Parrhesia’nın Ölümü!
Sokrates zehir kadehi içti, Gramsci hapiste çürüdü, Said kariyer riskini göze aldı. Peki ya günümüz entelektüeli? “Ya destek verirsin ya münafık kalırsın” diyen Mahçupyan’da, hakikat söyleme cesaretinin yerine “konjöktürel pragmatizm” geçince entelektüel pratiğe neler oluyor?
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Etyen Mahçupyan ve onda gözlemlediğimiz “Konjöktürel Pragmatizm” defosuna dair kaleme aldığımız serinin son yazısına geldi. Bugün Mahçupyan’ın analitik çerçevesindeki en temel soruna odaklanacağız: Entelektüel pratiğin eleştirel işlevinin feda edilmesi. Hatırlayacaksınız; önceki iki yazımızda “negatif rıza” kavramının oryantalist temellerini, bürokrasi fetişizminin teorik çıkmazlarını ve tarihsel determinizmin metodolojik sorunlarını incelemeye gayret göstermiştik. Sıra bu yaklaşımın entelektüel etik açısından taşıdığı riski ele almaya geldi.
“Oryantalizm” eleştirisiyle İslam düşüncesinde ufuk kabul edilen Edward Said’in ünlü eseri “Entelektüelin Temsilleri”, entelektüeli “iktidarın ve otoritenin sorgulayıcısı, mevcut stereotipleri ve indirgemeci kategorileri zorlayan” bir figür olarak tanımlar. Filistinli-Amerikalı edebi eleştirmen ve siyasal aktivist Said’e göre entelektüelin temel sorumluluğu, “iktidarın karşısında gerçeği söylemek” ve hatta “sürgün bilinci” ile hareket etmektir. Bu sürgün bilinci, hakim söylemlere eleştirel mesafe alabilme kapasitesini ifade etmesi bağlamında çok önem taşıyor.
Mahçupyan’ın “hakikaten devlet değişiyor” ve “iş bitmiştir deniyor Türkiye’de” gibi tespitlerinden sonra bu durumu “tarihsel zorunluluk” olarak sunması, Said’in tanımladığı eleştirel mesafe pratiğinin hayli uzağında duruyor. “Ya gelirsin destek verirsin ya da yani eninde sonunda bir tür münafık olarak kalmak durumundasın.” ifadesi ise, entelektüelin temel görevi olan alternatif imkanları düşünebilme kapasitesini feda etmekte.
Oysa Said’in vurguladığı “amatör ruhu”, entelektüelin profesyonel çıkarları ve kurumsal bağlılıkları aşabilme kapasitesini ifade ederken Mahçupyan’ın analizi, bu amatör ruhtan uzaklaşarak mevcut güç ilişkilerinin “uzman” açıklamasına dönüşüyor maalesef.
Hemen bir başka düşünür ile bağlam oluşturup meselenin bir adım daha derinine inelim. Artık onu tanıyorsunuz siz, zira seküler ve gayr-ı Müslim dünyasındaki prim olarak gördüğüm, İtalyan Komünist Partisi’nin kurucu lideri ve hapiste yazdığı “Hapishane Defterleri” ile hegemonya teorisini geliştiren Antonio Gramsci’den bahsediyorum. Üstadın “organik entelektüel”i kavramlaştırması, entelektüelin toplumsal sınıflarla olan ilişkisini derinlemesine inceleme imkanı veriyor. Gramsci, kapitalist sistemin sadece zor kullanarak değil, aynı zamanda rıza üretimi yoluyla sürdüğünü gösteren hegemonya kuramında, entelektüellerin bu süreçteki kritik rolünü şahane analiz eder. Ancak Gramsci, aynı zamanda “eleştirel entelektüel” kategorisini de tanımlar; bunlar mevcut hegemonik düzene eleştirel yaklaşan ve karşı-hegemonya potansiyeli taşıyan entelektüellerdir.
Mahçupyan’ın pozisyonunu, Gramsci’nin kategorilerinde “hegemonik projenin organik entelektüeli” olarak tanımlayabiliriz. “Bu devlet ve iktidar şu anda” ve “Türkiye’nin daha zengin, daha güçlü olacağı bir gelecek var önümüzde ve biz bunu yapacağız diyorlar” şeklindeki ifadeler, mevcut hegemonik projenin ideolojik meşrulaştırmasının adeta dışa vurumu gibi değil mi?.
