YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
CHP’yi konumlandırmaya devam edelim.
Dünya standartlarında herhangi bir siyasal partiye “sosyal demokrat” veya “demokratik sosyalist” demek için sadece o partinin “ben solum”, “ben sosyal demokratım”, “ben demokratik sosyalistim” demesi yetmez. Bunun belirli ölçütleri vardır. Dünya standartları derken kapsama alanını da çok geniş tutmak mümkün değil. Çünkü bahsedeceğim ölçütler sadece Batı’da mevcut. Bu yazıyı makul ve rasyonel insanlara yazdığım halde hemen bir önlem alayım ve şunu belirteyim. “Batı hayranlığı” suçlaması üzerinden bel altı ve ad hominem saldıracak fanatikler bu cümleyi okuduktan sonra yazıyı okumayı bırakabilirler. Çünkü bu yazı onları ikna edemez. Öyle bir hedefi de yok zaten.
Öncelikle sosyal demokrasi ve demokratik sosyalizm, sosyalizmin hedeflerine demokratik ve çok partili liberal demokrasi içerisinde ulaşılabileceğine inanır. Diğer bir ifadeyle, devrimci Marksizm ideolojisini reddeder. Hem Sovyetler Birliği’nden veya Küba’dan yana olup hem de sosyal demokrat olmak mümkün değildir. Sosyal demokrasi Marksiyan ekonomik eşitlik idealine sosyal piyasa ekonomisi ve refah devleti üzerinden ulaşmayı amaçlar. Özgürlükçü liberal demokratik siyasal sistemin rekabetçiliğini de, piyasa ekonomisini de benimser. Bu iki noktanın ehemmiyeti merkezidir. Bunlardan biri olmadan o partinin sosyal demokratik bir ideolojik çizgisi olamaz.
Daha detaylı ifade edilecek olursa, sosyal demokrat partiler karma ekonomiden yanadır. Bu pazarın kurallandırılması temelli bir ekonomi politik kuramına dayanıyor. Bırakınız yapsınlar ilkesine dayalı ekonomik liberalizm – bunu politik liberalizmle karıştırmamak bu noktada çok önemli, bu ikisi arasındaki farkı bilmeyenler basit bir Google aramasıyla aradaki temel farkları öğrenebilirler – sosyal demokrat veya demokratik sosyalist ekonomi politiğin liberal demokratik bir politik sistem içerisindeki rakibidir. Sosyal demokratik partiler ekonomi politikalarında refah devletini geliştirmeyi amaçlarken, siyasal spektrumun daha sağında yer alan liberal serbest piyasacı partiler – muhafazakârlarla birlikte – refah devletinin küçültülmesini, özelleştirmeyi, özel müteşebbisçiliği ve devletin ekonomiyi kurallandırmaktan kaçınması gerektiğini savunur. Reform liberalizm sosyal demokrasinin refah devletini olumlu bulurken, son on yıllarda yükselişte olan neo-liberalizm, klasik liberalizmin bırakınız yapsınlar felsefesini benimsemiştir. Buna göre pazarı kurallandırmak olumsuzdur. Pazar kendi kendisini dengeleme eğilimindedir. Sosyal demokratlar bunu gelir dağılımının varlıklı sınıflar lehine bozan bir etmen olarak görür, refah devletini küçültmeye karşı çıkar.
Şimdi küçük bir ara verelim ve CHP’ye dönelim.
Bu bahsettiklerimden CHP politikaları bazında kulağınıza aşına geldiği bir siyasal söylem anımsıyor musunuz? Kendinizi çok kasmayın derim. Sorun belleğiniz değil. Gerçek sorun CHP denen partinin bu bahsettiğim en temel konuyu siyasal mücadelesinin en temeline almamış oluşudur. Bunun nedeni salt pusulasız ve eklektik bir parti oluşu değildir. CHP kuruluşundan itibaren asla ve kata sol bir parti olmadı. Birinci bölümde “Marksizm’e atıf yapmayan bir siyasal partinin neden sol bir parti olamayacağından” bahsetmiştim. Bu konunun bir boyutudur. İkinci boyut, CHP’nin başlangıçta sınıfsal mücadeleyi es geçmiş olmasının yanında, sonraki dönemlerde de bunu rektifiye etmemiş oluşudur. Dahası, parti içindeki etkin sermayeci kesimler – mesela müteahhitler – ister istemez sınıf mücadelesinde çalışan sınıflar merkezli bir mücadeleyi partinin esas mücadele alanı yapmazlar. Bu eşyanın tabiatına uygun olmazdı. Yine başka bir neden de, CHP’nin gayet bilerek ve isteyerek ta cumhuriyetin kuruluş yılından itibaren hep bir “milli burjuva sınıfı” yaratma idealidir. Bunu bizzat Atatürk ve onun en yakın ekonomi kurmayları istemiştir.
