kurulacak bir “güvenli bölge”, hem mülteci planlarının hem de seçim dönemlerinde kullanılan “Terörü bitirdik” söylemin temel taşı.
“Tam saha pres” politikası
Son yıllarda Türkiye, SDG’ye karşı çok yönlü bir baskı stratejisi yürütüyor: Askerî operasyonlar, ekonomik kısıtlamalar, diplomatik itibarsızlaştırma… Bu “tam saha pres” politikası, Kürtlerin sahadaki kazanımlarını sıfırlamayı hedefliyor.
SDG zaman zaman Şam ile temasa geçse de Ankara bu temasların önünü kesiyor. Çünkü Türkiye, Kürtlerin anayasal bir statü elde etmesini kabul edilebilir görmüyor. Bu nedenle Türkiye’nin politikası, sadece sınır güvenliğiyle ilgili değil, Kürtlerin siyasi geleceğini şekillendirme çabasıyla da doğrudan bağlantılı.
İnat mı, hesap mı?
Dışarıdan bakıldığında Ankara hâlâ “herkesin bitmesi için uğraştığı bir savaşı sürdürmekte ısrar eden” bir ülke gibi görünüyor. ABD, Rusya ve hatta İran bile sahada yeni bir çatışma istemiyor. Ama Türkiye, “terör koridoru” söyleminden vazgeçmiyor.
Bu gerçekten bir inat mı, Kürt düşmalığı mı yoksa soğukkanlı bir stratejik hesap mı? Belki de her ikisi. Ankara, SDG’ye baskı kurarak hem küresel ve bölgesel aktörlerle olası pazarlıklarda elini güçlendiriyor hem de ABD’nin olası çekilme senaryolarına hazırlık yapıyor.
Üç olası senaryo
Kısmi Uzlaşma: SDG ile Şam, ABD arabuluculuğunda sınırlı bir federal model üzerinde anlaşabilir.
Askerî Tırmanış: Türkiye yeni operasyonlara girişir, sahada gerilim yeniden yükselir.
Donmuş Çatışma: Ne savaş ne barış… Herkes pozisyonunu korur.
Bugün en olası senaryo bu.
Rojava için küresel ve bölgesel denge
Batı ve ABD, PKK ve Öcalan’ın, “Hiçbir şey istemeyiz, kendimizi fesh ettik” söylemlerine rağmen SDG’yi terk etmiş değil. “DEAŞ’la mücadele” gerekçesi Washington’un elinde hâlâ güçlü bir meşruiyet kartı.
Arap ülkeleri, Türkiye ve Suriye’de bütün etkisini kaybeden İran bile Kürtlerin güçlenmesini tarihsel bir tehdit olarak görüyor ve bu konuda Ankara’yla sessiz bir paralellik içinde hareket ediyor. Bütün bu hesapların arasında ise yine yerel halk sıkışıyor. Sınırların, operasyonların, diplomatik hamlelerin ortasında belirsizlik hâlâ halkın gündelik kaderi.
Aynı masada, farklı hesaplar
Erdoğan’ın “entegrasyon” çağrısı ile Fidan’ın “tasfiye” mesajı, Ankara’nın iki yönlü politikasını özetliyor: Diplomasiyle eylemlerine meşruiyet sağlamak, askeri baskıyla Kürtlere sınır çizmek.
Fakat bu ikili denge, Kürtlerle Şam arasındaki olası bir uzlaşmayı da sürekli erteliyor. Türkiye’nin Suriye politikası, “Ne tamamen kabul ederim, ne de tamamen yok sayarım!” çizgisinde sıkışmış durumda.
Ancak şu da açık; Suriye’nin kuzeyinde artık hiçbir şey eskisi gibi değil.
Ankara’nın atacağı her yeni adım, yalnızca Suriye’nin geleceğini değil, Türkiye’nin kendi iç barışının da yönünü belirleyecek.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***