Öte yandan yine üstat Gramsci’nin “pasif devrim” analizi, hegemonik sınıfların entelektüelleri nasıl kendi projelerine dahil ettiğini göstermesi açısından da Mahçupyan’ın analitik çerçevesiyle ilinti oluşturuyor. Zira bahsini ettiğimiz pasif devrim sürecinin bir örneğini sergiliyor: eleştirel kapasitesi olan bir entelektüelin, hegemonik projenin “rasyonel açıklayıcısı” konumuna kayması. Bence bu düşülen durum hayli hazindir!
Devam edelim: “Ayrım” ve “Homo Academicus” gibi çığır açan eserleriyle toplumsal alanların işleyişini analiz eden Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nün entelektüel alan teorisinden bahsetmiştik. Bourdieu bu teorisinde akademik (Siz buna filozofik de diyebilirsiniz) dünya ile iktidar arasındaki karmaşık ilişkileri mercek altına alır. Ona göre entelektüel alanın değeri, iktidar alanından göreli bağımsızlığında yatar ve bu özerklik, entelektüelin “kendi kuralları” ile hareket edebilme kapasitesini ifade eder. Keza bu bağımsızlık, entelektüelin “kendi kuralları” ile hareket edebilme kapasitesini ifade eder.
Mahçupyan’ın “iktidar şunu diyor” ve bunu “rasyonel” bulduğunu ifade eden yaklaşımı, Bourdieu’nün tanımladığı özerklik kaybının hazin bir örneği. “Şu andaki iktidarın gerçekçi bir projesi var” tespiti, entelektüel alanın kendi değerlendirme kriterlerini iktidar alanının çıkarları ile özdeşleştirmenin sonucu olduğunu fark etmeyecek biri değil Mahçupyan.
Gerçi Nepal serisinden sonra epey derinlikli olarak ele alacağız ama burada konumuzla ilgili olduğu için ele almakta sakınca yok; meselenin rıza imalatı ile de derin bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Dil bilimi alanındaki devrimci çalışmalarının yanı sıra medya eleştirisi ile tanınan MIT profesörü Noam Chomsky’nin “Rızanın İmalatı” başlıklı çalışması, demokratik toplumlarda entelektüellerin iktidar yapılarını nasıl meşrulaştırdığını açığa çıkarmakta bize epey yardım eder. Chomsky ve Edward Herman’ın birlikte geliştirdikleri bu teori, medya ve entelektüellerin “rıza imalatı” sürecinin kritik aktörleri olduğunu gösterir. Bu iki düşünce insanı bilgi ve analitik kapasitelerini kullanarak mevcut düzeni “rasyonel” gösterme işlevi görürler.
Mahçupyan’ın “bunun maliyeti ama vatandaşlık düzeyinde özgürlüklerden, adaletten, eşitlikten mahrumiyettir. Ama bunu düzeltmek için sadece özgürlük yok, eşitlik yok, adalet yok demek yetmiyor” yaklaşımı, Chomsky’nin eleştirdiği “rıza imalatı” sürecinin pratik bir örneği. Bu yaklaşım, mevcut otoriterleşmeyi “geçici maliyet” olarak sunarken, alternatif imkanları “gerçekçi olmayan” kategorisinde değerlendirme gafletinde bulunuyor maalesef.
“Kelimeler ve Şeyler” ile yapısalcı dönemi etkileyen ve ardından “Hapishanenin Doğuşu” ve “Cinselliğin Tarihi” üçlemesiyle iktidar analizlerine devrim niteliğinde katkıda bulunan Michel Foucault’nun son dönem çalışmaları, antik Yunan’dan günümüze entelektüelin hakikat karşısındaki pozisyonunu incelemesi açısından oldukça mühim bulduğum çalışmalardır. Daha önce de bahsini ettiğimiz Foucault’nun “parrhesia” kavramı – cesurca hakikat söyleme pratiği – bu tartışmada merkezi bir yer tutuyor. Foucault’ya göre entelektüel, iktidarın dışında asla bir konum alamaz; ancak iktidar ilişkilerinin içinde eleştirel bir pozisyon geliştirebilir.