Esasında bu bizi hemen bir diğer sorunlu alana ışınlıyor. Bir kurucu partinin, Türkiye toplumu gibi imparatorluk sonrası ilkel tarım ekonomisine dayalı bir ülkede sermaye sınıfını müteşebbis olma ve yatırım yapma anlamında teşvik etmesi değildir anormal olan a) Bundan ileriki dönemlerde sol bir hareket/parti yaratılmak istenmesi (olmaması sürpriz değil yani!) ve b) yaratılmak istenen sermaye sınıfının “milli” olacak olması gelir. Bakın, liberal/muhafazakâr bir partinin sermaye sınıfını desteklemesi normaldir. Anormal olan bunun kendisini “sol” olarak konumlandıran bir parti tarafından yapılıyor oluşu dur. Dahası, “milli sermaye” dönemsel olarak (ortaya atıldığı yıllar itibariyle, yani zamanın ruhuna göre değerlendirildiğinde) faşist bir söylemdir. Faşisti bir hakaret olarak kullanmıyorum. CHP faşizme ve Nazi ideolojisine eğilimi olan, içinde bu ideolojilere hayran olan siyasetçilerin cirit attığı bir siyasi partidir. CHP’nin tarihinde Ermeni Soykırımına, Rum Soykırımına, Süryani Soykırımına sahip çıkan kadrolar başattı. CHP bu bağlamda Türkiye’deki “retçi” siyasal kültürün de mimarıdır. Bitmedi! CHP aynı zamanda azınlıkları bir tehdit olarak algılamış, mübadele antlaşmalarını dayatarak etnik mühendislik ve etnik temizlikçi bir siyasa takip etmiştir. Dahası bununla övünmüş, mesela İzmir’den Rum ahalinin – gerçek İzmirli Rumların – kıyıma uğratılmasını “Yunan’ı denize döktük!” faşist sloganına eklemlemiştir. Bunu utanmadan çocuklara okullarda tarih diye okutmuş, Türk üstünlükçü, ırki-etnik bir Türk milleti inşa etmede bu “malzemeyi” meze olarak kullanmıştır.
CHP’nin öyküsü bununla da sınırlı değildir.
Aynı CHP Dersim Katliamı’nın da mimarı ve icracısıdır. Bununla, Osmanlı’dan itibaren bir “problem” olarak görülen ve “Kızılbaş sorunu” diye algılanan patolojik ve ayrımcı siyasetin de uzantısıdır. Böylece Türkiye devleti bir anti-Alevi yapıyı devam ettirirken, asimile edilmiş ve apolitikleştirilmiş Alevileri de kendisine “homo respublicus” ilan etmiş, yani onları cumhuriyetin ideal “yeni yaratılmış insanı” yapmıştır. Önce yok et, sonra asimile et, ardından devlete monte et türü bir politikadan bahsediyorum.
Buna paralel olarak, CHP Şark Islahat Planı’nın da mimarı ve icracısıdır. Bu plana göre “doğu illerinde” yaşayan Kürtlerin aleni olarak asimile edilmesi bizzat planlanarak ve politika üretilerek yürütüldü. Bu politika bir devlet politikası haline getirildi. Yani CHP’nin tek parti diktatörlüğü sona erdikten sonra da Şark Islahat Planı’nın esaslarından – ana çerçevesinden – çıkmak imkânsızlaştırıldı. Kim başa gelirse gelsin bu politikayı uyguladı. “Kürtleri eritmek” için bin bir türlü faşizan ve insan onuruna aykırı politika geliştirildi ve yürütüldü. Dahası ileriki dönemlerde, zamanın ruhu değişse de, sonradan CHP’de aktif siyaset yapanlar hiçbir zaman “CHP bunu yanlış yaptı” veya “gelin bu hataları telafi edelim, geçmişimizle hesaplaşalım” demediler.
CHP kendisini Müslüman olarak tanımlayan inançlı kesimin de başında ceberut bir güç oldu. Onları “homo respublicus” yapmak için Diyanet’i kurdu, devletin din dışı alanda, dinin devlet dışı alanda olmasını değil, dinin kontrolünü ve siyasi erekleri için manipüle edilmesini seçti. Türk tipi laikliğin benimsenmemiş olması ve İslamcılık ideolojisinin bir reaksiyoner ideoloji olarak sempati toplamasını da özünde CHP’ye borçluyuz.
Bu argümanlara onlarca güçlü tarihsel örnekle destek verilebilir. Bir gazete makalesinin sınırlı hacmini dikkate alarak burada kesiyorum ve sonuca bağlıyorum:
CHP bir sosyal demokrat parti değildir. Bir sosyal demokrat parti olarak doğmadı. Bir sosyal demokratik partiye evrilmedi. Başındakiler sosyal demokrat değildi. Kurucusu sosyal demokrat değildi.
CHP ekonomi politik olarak sosyal demokrat ekonomi politik takip etmedi. CHP liberal demokrasiyi de desteklemedi, ona engel oldu. Çok partili hayata geçişin esas motifi 1945 sonrası inşa edilmekte olan Batı sistemine ülkeyi entegre etme zorunluluğuydu. CHP liberal demokrasiden de hukuk devletinden de nefret eden kadroların kontrolünde bir bürokratik kadro partisidir. Hep öyleydi, şimdi de öyledir. CHP güçler ayrılığına da bağımsız yargıya da hep ters oldu. Gücü sınırlandırılmış iktidar fikri bugünkü Türkiye topraklarına tamamıyla yabancı bir fikirdir ve CHP bunu değiştirmeyi hiç istemedi. Halk için, halka rağmen türü, Fransız Devrimi’nin rijit sosyal mühendisliğini, otoriter tek parti iktidarı ile gerçekleştirmek, ulus inşası, milli sermaye yaratmak, etnik homojen toplumu ideal olarak algılamak gibi 1920’lerin ve 30’ların Mussolini İtalya’sı ve Hitler Almanya’sı politikalarını uyguladı. İttihatçıların devamı oldu.
(Devamı var)
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***