Mahçupyan’ın kendini “gerçekliğin” tarafsız gözlemcisi gibi konumlanması, Foucault’nun eleştirdiği “evrensel entelektüel” yanılgısına düştüğünün bariz göstergesi. Keza Foucault’nun “özgül entelektüel” kavramı, entelektüelin kendi konumunun ve çıkarlarının farkında olması gerektiğini vurgularken, Mahçupyan’ın analizi, kendi konumunu sorunsallaştırmadan “objektif analiz” iddiasında bulunması sadece laf gevelemekten ileri gedemiyor üzgünüm.
Daha da önemlisi, Foucault’nun “parrhesia” kavramı – hakikati söyleme cesareti – Mahçupyan’ın yaklaşımında tamamen kaybolmuş görünür. Hatırlayalım; Parrhesia, yalnızca “doğruyu söylemek” değil, hayatını riske atarak doğruyu söylemek demekti. Günümüzün dünyasında bu cesaret, siyasetçilerin değil, başta münevverler olmak üzere tüm toplumsal aktörlerin sorumluluğudur.
20. yüzyılın en etkili düşünürlerinden Walter Benjamin’in “Tarih Kavramı Üzerine” başlıklı son eseri, tarihi “galiplerin” perspektifinden okumanın tehlikelerine karşı bizi uyarır ve ünlü “tarih meleği” metaforu ile bu durumu özetler: geçmişin enkazını görmek, geleceğin imkanlarını düşünmekten daha kolay gelir. Benjamin’in Yahudi mistisizmi ile Marksist eleştiriyi sentezleyen yaklaşımı, Mahçupyan’ın “iş bitmiştir” yaklaşımının neden sorunlu olduğunu göstermesi açısından oldukça mühim.
Hadi bir de popüler bir örnek ile bitirelim. Bilenler bilir totalitarizm deneyiminin son tanığı olan Hannah Arendt’in “İnsanlık Durumu” eserinden geliştirdiği “düşünmenin cesareti” kavramlaştırması ise entelektüel pratiğin temel özelliğini vurgular. Bu cesaret, mevcut durumun “doğallığı”na karşı çıkma, alternatif imkanları düşünebilme ve bunları ifade etme cesaretidir. Mahçupyan’ın pragmatik yaklaşımı, bu cesareti “gerçekçilik” adına feda etmekle kalmaz bir çuval laf ile perdeleme çabasına da girişir.
Bitiriyorum…
Üçlü analiz boyunca gördüğümüz sıkıntılar, esasen sadece Mahçupyan’a özgü bir sıkıntı değil aslında; günümüz Türkiye’sinde entelektüel pratiğin karşılaştığı daha genel bir krizin yansımasıdır diyebiliriz. “Konjonktürel pragmatizm”, entelektüelin temel işlevlerinden birini – eleştirel mesafe alma kapasitesini – tehlikeye atmak gibi ciddi sonuçları olabilecek bir defodur.
Bu pragmatizmin en sorunlu yanı, Said’in “sürgün bilinci”, Gramsci’nin “eleştirel entelektüel” pozisyonu, Bourdieu’nün “alan özerkliği” ve Chomsky’nin “iktidar eleştirisi” gibi entelektüel pratiğin temel değerlerini feda etmesidir ki, Mahçupyan örneğinde bunların tamamının dümdüz edildiğine şahit olduk. Oysa entelektüelin toplumsal sorumluluğu, mevcut durumu açıklamak değil, alternatif imkanları düşünülebilir kılmak olsa gerektir.
Evet, önceki yazıda da belirttiğimiz gibi Mahçupyan ve türdeşleri, iktidarın kendilerine sunduğu konforlu alanda vicdan dağıtmaya devam edebilirler, ancak tarih bu ince hesapçılığı da kaydediyor şüphesiz. Entelektüel pratiğin gerçek değeri, zor zamanlarda gösterilen cesaret ve alternatif imkanları canlı tutma kapasitesinde yatar çünkü ve bu da ancak “konjonktürel pragmatizm”in ötesinde, “eleştirel umut”un entelektüel pratiği ile mümkün olacaktır.
Gerisi laf ı güzaf!
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***